19 Haziran 2019
Geçen hafta İngiltere'ye yapacağı ziyaret öncesi İngiliz Sun gazetesinin ABD Başkanı Trump ile yaptığı röportajda sözün Meghan Markle'a gelmesi gecikmedi. Amerikan televizyon aktrisi Meghan Markle, geçen yıl İngiliz Kraliyet ailesinin ikinci prensi Harry ile evlendikten sonra, Sussex Düşesi ünvanı alarak dünyanın en ünlü hanedan ailesinin üyesi olmuştu. Röportajı yapan İngiliz gazeteci, Meghan Markle'ın 2016 seçiminden birkaç ay önce Trump hakkında 'kadın düşmanı' ve 'toplumu bölücü' gibi sözler kullandığını hatırlatınca, Trump, "Bunu dediğini bilmiyordum. Edepsiz biri olduğunu bilmiyordum" yanıtı verdi.
ABD Başkanının, Düşeslerine 'edepsiz' demesi, İngiltere'de tahmin edileceği üzere büyük bir gürültü kopardı. Ziyaretinde Kraliyet ailesince şaşalı karşılanmayı çok önem veren Trump, bunun üzerine hemen bir Tweet atarak, kesin bir dille 'edepsiz' sözünü asla kullanmadığını iddia etti:
"Meghan Markle'a asla 'edepsiz' demedim. Yalancı medyanın bir uydurması. Yine yalanlarının üstünde yakalandılar. CNN, NYTimes benden özür diler mi? Sanmıyorum."
Aslında röportajı, Trump'ın ve destekçilerinin en beğendiği medya patronu olan Rupert Murdoch'a ait The Sun gazetesi yapmıştı. Yani röportajın ne CNN ile ne de New York Times gazetesi ile hiçbir ilgisi yoktu. Ama Trump'ın tweetinin, hakikat ile tek sorunu bu olmayacaktı.
Çünkü Sun gazetesinin editoryal kadrosu, Trump'ın 'edepsiz' lafını kullandığının tartışmasız bir gerçek olduğunu basit bir delil ile, yani röportajın sesli ve görüntülü kaydı ile ortaya koyacaktı. Trump'ın, İngiliz Düşesi hakkında, 'edepsiz olduğunu bilmiyordum' cümlesini açıkça sarf ettiğini, internet bağlantısı olan ve tıklamayı bilen herkes kendi kulaklarıyla da dinleyebiliyordu.
Trump ise, bu somut delile rağmen, utanmadan, sıkılmadan, aynı umursamaz üslubuyla kameraların önüne geçip 'edepsiz' sözcüğünü hiç kullanmadığını, bunun New York Times ve CNN'in yalan haberi olduğunu yine iddia edebildi.
Trump'ın 'gerçekler' ile sorunlu ilişkisine artık alışanlara bile, 'yok daha neler' tepkisi verdiren şey ise bundan sonra yaşandı. Trump'ın 2020 seçim kampanyasının resmi Twitter hesabı, Trump'ın söz konusu röportaj ses kaydını "Yalancı medya CNN yine iş üstünde, Başkan Trump'ın Meghan Markle'a 'edepsiz' dediğini uyduruyor. İşte Başkanın ses kaydı, kendiniz dinleyin öyle karar verin" notuyla paylaştı. Hem de, Trump'ın Meghan Markle hakkında 'Edepsiz biri olduğunu bilmiyordum' dediği cümlesinin olduğu kısmını yayınlayarak...
Trump'ın Düşese, açıkça 'edepsiz' dediği cümlenin ses kaydını, 'edepsiz demedi' iddiasının delili olarak kullanmak…
Trump'ın kampanyası acaba 'ironi' veya 'şaka' mı yapıyorlar diye düşünenler oldu ama değildi.
Bu, son yıllarda, ABD'nin ve dünyanın bir çok ülkesinin politika sahnesini işgal etmekte olan 'zırva' tsunamisinin sadece küçük bir örneği.
