Meksika’nın ıssız bir sahil köyünde oltasıyla avlanan balıkçı köylüyle oradan geçmekte olan işadamı bir Amerikalı turist arasındaki diyalogu içeren fıkra internetin ilk yıllarında oldukça popülerdi.
İşadamı, balıkçının yakaladığı kova dolusu balığa hayranlıkla bakar ve sorar;
‘’Ne kadar sürede yakaladın?’’
‘’İki saatte’.’
‘’Günün geri kalanında ne yapıyorsun?’’
‘’Sabahları biraz balık avlıyorum. Sonra çocuklarımla oynuyorum. Öğle olunca karımla siesta yaparız. Akşamları, dostlarımla gitar çalıp içer, eğleniriz. Dolu dolu bir yaşantım var beyim’’
‘’Ancak böyle sadece iki saat balık tutarak hayatta bir yere varamazsın!’’
‘’Ne yapmam lazım?’’
‘’Balık tutmaya daha fazla zaman ayırmalısın. Bu sana çok kazandırır. Bir iki yılda kazandığın ekstra parayla bir balıkçı teknesi satın alabilirsin’’
‘’O ne işe yarayacak?’’
‘’Daha fazla balık yakalayacağın için tekne sayını artırır birkaç yılda balık teknesi filon olur. Sonra da Amerika’ya ihraç edebileceğin kadar balık yakalarsın.’’
‘’O zaman ne olur?’’
‘’İhracatla çok çok daha fazla kazanırsın. En fazla 10 yıl içinde New York merkezli bir şirket kurarsın. Birkaç yıl sonra da hisselerini halka açarsın ve artık süper zengin olursun’’
‘’Peki süper zengin olunca ne olur?’’
‘’Artık şu hayatta çalışmak zorunda kalmazsın. Bir sahil kasabasına yerleşirsin. Sabahları keyfince biraz balık yakalarsın. Sonra çocuklarına ayıracak bol vaktin olur. Öğlenleri karınla siesta yaparsın. Akşamları, dostlarınla vakit geçirip eğlenirsin. Keyif dolu bir yaşantın olur.’’
***
Bu fıkra, elbette ki çalışmayı, yatırımcı ihracatçı olmayı küçümsemek için anlatılmıyor. Kazanmak ile başarmak arasındaki farka dikkatimizi çekmek için anlatılıyor. Bir gün rahat bir yaşamım olsun derdiyle para kazanmaya çalıştığı anlaşılan işadamı için hayattaki tek başarı çok para kazanmak haline gelmiştir. Para kazanmaya aşırı odaklanması da, balıkçının, para kazanmanın iddia ettiği amacını, çok para kazanmadan zaten gerçekleştirdiğini göremeyecek kadar körleşmesine yol açmıştır. Gerçek bir zaferi hali hazırda yaşayan balıkçıya, 15-20 yılını feda etmesi karşılığında bir ‘Pirus zaferi’ vaat eder. Söyledikleri mantıksız değil, gayet isabetli teknik açıklamalar. Ancak amaçsızdır. Amacını çoktan yitirmiştir.
Pirus zaferi demem boşuna değil. Çünkü yukarıdaki fıkra aslında, antik Yunan çağ tarihçisi Plutark’ın klasik eseri ‘Paralel Yaşamlar’da bize aktardığı, Pirus zaferinin kahramanı Epir kralı Pirus’un Cineas adlı bilge danışmanı ile diyalogunun modernleşmiş versiyonudur.
Epir’de kendi halinde mutlu bir krallığı olan Pirus, Adriyatik’in karşı kıyısına geçip İtalya’yı işgal etmeyi ve yeni yeni palazlanan Roma’ya saldırmayı planlamaktadır. Diyalog işte bu hazırlık döneminde gerçekleşir.
Cineas lafa girer:
‘’Romalıların çok iyi savaşçılar olduklarını duydum kralım. Tanrılar bize onları yenmeyi bahşederse bu zaferin neye hizmet etmesini öngörüyorsunuz?’’
‘’Bu çok açık değil mi?’’ diye konuşur Pirus: ‘’İtalya’nın efendisi biz olacağız ve tüm zenginlikleri bizim olacak’’.
‘’Peki öyle olunca ne yapacağız?’’ diye sorar bilge.
