04 Mayıs 2009

Denizli’nin filozofisine isyan!

Saat 21.55. Maç bitiyor... "Herkesin herkese isyanı" durumu var sokakta. Gençlerin tepkisi küfür zeminli isyan!

"Abi! Acıya ne kadar dayanıklıyız be!”
Gün içinde olanın değil ama günün sonunun özetini yaptı sanki Serdar. Yol ayrımındaydık, ben Yakup'a devam ediyordum; o, Süper'e dönecekti. Oraya kadar saklamış belli ki içindeki kederi. Orada koyuverdi. İnönü'den İstiklal'deki Bekar Sokak'ın başına kadar öfke içinde bağırıp çağıran Serdar, orada, öfkeyle kederine yer değiştirtmişti artık...
Geçmiş olsun hasta! 
Saat 17.00. Kazan'ın önü... Hemen herkesin elinde bira şişesi. Kitle sarhoş değilse de “çakır” olmuş. "Bu maçta beyaz giyilecek" kampanyasının etkisiyle kalabalık, beyaz ağırlıklı formaları tercih etmiş.
Bir ambulans sireni ortalığı yıkıyor, "Yol açın" diye. Ancak trafik sıkıştığından ilerleyemediği için yapacak bir şeyi yok, bağıra bağıra bekliyor ambulans. "Yapmayın lütfen" diye bağıran bir kadın sesiyle irkilip, sol yanıma dönüyorum. Epey sarhoş biri, bir arabanın tamponuna yapışmış bağırıyor, "El atın şu arabaya, ambulans geçsin..."
Sürücü erkek, şaşkın, yanındaki kadın korkulu... Üç dört kişi, onlar da epey yüklü hareketlerinden anladığım kadarıyla, el atıyor otomobile, sanırsınız araç bozuldu. Halbuki, otomobil de sıkışıklıktan ilerleyemiyor. Daha ayık birileri alıyor arabayı o üç-dört kişinin elinden. O ara yol açılıyor, ambulans çığlıklar içinde giderken “Acil”e doğru, arkasında bir de tezahürat götürüyor: "Geçmiş olsun hasta / Geçmiş olsun…"
Semt ayakta... Sivas yenilmiş, kadın erkek herkes içiyor. Ayak uyduramam, bir gece öncesinden bitiğim... Bukowski'nin ünlü bira terapisine uyuyor, orta sıcak kararda iki bira çakıyorum, ki birayı sevmem...
Bursa maçında tecrübe ettik. Her zaman durduğumuz kapalı üstün “yeni açık” tarafındaki demir, epey kalabalık oluyor. O nedenle, "Erken gidelim bugün" diyor Hayati. Onu dinliyor, önümüzde arkamızdaki irili ufaklı grupların tezahüratları arasında koyuluyoruz yola.
Hadi hisset bu hislerimi!?
Saat 19.05. Rahat bir aramayla içerideyiz. Gün içinde "Abi ne olur?" diye soran kaç kişiye "Çakarız" dedim, hatırlamıyorum. Tedirgin olan kimse yok gibi, genel bir rahatlık var insanların üzerinde. Sloganlar, marşlar gırla gidiyor. Takım ısınmayı bitirip içeri girince, statta manasız bir müzik yayını başlıyor. Sanırım "Burası Beşiktaş alayına gider" tezahüratındaki küfürlü bölümü bastırmak, tansiyonu düşürmek istiyor idareciler. Başarıyorlar da.
Bir türlü sözlerindeki derin manayı çözemediğim, takımın halka arzı döneminde Mustafa Sandal'ın sözlerini yazdığını öğrendiğim, endişe verici bir abuklama olan "Hadi hisset bu hislerimi..." kaplıyor İnönü'yü. Bu nasıl söz, bu nasıl bir taleptir? Bir yakarış mıdır, yoksa bir tehdit mi? Özne kimdir? Anlayan varsa lütfen iki-üç satır yazsın...