Umberto Eco'nun 20 yıl önceden, "Artık esas meselemiz bir şeyin yanlış olduğunu ispatlamak zorunda kalacak olmamız değil. Esas meselemiz, apaçık doğrunun doğru olduğunu ispatlamaya çalışmak zorunda kalacak olmamız" diye haber verdiği lanetli günleri yaşıyoruz.
Princeton Üniversitesi ahlak felsefesi profesörü Harry Frankfurt'un 1986 yılında yayınladığı 25 sayfalık "On Bullshit (Zırva Üzerine)" adlı felsefi denemesine (2005 yılında aynı isimle kitaplaştı) bugünlerde sıkça atıf yapılmasının nedeni de dünyanın dört bir tarafında maruz kaldığımız bu zırva dalgası.
"Bullshit" Türkçede 'zırva' dediğimiz şeyin karşılığı. 'Bull' 20'nci yüzyıla kadar İngilizcede, "herhangi bir samimiyet ve amaç içermeyen saçma söz" anlamında yaygınca kullanılıyordu. Ortaçağ Fransızcasında 'kandırma amaçlı söz' anlamındaki 'bole' kaynaklı olduğu tahmin ediliyor. Ortaçağ'da yayınlanan Papa fermanlarına verilen 'bulla'dan geldiği de bir başka teori. Bu fermanlar, tartışılamayan dogmatik fermanlardı. En akıl almaz şeyi de savunsa artık objektif gerçeğin bir değeri kalmıyordu.
'Shit' İngilizcede fiil olarak 'sıçmak' ve isim olarak 'bok' anlamlarına geliyor. 'Bull' ve 'shit'i bir araya getiren sözcüğün 19'ncu yüzyıl sonundan itibaren argoda kullanıldığı biliniyor. Profesör Frankfurt'a göre 'shit'in kelimeye girmesinin nedeni gerçek karşısındaki umursamazlık. Bağırsaklardan gelen, içeriğini kontrol edilmeden geldiği gibi dışarı atılır.
'Bullshit'in literatürdeki ilk kaydı ise Amerikan edebiyatının dev ismi T.S. Eliot'un 1910'lu yıllarda yazıp ancak yayınlamadığı "The Triumph of Bullshit (Zırvanın Zaferi)" adlı balatı… Bu şiirin ise sadece isminde 'bullshit' geçiyor, şiirin içinde yok.
Profesör Frankfurt, "Günümüzde egemen kültürün en göze batan özelliklerinden biri de çokça zırva barındırması" diye başlayan sorgulamasında, yalan ile zırva arasındaki farka dikkatimizi çekiyor ve zırvaların, gerçeğe, yalanlardan daha büyük tehdit olduğunu vurguluyor.
Yalancı, yalan konuştuğunun farkında. Gerçeğin ne olduğunu biliyor ancak insanların o gerçeğe ulaşmasını engellemeyi amaçlıyor. Bu davranış elbette ki ahlaken sorunlu ama içinde hala gerçeğe bir saygıyı da muhafaza ediyor. Ama zırvalayanın ise 'objektif gerçek' umurunda bile değil. Söylediği şeyin gerçek olup olmadığı üzerinde düşünmüyor bile. O an, o dakika, karşısındaki kalabalığın ne duymak istediğini hissediyor, ne işine geliyorsa, onu rahatlıkla söyleyebiliyor. Sözlerinin iddialarının, bir gerçeğe dayanıp dayanmadığını bilmiyor ve umursamıyor.
Bullshit'i 'palavra' ile de karıştırmamak gerek. İngilizcede 'humbug' deniyor. Resmi törenlerde, milli günlerde, şehit cenazelerinde vs. yayınlanan resmi mesajlarda okuduğumuz, dinlediğimiz şeydir 'humbug'. Bu mesajların amacı, mesajlarda belirtilen şeylere vurgu yapmak değil. Kendisinin, mesajında belirttiği şeyleri düşündüğü, hissettiği algısını oluşturmak... Demedi demesinler durumu…
Liderlerin zırvalaması tabii ki yeni bir olay değil. Diktatörlükler, Ortadoğu krallıkları, Afrika cuntalarının gündemi hep zırvaların egemenliğinde olageldi. Örneğin, Kuzey Korelilerin futbol takımlarının dünya şampiyonu olduğunu sanması veya Kim ailesinden biri başlarında olmazsa ertesi gün güneşin doğmayacağına inanmaları gibi.
