Gazetenin uzak köşesindeki birkaç arkadaş pür dikkat televizyona bakınca, merak edip yanlarına gittim.. Normal olanı yapıyorlar, haberleri izliyorlar.
Önce uzun uzun Bostancı çatışmasını, sonra memleketin bir sürü kentinde aynı anda yürütülen “radikal İslamcı” örgütlere yönelik operasyonları, Hakkari'de çocukların polisleri taşlamalarını, Güneydoğu'da DTP'ye karşı yürütülen operasyonlara karşı protesto gösterilerini, bedeni paramparça edilen Münevver'in katil zanlılarının hâlâ yakalanamadığını ve daha bir dolu “dehşet” haberini izledik birlikte...
Ben, "Ya nasıl bir ülkede yaşıyoruz? Şu hale bak, memleketin her yanı ayaklanmış, herkes herkesle savaşıyor" türünden laflar ederken, haberlerden biri başa döndü.
Güneydoğu'nun bir kentindeki muhabir, ekranda açılan küçük pencerede gelişmeleri anlatırken ekranın büyük bölümünde sanırım eski bir gösteriden görüntüler var. Öfkeli görünen kalabalık, bir yere yürümek istiyor, içlerinden bazıları da onları durdurmaya çabalıyordu. O anda ekranda, silah ya da ona benzer bir şeyin patlama sesi duyuldu. Normalde bu tip sesler insanda paniğe neden olur. Tıpkı, caddede sakince yürürken yanımızdan koşarak geçen birinin hepimize yaydığı panik havası gibi.
Ama öyle olmadı. Ekrandaki kimse tınmadı silah sesine. İtiş kakış, kargaşa devam etti. Hemen yanımda duran arkadaşım İhsan, "Millet silah sesine öyle alışmış ki, kimsenin umurunda değil" deyince bir kez daha fark ettim; dehşet alışılan bir şey.
Batıda yaşayan biz “beyaz”ları irkilten ses, Doğu'da yaşayan “esmer”ler için sıradan bir gürültü, hepsi o.
Yine fark ediyorum ki, insan dehşeti fark edip ona direndikçe, bir yandan ona neden olan şeye karşı cesaretini bileyliyor, diğer yandan aklını diri tutuyor.
Bu gereksiz uzun girişi yapmama neden olan şey, bir köpeğin paramparça edilerek öldürülüşünü anlatmak içindi. Gündelik hayatımızdaki “örgütsüz”, sıradan “şiddet”in “Kara”ya nasıl kıydığını anlatmak için...
* * *
Mahalleye takılmaya başladığının üzerinden üç, dört sene geçmiş olmalı. Olmalı diyorum, eski oturduğum yere bir kez daha taşınalı sanırım beş seneye yakın oldu. Onu fark etmem, taşınmamdan bilemediniz bir yıl sonradır..
Anadolu Hisarı ile Kavacık sınırındaki Otağtepe'deki eve yerleştiğimde köpeğim Ekin'in gözleri yaşlılıktan sebep görmemeye, kulakları ağır işitmeye başlamıştı. Bir süre sonra da iki duyusunu da kaybetti.
Hayvanlar işini bilen yaratıklar, Ekin de işini burnuyla gördü... Kısa sürede eve alıştı. Kafasını sağa sola vurmadan gezmeyi öğrendi önce. Kaç adım sonra koltuğa varacağını, kalorifer peteğinin oradaki minderine bir yere çarpmadan gidip yatmayı, mamasının ve suyunun bulunduğu merdiven altındaki noktaya nasıl ulaşacağını ezberledi. Ya da belki aklında tuttu.
“İhtiyaç” için dışarı çıktığında da ezberi vardı. Benim tespit edemediğim kendince işaretleri olsa gerek, üç aşağı beş yukarı isabet ettirirdi her günkü yerine...
“Kara”yı günde iki kez çıktığımız o “ihtiyaç molaları”nda tanıdım. Son haline göre neredeyse yarısı kadardı o zamanlar, bizim 10 kilo civarındaki Ekin'in bilemediniz iki katı falan.
Sonra, mahallede doğan ve diğer üç kardeşi dört beş aylıkken ortadan kaybolan “Sarı” çıktı ortaya. Korkak, ürkek 'Sarı.' Korkusundan vara yoğa havlayan “Sarı.”
Bir yandan kliniğinin adı gibi -Dost- iyi kalpli veterinerimiz Kubilay, bir yandan mahallede ben dahil birkaç kişinin özel ihtimamıyla hızla büyüdü sokağın bekçileri. Bir labrador kırması olan “Kara”, son yıl içinde 50 kiloyu aşmıştı sanırım, öylesine heybetliydi. Korumasına aldığı “Sarı” da öyle, kendi ebadının sınırında, yaklaşık 20 kilo çeker herhalde.
Ben geceleri eve yalnız döndüğümde, arabayı mı tanıyorlardı nedir, park ettiğimde adımımı atacağım yerde beklerdi ikisi de. “Kara”nın kurduğu çetenin diğer ikilisi “Kirli” ile korkudan daha uzaktan durduğu için isim koyamadığım diğeri, hep kaçış mesafesinde beklerdiler.
Hatırlıyorum da, basketbol oynamaya çalıştığım bir gün bacağımı sakatlamıştım. Aradan geçen sürede ayağım iyileşti iyileşecekken karlı bir kış günü, hafiften de kafam iyiyken, kapının önünde taksiden indiğimde “Kara” büyük bir sevinç içinde üzerime atlamış, iyileşmekte olan bacağımı başa döndürmüştü.