Cisse’nin yokluğunun maliyeti
Saat 20.01. Başlama vuruşuyla birlikte tribün ayakta. Yalnız, takım kadrosu açıklandığından bu yana herkes birbirine soruyor: "Ernst ve Cisse oturmuştu. Neden Cisse yok?"
Bu anlamlı sorunun maliyetinin ne olduğu ilk devrenin sonunda anlaşıldı; Fener kalesine atılan ve kaleci Volkan'ın kornere çeldiği tek şut, dakika 30 Tello, o kadar. Karşılığında, Fenerli oyuncuların Beşiktaş müdafaasının göbeğinde üst üste yarattığı pozisyonlar, attığı şutlar ve bunlardan birinde gelen gol.
Oysa, tam tersi bir durum olmalı, diye düşünüyor herkes. Fenerbahçe müdafaasının göbeğindeki “ezberlenmiş oyuncular”ın hiçbiri yok. Haliyle rakibin “yumuşak karnı” burası olmalıyken özellikle bir tür orta saha/ön libero oynayan Selçuk'un büyük katkısıyla Beşiktaş bu “yumuşak karın”a yaklaşamıyor.
İkinci yarıya Delgado / Gökhan yerine Cisse / Yusuf ile başlayınca sağdan soldan Mustafa Denizli aleyhine homurtular yükselmeye başlıyor: "Nihayet, gördü!"
Ancak durum hiç de sanıldığı gibi gelişmiyor. Onlarca pastan sonra gelen Fenerbahçe golüyle birlikte tribün de “çöküyor”. Neredeyse çıt çıkmıyor statta. Sadece duyulan Fenerli taraftarların şarkıları...
‘Ne yaptı bu!’
Neyse ki Holosko, gücünü tüketircesine zorluyor pozisyonu ve rakibin “yumuşak karnı”na doğru bir iki çalım yapıp, kaleyi görünce yapıştırıyor sol ayağıyla. Ortalık karışıyor, insanlar alt alta, üst üste.
Tam herkes, "80'e kadar bir gol bulursak işi bitiririz" havasına girmişken, Ernst / Serdar Özkan değişikliği geliyor. Kalabalık şaşırmış, insanlar "Ne yaptı bu?" dercesine boş gözlerle birbirlerine bakıyor. Aslında maç orada bitiyor, sonradan anlıyoruz.
Kendini geliştirme konusunda takımın en gayretkeş oyuncusu İbrahim Üzülmez'le yarışacağına emin olduğum Serdar Özkan, oyunda kaldığı sürece tek olumlu iş yapmadı desem abartmış olmam. Yusuf'ta “tutturamayınca”, Denizli'nin 60'ıncı dakikadan sonra oyunu çevirecek birilerini “kulübede tutma teorisi” de en azından bu maçta kullanışsız hale geliyor.
Bu arada, bunca yıldır tribüne giden biri olarak gördüğüm en acayip taraftar isyanını yazmadan olmaz. Serdar'ın bir iki bocalamasının ardından umutlar tükenmeye başlayınca bazı heyecanlı arkadaşlar da Beşiktaşlı oyunculara küfürle karışık kızmaya başlamışken, arkalardan davudi sesli biri patladı: "Yeter ulan o.... çocukları takıma negatif elektrik yüklediğiniz!"
İşte burası tribünde sözün bittiği yerdir, o andan sonra millet sadece tırnak yiyerek son düdüğü bekledi.

Futbol acıya dayanıklılığı artırır
Saat 21.55. Maç bitiyor... "Herkesin herkese isyanı" durumu var sokakta. Gençlerin tepkisi küfür zeminli isyan! Biz yaşlılar kederli, üzgün, ama biraz daha vakuruz. Çok yaşadık benzeri durumları çünkü... Kimi Denizli'nin filozofisine öfkeli, kimi oyuncu tercihindeki fantezi arayışına. Kimi "Zaten Fenerli", kimi "Elimizle verdik şampiyonluğu" diyor.
Biz Zeki Demirkubuz'la sinirimizi yatıştırmak için konuyu futbol dışına taşıyoruz sakinleşebilelim diye. Toplumdaki “inanç / inançsızlık" problemi üzerine kafa yoruyoruz fünikülerle Taksim'e çıkana kadar. Şimdi düşünüyorum, epey kallavi bir tartışma yapmışız, yanı başımızdaki Serdar'ın takıma ve hocaya bıkıp usanmadan saydırmasına rağmen.
Bir gün sonra işe geliyorum, İpek Yezdani maça gidenlerden daha dertli. "Cem Bey, herkes benimle uğraşıyor bugün" diyor. Ben de ona "Futbol böyledir işte. İnsana kayıplara tahammül etmeyi öğretir. Dayanıklılığı... Acıya dayanaklılığı artırır" diyorum.
Sonra hatırlıyorum, bu sözü bana dün akşam Serdar öğretti...

Yazarın Diğer Yazıları

Empati ödülünden küfür utancına

Günümüz futbolunda hücum aksiyonları \'sahanın merkezi\'nde kurgulanır

Alex de Souza dersleri!

Birçok konuda olduğu gibi hatırı sayılır bir kalabalığın futbol konusunda da kafasının hayli karışık olduğu şu bir iki haftada bir kez daha ortaya çıktı

Beşiktaş'ın bitmeyen 'güvenlik' sorunu

Beşiktaş\'ın yeni yönetiminin göreve gelişinin ardından yaptığı en sansasyonel çıkışlardan biri de TT Arena\'da oynama isteğiydi

"
"