Demokrasiler ise yakın geçmişe kadar çoğunlukla yalanın tehdidi altında olageldi. Bill Clinton, 'bu kadınla ilişkim olmadı' derken yalan konuşuyordu ve yalan konuştuğunun farkındaydı. Gerçek ortaya çıkmasın diye uğraşıyordu. Nixon, Watergate komisyonuna yalan konuşurken yalan konuştuğunun farkındaydı. Komisyonun gerçeğe ulaşmasını engellemeye çabalıyordu.
Günümüzü zırvalar çağına dönüştüren ise, son 10 yılda bir çok demokrasinin de art arda tamamı ile 'zırvaların' egemenliğine girmesi oldu.
Trump ve diğer popülist liderler için 'gerçek', artık sadece o an iddia ettikleri şey. İki dakika sonra onun tam tersini iddia ettiklerinde bu kez yeni gerçek o haline geliyor.
Buna rağmen, hemen her iddialarına karşı çıkan herkese de, 'muhalif' olarak değil, 'vatan haini', 'din düşmanı', 'kendi kimliğinden nefret eden' 'düşman' olarak bakıyorlar.
Gözle görülebilen, kulakla dinlenebilen, elle dokunulabilen, basit bir mantıkla kavranabilen, bundan dolayı da iki ayrı insanın üzerinde mutabık kalacağı, istikrarlı bir şey değil gerçek...
Dünyanın en büyük demokrasisi Hindistan'da geçen ay yapılan seçimin kampanya süreci, bir demokrasinin 'zırvaların' ve zırvalığın' egemenliğine girişinin ibretlik örnekleriyle doluydu.
Dünyanın en kalabalık ikinci ülkesinin, dünyanın en kalabalık yoksul nüfusunun sorunları değil, gerçek hayatta hiçbir karşılığı olmayan, soyut, ispatlanamaz zırvalarla doldu seçim gündemi. İktidar partisinin herhangi bir politikasını eleştirmek, karşısında rasyonel açıklamalar değil, 'vatan haini', 'dış güç işbirlikçiliği', 'düşmanların ekmeğine yağ sürmek' gibi ithamlar buldu sadece. Modi, seçimden önce bir kamera ordusuyla Ganj nehrine gidip herkesin gözü önünde nehirde arınma ayini yaptığında, en küçük eleştiri, doğrudan 'Hinduluk düşmanlığı' olarak damgalandı. Laiklik, yüzde 90'ı Hindu Hindistan'da Hindu inancını yok etmek için azınlık elitlerin bir oyunuydu. Hindistan Hindu yurdu olmaktan çıkarılmaya çalışılıyordu. Çin, Pakistan gibi dış güçler Hindistan'ın dünya liderliğini baltalamaya çalışıyordu. Tam seçim kampanyasının ortasında Pakistan ile sınırda askeri çatışmalar da, bu zırvaları eleştirmeyi de artık neredeyse imkansız hale getirdi.
Hindistan resmi rakamlarına göre, Hindistan'ın Müslüman nüfusu 1951'de yüzde 9.8'di ve 60 yıl sonra 2011 yılında yüzde 14.2 olmuştu. Ama iktidardaki Hindu milliyetçisi Hindistan Millet Partisi (BJP), seçim kampanyası boyunca Müslüman nüfusun 2031'de yüzde 38.1'e ve 2041 yılında ise yüzde 84.5'e ulaşacağını iddia etti. Böyle bir şeyin biyolojik ve kültürel olarak imkansızlığına rağmen, Hinduların çoğu bu zırvaya inanıp, 'Hinduluk yok olmanın eşiğinde' korkusuyla BJP'ye oy verdi.