‘’Sicilya’’ der Pirus; ‘’Bu zengin ve kalabalık adayı kazanmamız artık çok kolaylaşacak’’.
‘’Sicilya’yı da kazanmamız savaşımızı sona erdirecek mi?’’
‘’Tanrılar bize bu zaferi yaşattığı zaman, artık bunu çok daha büyük bir zaferin basamağı yapmak kaçınılmaz olacak. Sicilya’ya sahip olduktan sonra Libya ve Kartaca’ya ulaşmaktan kim kendini alıkoyabilir ki?’’
‘’Kimse’’ der bilge: ‘’Bu da bizi bütün Helen dünyasının mutlak fatihi yapacak. Peki ondan sonra ne olacak?’’
Pirus keyifle yanıtlar: ‘’İşte o gün geldiğinde dostum, artık rahatlayacağız. Bütün gün güzel güzel içeceğiz. Keyifli sohbetler yaparak günlerimizi geçireceğiz.’’
Ve Cineas artık dayanamaz bu diyalogun tarihe geçmesine neden olacak o provokatif soruyu sorar: ‘’Peki bunu, kendimizi ve başkalarını bunca sıkıntıya sokmadan şimdi yapmamıza engel olan ne?’’
Pirus, şaşkın şaşkın bilge dostunun yüzüne bakar ama aklına bir yanıt gelmez. Bu haklı uyarıya rağmen İtalya’ya girer ve savaşlara girişir. İlk savaşlarda karşısına çıkan Roma ordularını yener ama her defasında kendi ordusunun da önemli bir kısmını kaybeder. Askalum Savaşından sonra, ordusundan geriye kalana bakar ve ‘bir zafer daha kazanırsam tamamen biteceğim’ şeklinde söylenir. İşte onun bu sözünden dolayı da, kazananı nihayetinde bitirecek bir bedel ödenerek kazanılmış zaferlere ‘Pirus zaferi’ denir. Pirus girdiği her savaş meydanından kazanan taraf olarak ayrılmasına rağmen, kazanmak için ödediği yüksek bedeller nedeniyle nihayetinde hezimeti yaşar. İtalya’ya sahip olacağım derken, önce ordusunu sonra da krallığını kaybeder.
Tek tek biz insanlar, şirketler, partiler, sosyal hareketler, toplumlar, uluslar, devletler, uygarlıklar… Sıkça bir şeyi başarmaya, bir mücadeleyi kazanmaya, bir rekabette önde olmaya, yakın çevremizle bir tartışmada haklı çıkmaya o kadar yoğunlaşırız ki, yola çıkışta iddia ettiğimiz amacımızı bile anımsamayız artık. Mücadeleyi, rekabeti, başarıyı, savaşı, tartışmayı kazanmak bizatihi amacın kendisine dönüşür.
Bilge insanlar, vizyoner hareketler, olgun toplumlar, sistemli devlet kurumları, gelişmiş uygarlıklar kendilerine, ‘şu hayatta önemli olan ne’, ‘bütün bunları ne için yapıyorum?’ sorusunu her aşamada yeniden sorarlar. İşlerinin, eylemlerinin, durumlarının, politikalarının, yatırımlarının, argümanlarının ve hatta inançlarının sorgulanmasına fırsat yaratırlar. Hırslarının kör ettiği insanlar, iktidarlar, toplumlar sonunda bütün kazandıklarının sadece birer Pirus zaferi olduğunu anladıklarında hep artık çok geçtir. Düşmanlarını yenerler, engelleri aşarlar ancak kendilerini de tüketme pahasına…
Pirus, eğer onu uyarmaya çalışan bilge danışmanı kadar taktik ve stratejik yaklaşımların farkındalığına sahip olsaydı bu akıbeti yaşamayabilirdi. ‘Taktik’ ve ‘strateji’ arasındaki farkı tarih boyunca gören çok az oldu. Ta ki bir Prusya subayı bu farkı berrak şekilde anlatıncaya kadar...