Ben “Kara” demezdim ona, tercihim “Koca kafa”ydı, daha yakışıyordu. Hakikaten kocamandı kafası. Kalın derisi, keçe gibi tüyleri, bilek kalınlığında kuyruğu, pençe demeyim ama hali vakti yerinde patileri vardı. İyice irilediğinden koşarken eskisi kadar hızlı değildi. Sevinirken kuyruğunu salladığında, bedeni sağa sola komik biçimde kıvrılırdı.
Gözleri çoğumuzunki gibi sıradandı, ama ifadesi yine çoğumuzun ki masum...
Kimi çocuklar, kimi büyükler korkardı heybetinden. Ama onun heybeti, “Notre Dame”ın Kamburu'ndaki Quasimodo'nunki gibi naifti. İriydi, ama çocuktu. Her renk gibi güzel bir “kara”ydı. Qasimodo nasıl çan çalardı, o da öyle neşeyle, eğlenceyle oyun için havlardı. Seveyim diye kafasını uzattığında, neden böyle yapıldığı sorulsa ve konuşabilse, sanırım o da "Bana su verdi"ye benzer bir şey söylerdi.
* * *
Kentli insan köpekten de, havlamasından da rahatsız olur. Bir tür yabancılaşmadır bu hayata. Kendi dışındaki her şeyi nesneleştirme, zorunlu değilse kullanabileceği hiçbir şeyi hayatına sokmamaya gayret etme hali, bir tür “eşref-i mahlukat” kibridir bu.
Ona ve “çetesi”ne de muhakkak tepki vardı mahalleden, hatta kapı komşum, ben onlara mama verdiğim için bizim oralarda takıldıklarından, çocuğunun okula giderken köpeklerle karşılaşmasının ürkütücülüğünden bahsetti bir ara. Ben de dilim döndüğünce onların da birer çocuk olduğunu, önlerine koyulacak bir avuç mamayla Sezen'in -çocuğun adı bu- bambaşka bir dünyayla ilişki kuracağını, bunun fevkalade bir şey olduğunu anlatmaya çalıştım.
* * *
Sonra “Kara” kayboldu ortadan. Arada bir, iki üç gün görmediğim olurdu ama mutlaka çıkardı ortaya sonunda. Bu kez ara uzadı. Gitmiş olamazdı, gitmezdi. En azından giderken “bize haber verirdi!” Başına bir şey gelmiş olmalıydı. Hafta sonu öğrendim olanı.
* * *
“Dehşet” üretmek için şiddeti kullanmanın bin bir yolu var. İktidar, -bizde ve dünyada- aşırı tutucuların eline geçtiğinden bu yana dehşet üretmekte zorlanmıyor, biliyoruz. Onun ürettiği “dehşet” savaş tehdidi, ölüm korkusuyla pekiştikçe bu hastalık bize de bulaşıyor. Kendi küçük evrenimizde iktidarımızı inşa etmek için biz de, olacak-olmayacak yollara başvuruyoruz.
Belimizdeki ruhsatlı tabancalarla, güçsüz, eksik, yanlış gördüğümüz ve “ıslah etmek” istediğimiz kadınlara savurduğumuz yumruklarla, bizim ahlakımıza biat etsin diye dövdüğümüz çocuklarımızla, birbirinden süratli arabalarımız, ihtiyacımız olmadığı halde doldurduğumuz gardroplar, yerinden kalkmayan mobilyalar ve daha bin bir türlü şeyle küçüğünü, bize aidini kurmak için, büyük iktidarı taklit ediyoruz.
Çocuklarımız da öyle... Bizi taklit ederek, kendi küçük iktidarlarının peşine düşüyorlar da gözümüzün önünde, farkında olarak ya da olmayarak gönül indiriyoruz bu gidişe...
* * *
İki pitbull salınmış bir hafta önce mahalleye gece yarısı. Sanırım bizimkinin kalıbı kandırmış pitbull sahiplerini. İri ama dövüşemeyen bir çocuk olabileceği akıllarına gelmemiş. Ya da tam tersi, bile isteye pitbullarına eğitim vermek için salmışlar.
Eminim şaşırmıştır bizimki, önce oyun sanmıştır. Ta ki, hissettiği ilk diş acısına kadar. Sonra karşılık vermeye çalışmışsa da, gerek sokakta büyümesine rağmen hayat tecrübesinin yetersizliği, gerek kavgayla ilgili tedirginliği, gerek bizim sevgimizin her yeri kapsayacağının yarattığı boş inanç, onu orada, tıpkı kendisi gibi olan, ama canavar olarak yetiştirilen iki köpeğe karşı savunmasız, ne yapacağını bilemez halde bırakmıştır.
Sürünerek sığınmış hiç gitmediği bir arsaya. Belki gücü yetse, bizim oralara dönebilse, inlese.. Hani belki...
Veteriner Kubilay bulduğunda bir günlük ölüymüş koca “Kara.” Yaralarını yalamış bir süre. Sonra gücü tükenmiş, koyvermiş kendini uykuya.
* * *
Düşünüyorum da onca filme, okuduğum onca yazıya rağmen “Kara”yı iki pitbull parçalayana kadar hayvanların iktidar kurmak için bir silah olarak kullanılması üzerine düşünmemişim. Yazarken aydım; iktidarı taklit bu.
O nedenle statlarda, mitinglerde ellerinde Alman kurdu, rotweiller, doberman olan polisler var. O nedenle, iktidarı taklit eden adamlar “sert görünüşlü” köpekler besliyor. Mafya babalarının malikanelerinde aslan, kaplan gibi hayvanlar “ele geçirilmesi” o nedenle.. Başkaca bir sürü nedenin yanında, biraz da bu nedenle hayatımız karanlık...