Hindistan tarihinde ilk kez bir başbakan, ülkenin eski başbakanı ve emekli komutanlarını, Pakistanlı muadilleri ile yemekli bir toplantı yaptıkları için 'vatan haini' ilan etti. Kamuoyuna önceden açıklanmış, basın önünde yapılan bu yemekli toplantıyı, 'Hindistan düşmanlarının gizli toplantısı' olarak niteleyebildi. Sırf iktidar partisi 'gizli' dediği için bütün medya da bu ilan edilmiş apaçık toplantıya 'gizli' diyebildi. Gerçeğin bir önemi yoktu.
Modi mitinglerinde, ülkenin kurucu merkez sol partisi Kongre Partisinin, "Muğlay" yani 'Moğol zihniyetli' olduğunu iddia etti. Hindistan coğrafyasında yüzyıllarca hüküm süren Moğol-Türk hanlığı Babürleri kast ediyordu. Bu hanlığın Hindu milliyetçiliğinin gözünde nefret objesi olan hükümdarlarından Alemgir Şah'a, Kongre Partisinin yeniden Hindistan'ın kapısını açmaya çalıştığını iddia etti. BJP'lilere göre Kongre Partisi 'soyunu gizleyen Müslümanların' yönlendirmesindeydi ve Hindistan topraklarını yeniden Müslüman egemenliğine sokma hülyasının bir piyonuydu. Kongre Partisi ve vatan haini laik elitler, Pakistan'ın ve Hindistan düşmanlarının en büyük korkulu rüyası olan Modi'nin kaybetmesi için çalışıyorlardı. BJP'lerin seçim sloganlarından biri de, "Modi'yi desteklemek Hindistan'ı desteklemektir, Modi'ye karşı olmak Hindistan'a karşı olmaktır" şeklinde oldu.
Modi de, dünyadaki bütün 'zırvacı' muadilleri gibi entelektüel donanımdan uzak. Bilimi, akademiyi, sosyolojiyi, ekonominin temel kurallarını sadece aşağılamıyor, rahatlıkla kestirip atabiliyor. Uzman görüşüne değer vermiyor. Bu da ülkede 'akıl barındıran her şeyi yutan' bir moronluk vakumu yaratıyor. Örneğin, genetik mühendisliğinden, uçaklara kadar her teknolojinin ilk kez Hindistan'da geliştirilmediğini savunmak bile, günümüzde bir akademisyen için kariyerini riske sokan bir düşünce olabilir. Bütün tarih ve bütün evren Hinduluk ve Hindistan etrafında açıklanabiliyor. Bütün tarih, ülkenin yaşamakta olduğu zırvalığı meşrulaştıracak şekilde tamamen baştan yazılıyor ve bu iklimi besleyecek en cahilce efsane ve mitler üzerinden yeniden kurgulanıyor.
Pakistan ile savaşın eşiğine geldikleri 26 Şubat sabahı, askeri danışmanları, sınır bölgesinin yoğun bulutla kaplı olduğunu ve Pakistan topraklarına hava saldırısı için elverişli olmadığında ısrar etmesine rağmen, başbakan Modi, 'bulutların, Pakistan radarlarının Hint uçaklarını fark etmesini zorlaştıracağı' gibi teknolojik bilgiden tamamen yoksun bir zırva ile (ki bu zırvasıyla daha sonra seçim mitinglerinde böbürlenecekti) saldırıda ısrar etti. Uluslararası gözlemciler Hindistan'ın iddia ettiği terör hedeflerinden hiçbirini vuramadığını tespit etti. Dahası bir Hint uçağı Pakistan tarafından düşürüldü ve pilotu esir alındı. Ama bunların hiçbiri, Modi ve dinci/milliyetçi partisi için, bütün bu askeri fiyaskoyu zafermiş gibi sunmalarına engel olmadı.
Fiyaskoya fiyasko demek de iktidarın herhangi bir politikasını sorgulamak gibi, 'vatan hainliği' olarak damgalanıyor.