Carl von Clausewitz, Napolyon savaşları döneminde yaşamış, çok kitap okuyan, içe kapanık bir Prusya subayıydı. Gençliğinde büyük bir kahraman olup, ordularının başında şerefli zaferlere koşan bir komutan olma hayalleri kuruyordu. Ama kariyeri boyunca orta rütbeli bir subay olmanın ötesine geçemedi. Ancak bu ona, Avrupa’yı kasıp kavuran savaşları derinlemesine analiz etmek için yeterli süre ve olanağı tanıdı. Düşmanı Napolyon, ki kişisel olarak hayranlık da duyuyordu, gözlemlerinin merkezindeki isimdi. Napolyon’un muhteşem zaferlerinin de, trajedisinin de yakından tanığı oldu. Napolyon Avrupa’yı aşarken onu durdurmaya çalışan askerlerin arasındaydı. Napolyon Moskova’ya girdiğinde Clausewitz de Rusya’daydı. Moskova’yı Rusya’nın ağırlık merkezi sanma yanlışlığına giren Napolyon, burayı yakıp yıkıp Rusya’yı bitirdiğini düşündükten sonra işini bitirip de geri dönüş yolunda Dinyeper’in kollarından biri olan dondurucu Berezina Nehrinde bir hezimete uğrayacak ve ordusunun önemli bir kısmını kaybedecekti. Üç yıl sonra 1815’te de Waterloo’da Napolyon çağını bitirecek nihai hezimetini yaşarken Clausewitz yine o meydandaydı.
Clausewitz 51 yaşında koleradan öldüğünden kendisinden geriye, işte bu savaş meydanlarındaki gözlemlerini tuttuğu çok sayıda not kaldı. Notlarının üstünde, ‘Vom Kriege (Savaş Üzerine)’ yazıyordu.
Clausewitz’e kadar stratejiyi, taktiğin zıddı olarak derinlemesine düşünebilen pek olmamıştı. Taktik başarıların, stratejik hezimetler de getirebileceği üzerine pek kafa yorulmamıştı. Yaşamının önemli bir kısmı savaşlar içinde geçmesine rağmen Clausewitz, stratejinin, sadece ‘savaş ekseninde’ düşünülmesine bile itiraz ediyordu. Savaş bittikten sonraki bütün yaşamı da ve nihai barışı da içermesi gerektiği tespiti, onu sadece ordular için değil tek tek bizler için de öğretmene dönüştüren bir şey.
Strateji basitçe, bir zaferi kazanma amacıyla yapılmaz. Savaşları kazanmak için yapılan şey taktiktir. Taktiği uzman teknik akıl üretebilir. Ancak strateji, ortak aklın ürünüdür. Strateji o savaşın da hizmet etmesi gereken çok çok daha büyük bir amacı ifade eder. Bu amacı iyice tespit ve tarif etmek, kazanmak için her şeyin feda edildiği savaşların da bu amaca hizmet edip etmediğini erkenden görme fırsatı sunar. Yoksa; kişisel yaşamda veya toplumsal yaşamda ‘Suriyeleşmek’ kaçınılmazdır. Suriye’de artık ‘kazanan’ hangi taraf olursa olsun kazanmış sayılmaz. Pirus zaferi olacaktır. Muhalifiyle, rejim yanlısıyla Suriyeliler bu vahim yanlışa silahın ilk patladığı gün düşmediler. Silahın patlamasını kaçınılmaz kılan gidişatı önemsemeyerek yaptılar. Birbirlerine karşı kazanmanın yeteceği yanılgısına düştüler ve o zafer için de her şeyi ve hatta ülkelerini bile feda ettiler.
Clausewitz’in en ünlü en cüretkar tespitlerinden biri de, ‘savaş, politikanın başka araçlarla devamıdır’’ sözüdür. Bu söz, sarf edildiği metinden koptuğu için çoğunlukla savaşı destekleyen art niyetli bir söz gibi yanlış algılanır. Oysa Clausewitz’in anlatmaya çalıştığı şudur: ‘’Ne istiyorsun? Bunu iyi bil ve açıkça tanımla. Sonra da bu yaptıklarının, bu savaşın iddia ettiğin bu amaca hizmet edip etmeyeceğini yoksa seni bundan daha mı uzak bir noktaya savuracağını cesurca sorgula. Ne tür bir mücadele, arzuladığını iddia ettiğin amaca gerçekten hizmet eder?
