Geçen hafta içi bir gün... Ama günü hatırlamıyorum. Haftada 6 altı gün kullandığım Anadolu Hisarı'ndan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'ne çıkan yokuşta, nadir olan bir durum gerçekleşti ve trafik sıkıştı. Yukarı doğru ağır ağır ilerlerken bir ara tamamen durdu araçlar, trafik akmaz oldu. Genel olarak kendimi şanslı bulurum hayatta, hep iyi kadınlar, iyi erkeklerle yan yana oldum yaşadığım süre içinde.
Biraz değişik, ama bu kez de öyle oldu. Yanımda, İngiltere Kraliçesi Elizabeth'in o kıymetli imzasıyla yurtdışına çıkışı için "olur" verdiği bir Rolls Royce durdu. Yine şanslıydım anlayacağınız, tam yanımdaydı 'kıymet.'
Ben o sıra, Elif Güreşçi Çifçioğlu'nun tam karar hakkını vererek okuduğu Zeki Arif Ataergin'in bir Hicaz şarkısını dinliyordum sabah sabah; "Bırakıp gittiğin akşam beni ey şuhi şenim / Sen değildin o giden, ruhi revanımdı benim…"
Camı açtım... Rolls Royce da benim otomobille birlikte dinliyordu şarkıyı.
Hatırladım, tanıyordum o Rolls Royce'u.
Geçen bir öğlen toplantısında görmüştüm fotoğrafını sahibiyle birlikte. Müteahhit Ali Ağaoğlu'na aitti. O toplantıda söylenmişti, yurtdışına çıkış izni için Kraliçe'nin imzasının gerektiği. Arabayı bir kol boyu uzağımda görmesem, belki hatırlamazdım bütün bu ayrıntıları. Ama işte oradaydı, burnumun dibinde.
* * *
"Aşırılık ve israf, kendi kendini tüketen tutkunun çatısı altında evlendiler" diyor Richard Sennet, "Yeni Kapitalizmin Kültürü"nde.
Gücün satın alınabildiği günümüzde, güçlü görünmenin binbir yolu var.
Aşırıya kaçtıkça "güçlü" görünme yanılsaması yaratılabilmesi bunlardan biri. İhtiyaca binaen kullanmanın karşıtı olan tüketimin "aşırıya" kaçırılması olan "israf'" da öyle...
Rüküşlüğe varan aşırılık ve israf, gerçekte bir güç gösterisidir. Güçlü görünenin, görünmeye çalışanın üzerimizde yaratmak istediği etki, aslında bir 'güvenilirlik' yaratmaktır.
Gücün sahibi için denklem berrak; biz, güç sahibine ne kadar güvenirsek o da kendi güvenliğini o kadar pekiştirmiş olur.
Bu karşılıklılık ilişkisi esasen bizim değil, onun güvenliği için gereklidir. Bir düşünün, diktatörlerin ilk olarak neyi sağlamaya çalıştığını?
* * *
Yurtdışına çıkarılması için İngiltere Kraliçesi'nin imzasına gerek olan ve maliyetinin yaklaşık 1 milyon euro civarında olduğu belirtilen Rolls Royce'la (Böylesi bir kıymete otomobil ya da araba demek anlamsız kaçar. Çünkü, bu aynı zamanda 'benim de arabam / otomobilim var' yanılsaması yaratarak algıda bir tür eşitlemeye yol açabilir) sahibi arasındaki ilişki esasen bir "güvenlik" ilişkisidir.
Müteahhit, bu Rolls Royce / insan ilişkisiyle yeni projelerinin müşterilerine "Korkacak bir şey yok. Bakın paramı su gibi harcıyorum. Bir kaygım olsa paramı har vurup harman savurur muyum, deli miyim ben?" mesajı vermektedir alttan alta.
"Gücün devamlılığını sağlamak için güvenlik almak, dolayısıyla bunun için de güvenilirlik sağlamak", tüm yapılan budur...
* * *
Yalnız bütün bunları aklıma düşürten "Ağaoğlu ve Rolls Royce'u" haberinin önüme geldiği günden incelikli bir ayrıntıyı daha hatırladım, haberi tekrar okuyunca. Ağaoğlu, kendisine hediye edilen üç nazar boncuklu kolyeden birini Rolls Royce'a bırakmış, bir diğerini de yine yakın zamanda aldığı son model Ferrari'sine takacağını belirtmiş. Buraya kadar "nazar açısından" sorun yok. Çünkü bildiğiniz gibi memleketin karayollarında "nazar boncuğu", plastik ya da kumaşla kaplanmış küçük "Ayet el kürsi"lerle birlikte kazalara karşı en önemli emniyet tedbirlerinden biridir.
Sorun üçüncü nazar boncuklu kolyede. Onu boynuna takacağını söylemiş Ağaoğlu. Ticaret hayatında da nazardan korunmak gerek elbette.
Ama insan düşünmeden de edemiyor. Türkiye'nin hızla irtifa kaybeden sektörlerinden biri "inşaat" malum. Acaba, ev almayı planlayanlara ve onlara kredi veren bankalara da birer nazar boncuğu gerekir mi dersiniz, Ağaoğlu'nunkine benzer türden?
* * *
"Şanslıyım" demiştim yazının başında. Dünyada az bulunur bir şeyi, böylesine burnunun dibinde çıplak gözle görmek şansla değil de, neyle açıklanır?
Ama bilirsiniz şansla / şanssızlık da "ikiz kardeştir" birçok kavram gibi. Benim "şansım", Ağaoğlu'nun şanssızlığıydı o gün.
Düşünün, yaklaşık 1 milyon Euro para sayıp az bulunur bir "kıymet"i satın alıyorsunuz, o "kıymet", satmaya kalksam üç kuruş etmeyecek 220 bin kilometrede bir otomobille sıkışmış bir trafikte yan yana düşüyor. Yani ikisi için de yapacak bir şey yok yolun açılmasını beklemekten gayrı. Kapıcının çocuğuyla, apartmanın sahibinin çocuğunun aynı sınıfta, aynı sırada yan yana oturmak zorunda kalmaları gibi bir şey...
Özene bezene üretilmiş, Kraliçe imzalamış, Ağaoğlu parayı bastırıp almış, o da kalkmış sıkışık trafikte Cem Dizdar'ın otomobilinin yanına düşmüş... Üstelik Cem camı açmış, ikisi birlikte Hicaz bir şarkı dinliyorlar sabah sabah. Tuhaf...
Ama varsın bu da Rolls Royce'un, dolayısıyla üst bir soyutlamayla söylemek gerekirse, İngiliz burjuvazi ve aristokrasisinin ve Ali Ağaoğlu'nun kederi olsun. Bir de onlar için üzülecek halim yok ya...
(Meraklısına not: Bu "kıymet"in yeni biçimi, malzemesi, özellikle ana farın üzerindeki Audi'den apartıldığını düşündüğüm kaş biçimindeki xenon sinyallerinin bendeki izdüşümü, Rolls Royce'daki "kalıcılık kaygısı"ndan uzak bu değişimin "yeni kapitalizm ve burjuva kültürü"nün ulaştığı mertebe bağlamında bir analizini de yapmayı geçirdim aklımdan doğrusu. Ancak, yazı uzayacaktı ve okumak istemeyen sıkılır diye korktum. Ama içim gıcıklanmadı da değil. Belki kendime yazarım onu da...)