Modi'nin bütün seçim kampanyası taktiği, 'zırva'yı bir yöntem olarak belirlemiş ve başarılı olan dünyadaki bütün popülist liderlerin taktiği ile aynı oldu: Akıbetinden endişe eden öfkeli yığınlar yarat ve onlara yaşadıkları bu ruh halinin müsebbibi olan bir günah keçisi (Müslümanlar, Meksikalılar, elitler, laikler, solcular, azınlıklar, göçmenler vs) göster. Ve kendin dışında herkesi bu günah keçisinin gizli işbirlikçisi olarak lanse et…
Böylece, Hindistan'da evinde tuvaleti bile olmayan yüz milyonlarca insana bunca yıllık iktidarında tuvalet imkanı bile yaratamamış olabilirsin ama onları "yok olmaktan koruyan ve korumaya devam eden bir kahraman olabilirsin…"
Modi 2014 seçimindeki ekonomi ve refah vaatlerinin tek birini bile gerçekleştirmemiş olabilir ama "Hindistan'ı yok etmek isteyen dünyaya cesurca meydan okuyor ya…"
Hem de, ülke nüfusunun neredeyse yarısının, Hindistan'a, kültürüne ve vatanına ihanet içinde olmasına rağmen... Hem de yazarların, edebiyatçıların, sanatçıların ve entelektüellerin Pakistan'ın gizli işbirlikçileri olmasına rağmen. Daha ne yapsın...?
Peki Kongre Partisinin ve İngilizce konuşabilen kentli elitlerin, laikliğe inananların, gerçekten de komşu/düşman Pakistan ile Hindistan toprakları üzerinde böylesi bir gizli proje içinde olduğu doğru mu?
BJP için de, Hindu milliyetçileri için de bu sorunun gerçek yanıtının bir önemi yok.
Dolayısıyla böyle bir şey gerçek olabilir mi diye delil araştırmak, sorgulamanın, tartışmanın bir karşılığı da yok. Böyle bir şeyin olduğuna inanmışlarsa o artık gerçektir, delile gerek yok ki?
Tıpkı BJP'nin ekonomik vaatlerini, politikalarını tartışmanın imkansızlığı gibi. Hiçbir gerçeğin önemi yok. Hiçbir gerçek, zırvayı değiştirmiyor.
Almanya için Alternatif (AfD) adlı ırkçı popülist partinin seçim kampanyasında kullandığı ünlü fotoğraf örneğin... AfD, bir polisin göstericilerden dayak yerken göründüğü fotoğrafı, solcuların ve göçmenlerin Almanya'yı şiddet sarmalına sürüklediğinin delili olarak kullanmaya başladı.
Bu fotoğrafın Almanya'da değil, Atina'da çekilmiş bir fotoğraf olduğu kısa sürede ortaya çıktı.
AfD sözcüsüne bu seçim kampanyası fotoğrafının gerçek olmadığı hatırlatıldığında ise tepkisi, "Bu fotoğrafın sahte veya gerçek olması Almanya'da şiddet ve kaosu kimin yükselttiği gerçeğini değiştirmez" şeklinde oldu.
Delillerin, politik iddia karşısında hiçbir değeri yok. George Orwell'ın 1984 romanındaki parti yetkilisinin "Parti isterse 2 + 2 = 5 olur" demesi gibi…
Örneğin aynı mitingde, Trump'ın "Meksika sınırına duvarın parasının her kuruşunu Meksika ödeyecek" vaadini, "Meksika duvarına, bütçeden ödenek ayırmayan Amerikan Kongresini vatan haini" ilan etmesini ve "Vaadimi yerine getiriyorum, muhteşem bir duvar inşa ediyoruz" beyanını (gerçekte tek bir çivi bile çakılmış değil) aynı coşkuyla alkışlayan kitle aynı. 'Gerçek' ise ne bu birbirini çürüten üç ayrı zırvanın ne de onu alkışlayanların umurunda.
Dünyanın yaşadığı sosyal, teknolojik, ekonomik değişime adapte olamamanın, geride kalmanın beslediği aşağılanma duygusu ve varoluşsal korkuya kapılmış kitleler, kendisini güçlü diye pazarlayan, en yüksek sesle bağırabilen liderlere tapıyorlar. Kompleksli gururları okşanıyor. Bu şarlatan politikacılar, seçim meydanlarında birkaç saniyede boşluğa karışıp yok olacak meydanlar okudukça, bir yerleri bombalamayı vaat ettikçe büyük hayranlık duyuyorlar.