Kişisel yaşamımızda da böyledir. Özellikle de zeki, yetenekli, karizmatik insanlar ile yığınlar üzerinde manipülasyon ve manevra yeteneği güçlü liderler için ‘kazanmak o kadar kolaydır ki, bu kolaylık ‘başarı’nın anlamını onların zihinlerinde bulanıklaştırır. Zaferleri kolay kazanmak nihai amacı zihinlerinde gölgeler. Birçok parıltılı karakterin sporda, bilimde, politikada, iş dünyasında ve hatta aşkta art arda kolay zaferler kazanıp en nihayetinde büyük hezimetle sahneden ayrılmalarının nedeni budur.
Yaşamında stratejisini, nihai hedefini kaybetmeyen ve taktik çabalarının başarılarının bu nihai amaca hizmetini her zaman sorgulayan insanlar, şirketler, hareketler, toplumlar, uluslar, ülkeler, uygarlıklar kolay kolay Pirus zaferleri yaşamazlar. ‘Kazanmayı’ bizatihi amacın kendisine dönüştüren herkesin, her toplumun, her ülkenin, her uygarlığın, her hareketin sonu hüsrandır. Kendisi de kanserden ölen Amerikalı ressam Edwin Abbey’in tanımladığı gibi: ‘sırf büyük olmak için büyümek kanser hücresinin ideolojisidir’.
Astronom Carl Sagan’ın ünlendirdiği ‘kozmik takvim’, büyük patlamadan bugüne evrenin geçirdiği 13.8 milyar yılı, 1 Ocak’ta başlayan ve 31 Aralık’ta sonra eren 1 yıl olarak düzenler. Bu kozmik takvime göre 1 Ocak günü Big Bang meydana geldi. 22 Ocak’ta ilk galaksiler oluştu. 16 Mart günü Samanyolu galaksisi oluşmaya başladı. 2 Eylül günü Güneş sistemi oluşmaya başladı. Küremizi oluşturan bilinen en eski kaya parçası 6 eylül gününe ait. Bulduğumuz en eski mikrobik yaşam örneği 14 Eylül gününe ait. 29 Ekim’de atmosferde oksijen oluşmaya başladı. 5 Aralık günü ilk çok hücreli yaşam başladı. 17 Aralık’ta balıklar, 20 Aralık’ta ilk kara bitkileri ortaya çıktı. 25 Aralık’ta dinozorlar sahneye çıktı. 26 Aralık’ta memeliler… Kuşlar 27 Aralıkta sahne aldı. Çiçekler 28 Aralık’ta. 30 Aralık günü dinozorların nesli tükendi. 31 Aralık sabah saatlerinde insanımsılar gezegende dolaşmaya başladı. 31 Aralık günü saat 22:24’te taş devri başladı. 31 Aralık saat 23:44’te ateş keşfedildi. Aynı gün saat 23:52’de anatomik olarak modern insan sahneye çıktı. 23:59’un 33’ncü saniyesinde son buzul çağı sona erdi. 23:59’un 47’inci sahnesinde bronz çağı başladı. 23:59’un 49’uncu saniyesinde türümüz alfabeyi icat etti. M.S. 1000 yılı civarından beri de 31 Aralık 23:59’un 59’uncu saniyesinde yaşıyoruz. Yani bütün modern tarih, kozmik takvimde sadece yılın son gününün, son saatinin, son dakikasındaki son saniyeye denk geliyor.
Akıl almaz büyüklükteki bir evrenin ıssız bir köşesinde soluk bir toz zerresi gibi duran bir gezegende bırakın kişisel olarak, tür olarak da yaşamımızın zamansal karşılığı işte bu, sadece bir an...
Şu gezegende, şanslıysak 70-80 yıllık ortalama ömür süreceğiz. Kişisel olarak nasıl bir yaşam istiyoruz? Bu kısacık yaşam süresini, nasıl bir toplumda, nasıl bir ülkede, nasıl bir uygarlıkta geçirmek istiyoruz? Çocuklarımıza nasıl bir ülke, nasıl bir dünya kalsın istiyoruz? Ve bütün yaptıklarımız veya sırf bizdenler diye kör bir fanatizmle desteklediklerimizin yaptıkları, bizleri yanıtımızdaki amaca ulaştırmakta mı yoksa uzaklaştırmakta mı?
Her zaman, her konuda, her aşamada yeniden başa dönüp kendi kendimize şu soruyu bir daha sorma cesaretini gösterelim; amacın ne arkadaşım?
@CemalTdemir