2015 yılında ABD'nin önde gelen anket kurumlarından Public Policy Polling, Amerikalılara, "Yönetimin, Agrabah kentini bombalanmasını destekliyor musunuz?" diye sorduğunda, Cumhuriyetçilerin üçte biri 'desteklerim' yanıtı verirken, 'hayır desteklemem' diyenlerin oranı sadece yüzde 13 olacaktı. Walt Disney'in 'Aladdin' filmindeki hayali şehrin adı Agrabah. Gerçekte dünyada böyle bir şehir yok ama umurlarında değil. Bir yerleri dümdüz etmeyi vaat edeni seviyorlar.
Yine bilgi çağının çok gerisinde kalmanın ezikliğiyle, bilgiyi, okumuşları, entelektüelliği küçümseyen liderlere bayılıyorlar. Cehaletiyle, dünyayı tanımamakla övünmenin sandıkta kazandırdığı bir dönem yaşıyoruz.
Illinois Üniversitesi politik bilim profesörü John Huxford, "Zırvaların, politikacıyı, çekirdek tabanında şanını artırıp, kahramana dönüştüren" etkisine dikkatimizi çekiyor. Hatta kutuplaşma arttıkça, tabanda zırvalara yapışma eğilimi de yükseliyor.
McGill Üniversitesi politik bilim profesörü Jacob Levy ise, kürenin dört bir yanındaki zırvacı liderlerin, "Açıkça gerçek olmayan bir iddiada bulunup, sonra da destekçilerinin kendi sesleriyle bu zırvayı tekrar etmelerini seyrederek, onlar üzerindeki iktidarlarından emin hale geldiklerine" işaret ediyor.
Hanna Arendt, artık klasikleşmiş "Totaliterliğin Kökenleri" adlı 1951 tarihli eserinde, "Totaliter bir rejimin ideal yurttaşı, tam inanmış bir Nazi veya tam inanmış bir komünist değil. Gerçek ile kurguyu birbirinden ayıramayan, yalan ile doğru arasındaki farkı bilmeyen sıradan halktır" diye yazacaktı. Arendt, sonraki bir röportajında da şu eklemeyi yapacaktı;
"Bir ülkede sürekli yalanlar söylenmesinin vahim sonucu herkesin o yalanlara inanmaya başlaması değil, artık kimsenin hiçbir şeye inanmadığı bir iklim oluşmasıdır. Bu iklimde de istediğiniz her şeyi yapabilirsiniz".
İddia ettiği gibi entelektüel bir dahi olmasa da insan manipüle etme kurnazlığında son derece becerikli olduğu açık olan Trump, hemen her mitinginde, taraftarlarına, "Medyada okuduğunuz ve televizyonlarda gördüğünüz şeylerin hiçbiri olmuyor. Hepsi uydurma. İnanmayın" telkini yaparken, ne yaptığının çok farkında.
Zırvacının mütemadiyen zırvalamaktaki ana amacı, destekçilerinin, zırvaladığı konularda değil, kendisi ve amacı hakkında gerçeğe ulaşmasını engellemek. Trump'ın sürekli kutsal bir kitapmış gibi öne sürdüğü 'Sözleşme Sanatı' adlı kitabının gizli yazarı olan Tony Schwartz bir keresinde, Trump için, "Gerçeği ortaya koymak gibi amacı hiç olmadı. Her zaman tek amacı hükmetmek oldu" diye konuşacaktı.
Bir zırvacının, iktidarının temel direği, 'destekçilerinin zihni'dir. Destekçileri onun amacından şüphe etmedikçe, hiçbir aykırı davranışı, hiçbir yolsuzluğu, hiçbir icraatı, hiçbir yalanı ona oy ve destek kaybettirmeyecek. Nitekim, Trump, hem de bir televizyon açık oturumunda, "Beşinci Caddenin ortasında herkesi gözü ününde bir kişiyi alnından vurup öldürsem bile seçimde tek bir oy kaybetmem" diye konuşurken bunun farkında olduğunu gösterecekti.
Peki, zırvacı, taraftarlarının zihnine nasıl hükmedebiliyor?
En yaygın yöntem, psikolojide 'gaslighting' diye adlandırılan zihinsel manipülasyon yöntemi…
İngiliz yazar Patrick Hamilton'un 1938 yılında yazdığı 'Gas Light (Gaz Lambası)' adlı tiyatro oyundaki karı-koca ilişkisi, en popüler örneği olduğu için bu isimle adlandırılıyor bu psikolojik manipülasyon. Bu oyun, 1944 yılında Ingrid Bergman'a Oscar kazandıran aynı isimli Hollywood uyarlamasıyla popüler hale gelecekti.
Öyküsü Londra'nın zengin bir muhitindeki bir malikanede geçen oyunda, para ve insanlara hükmetme düşkünü psikopat koca, karısını çeşitli manipülasyonlarla kontrolüne alıp, tüm algısını şekillendirmeye başlıyor. Örneğin, koca her gün gaz lambasını biraz daha kısıyor, karısı, 'gaz lambasının ışığı mı azaldı?' diye sorguladığında ise sertçe reddederek, kadını, kendi algısından şüphe duyar hale getiriyor. Yine örneğin, duvardaki bir resmi kaldırıp kadının kolayca bulacağı bir yere saklayarak, kadını, aslında o resmi kendisinin alıp sakladığına inandırıyor. Kendi gerçeklik algısına hiçbir güvenli kalmadığında da, kocasının gerçekleri dışında tutunabileceği hiçbir gerçek kalmıyor.
Kocasının zihni manipülasyonları sonucunda, kadın yavaş yavaş delirdiğini düşünmeye başlasa da, kocası yerine yine kendisinden şüphe ediyor ve bir türlü o evden, o evlilikten çıkıp gidemiyor. Koca sık sık kadını aşağılayıp kırıcı konuşmalar yapıyor. Kadın bu üsluptan yakındığında, koca, hemen sakin, şefkatli bir ses tonuyla, kadını, aslında üslupsuz olanın kendisi olduğuna, yanlış anlayıp, abartıp, drama yaratan taraf olduğuna ikna ediyor.
Bir manipülatör, 'gaslighting' yaparak, kurbanını bütün sosyal çevreden koparır ve böylece tamamen kendisine bağımlı hale getirir. Bu insan olmazsa, ertesi sabah güneşin doğmayacağı yanılgısını güçlü bir inanca çevirir.
Gaslighting yapanlar, kurbanlarının, hiç olmamış bir şeyi olmuş gibi, hiç söylenmemiş bir şeyi söylenmiş gibi kabul etmelerini sağlar. Bir süre sonra gaslighting kurbanı, artık kendi muhakemesine de hiç güvenmediği için tanık olduğu en açık saçmalıklarda bile "vardır onun bir bildiği" çukuruna bırakır kendisini.
Örneğin manipülatör, kurbanına, onu aldattığı duygusu verecek bir ipucu bırakır ve kendisinin yersiz yere aldatılmakla suçlanmasına zemin hazırlar. Sonra da bunun gerçek olmadığını kolayca ispatlarken de çok sertçe tepki verir. Kurban artık kendisinden şüphe etmeye başlar. Gerçekten aldatıldığında bile bunu sorgulayamaz.
Gaslighting kurbanı, onun zihni ve algısıyla oynayan insana ne kadar güveniyorsa, ona inanmaya ne kadar hazırsa, bir gaslighting kurbanı olduğunu fark etmesi de aynı oranda güçleşir. Entelektüel donanımı, sorgulama cesareti olmayan, özgüven sorunu yaşayan insanlar ve kitleler kolayca 'gaslighting' kurbanı olur.
Trump, Modi ve benzerleri, 'gaslighting' fenomeninin, ismiyle bilmeseler de işlevsel olarak farkında politikacılar. Somut gerçeği ve araçlarını (gazetecilik, yargı, akademi, bağımsız istatistik kurumları) itibarsızlaştırdıktan sonra aslında kurbanları olan taraftarlarını her saçmalığa inanabilir hale getiriyorlar. Onlara, başka herkesin düşman, vatan haini olduğu telkinleriyle onlarla temas etmelerini, farklı fikirler yazan medya organlarını takip etmelerini engelleyerek, sosyal izolasyona mahkum ediyorlar.
Gaslighting manipülatörü, yaptığı her kötülüğü, karşısındaki insanın yaptığını iddia eder. Kendisini, çok kendinden emin bir tonda savunarak, 'ben bunu yapmadım', 'ben bunu söylemedim', 'sen yaptın', 'sen söyledin' iddiasında bulunur. Tıpkı Trump'ın, kendisini Amerikan tarihinin 'en birleştirici başkanı' olduğunu, muhaliflerinin ise 'ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı, gerilimden beslenen bir muhalefet' olduğunu iddia etmesi gibi. Veya, ses ve görüntü kaydıyla bile ispatlanan sözleri söylemediğindeki ısrarı gibi... Gerçek her haberi, açıklamak yerine, algı operasyonu diyerek bir açıklama yapmadan kestirip atması gibi… Trump, yasaları açıkça çiğnediğinin ortaya çıkarıldığı her durumda bile, suçlu olma psikolojisinden çok, rahatlıkla mağduru oynayabiliyor.
Demokrasi, farklı politikalar arasında bir uzlaşma ve denge yaratma rejimidir. Bir ülkede herkesin üzerinde anlaşabileceği 'gerçekler' kalmadığı zaman, o ülke her türlü zırvalığa da açık hale gelir. Buradaki daha büyük tehlike ise, zırvaların zırva olduğunu farkında olan insanların da gerçekleri vurgulamayı bırakıp, kamusal zırvaları artık umursamaması.
Bir çok muhalif, Trump'ın yalanlarını listesini yapmanın, zırvaladığı her konuda gerçek bilgileri araştırıp bulup paylaşmanın artık işe yaramadığı görüşünde. Dahası, bunun, Trump'ın 'gündem değiştirme' çabasına alet olmak olacağını da savunuyorlar. Profesör Jacob Levy ise aksi görüşte: "Gerçek ve yalan arasındaki farkta ısrar etmek, özgürlüğü korumanın olmazsa olmazıdır". Ona göre bir ülke, sadece, gerçeğe hala değer verenler de gerçeği savunma hattını terk ettiğinde topyekün faşizme sürüklenebilir. Israrla gerçeği ortaya sermekten, gerçeği araştırmaktan, gerçeği yaymaya çalışmaktan başka çıkar yol yok…
Mükemmel insan yoktur. Mükemmel psikoloji yoktur. Kusursuz lider yoktur. Var olduğuna inanmak 'insan' hakkında korkunç bir cehalettir.
Bir ilişkiyi, bir aileyi, bir partiyi, bir topluluğu, bir ülkeyi sadece tek bir insanın keyfinin, psikolojisinin, gerçeklik algısının, çıkarlarının, kariyer hesaplarının sahnesi olmaya indirgediğinizde, o tek insanın zırvalarının o ilişkiyi, o aileyi, o partiyi, o topluluğu, o ülkeyi bir kara delik gibi yutması kaçınılmazdır.
Seçimde kimin kazanacağı ve kimin Amerika’sının egemen olacağı belirsiz. Kesin olan ise İki Amerika’nın siyasi savaşının bitmekten hala uzak olduğu…
“Onlara, daha önceki politik isimleri ve organizasyonları unutmalarını ve sana Lovejoy’s Hotel’de önerdiğim ismin altında birleşmelerini telkin et. ‘Cumhuriyetçi’ ismi altında…”
Güneyli Thomas Jefferson ve kuzeyli John Adams’a “Amerikan devriminin kuzey ve güney kutbu” yakıştırması yapılacaktı. Birçok tarihçiye göre ABD’yi bu iki kutbun oluşturduğu denge bir arada tuttu
© Tüm hakları saklıdır.