ölümün kelime anlamını bilmeyen bir ışıktan
kahraman geçti.
kuşların dövdüğü adamları tanır.
buzla ovulmuş bir kente göl armağan eder.
yalnızlığın kelime anlamını bilmeyen bir suçtan
rastlantı geçti.
parmakuçlarında jelatin çocuk bibloları var.
kristalle dargın bir el yazısının çağırdığı aşka
hangi iki kişi gelip durur. bilemezsin.
sol mememdeki çengelli iğneye takılı son sözün:
"ben sendeki cesetleri tahrik ettim işte!."
küçük iskender
Hafızam iyidir ama şu, "O yıl sıkı kar yağmıştı. Hiç unutmam, 82 Şubat'ının 12'siydi. Sen pasajdaki dükkana getirmiştin o güzel kızı da hepimiz âşık olmuştuk" türü tarih içeren hatırlatmaları ne yapabilirim, ne de hatırlatıldığında o tarihi hatırlayabilirim. Yaşamışımdır, olan biten gün gibi hatrımdadır da 'fotoğrafın kenarına o dijital tarihi' bir türlü düşemez zihnim...
Bir sokağın köşesini dönmüştüm ki, o zamana kadar sadece yüzüne aşina olduğum biri ile burun buruna geldim. Vatandaş, "Hocam! Cem Dizdar değil mi?" diye sorduğu an başladı benim de dâhil olduğum 'hepimizin tarihi'. Çok zaman geçti o günün üzerinden, değil hangi gün hangi yıl olduğunu bile hatırlamıyorum... Ama hatıraları düşündüğümde sanki Sanat'ın yanındaki Çamlık'ta ilk golü attığım gün kadar uzak bir gündü...
O köşe başında karşılaştığım adam Kasım Kıroğlu'ydu. Ayaküstü yapılan sohbetin sonunda bir gece benim evde oturmak üzere sözleştik. Tam ayrılırken Kasım Hoca ekledi; "Bir arkadaşı da getirebilir miyim?"
Kapıdan girdiğinde iki kat merdiven çıktığı için nefes nefeseydi. Ağır gövdesini sırtından indirdiği dolu bir harar (fındık taşınan en iri sepet) gibi köşedeki geniş koltuğa bırakıverdi. Ter içindeydi. O adam sonra benim en iyi arkadaşlarımdan biri, çok şey paylaştığımız dostum oldu. Ve geçen perşembe de öldü... Üzerine ilk toprak atıldığında aydım ki, ölen kardeşimdi.
Şimdi doğru bir şey mi söyleyeceğim tam emin değilim... Cemil Yüce, bir 'otodidakt'tı. 'Akıl yürütmeyi', bilgi edinmeyi, o bilgiden yeni sonuçlara ulaşabilmeyi okulda değil bizatihi sokakta öğrenmişti. Kendi kendine, el yordamıyla varmıştı hayatın bilgisine... Üniversiteye gitmemiş olmasına rağmen 'akıl yürütme' konusunda usta bir matematikçi kavrayışındaydı.
Sanırım o da biliyordu ki, bu memlekette resmi söylemin, kabul görmüşün tersine doğru dikine bir yürüyüş 'doğru'ya giden en kestirme yoldur. "Ak deniyorsa bil ki karadır. Düzen aslında gözbağcıların düzenidir ve gözbağcılık bizi bu lanet hayata mahkûm eder..." Böyle derdi herhalde yaşasaydı ve şu yazdıklarımı okusaydı.
'İtiraz etmenin', 'soru sormanın' anlamak, kavramak ve değiştirmek için olmazsa olmaz tutumlar olduğunu çok erken öğrenmişti belli ki. Bir şeyi ona kabul ettirmek taklacı güvercine balık avlatmak gibi bir şeydi. Sonuna kadar direnir, bin dereden su getirirdi. Kafasına yatmadıysa arar, tarar, okur, öğrenirdi. Eğer 'dikine yürüyüş' için yanlış noktadan hareket ettiğini bulduysa bunu da 'sessizce' kabul ederdi çoğumuzun yaptığı gibi...
Kendine güvenirdi. Bilgi edinirken şüpheciydi ya kendine o kadar şüpheci olduğu söylenemezdi. Belki de şişmanların çoğunda olan sevimlilik, kendine aşırı güven ve kahkaha önünü görmesine engel oluyordu, bilinmez. Yaptığı işlere gözü kara daldı. Ne yazık ki çevresinde ticaret meselelerine onun kadar kafa yoran kimse yoktu. Haliyle "Şöyle yapma" diye uyaracak kimsesi olmadı hiç. Olsalardı da dinler miydi, ondan da emin değilim. Sonunda battı... Ama güneşi hep parlaktı. Sevinci sıkıntısından her daim fazlaydı ya da öyle gösterirdi. Gamı kasaveti olmayan biri gibi davranırdı ama konuşurduk, bilirim içi içini yerdi. Hayat dediğimiz eğlence onun haniyse tuzağı gibiydi son yıllarında.
Girdiği her yere, eve, meyhaneye, kahveye ışık götürürdü cebinde. En sıkıcı ortamı bile bir kelimeyle ayağa kaldırırdı. Ayağa kaldırmaktan kastım sadece gülüp eğlenmek değil... O da var ama daha çok kavramların havalarda uçuştuğu, masadakilerin dilsel olarak birbirine girdiği bir tür 'yerli filozoflar' çatışmasına döndürürdü ortamı beş dakikada.
En son öldüğü gün, onu gömdükten sonra kitaplarının, CD'lerinin, plaklarının, resim ve heykellerinin arasında, evinin salonunda hepimizin Ergenekon, darbe, hukuk, vicdan, ahlâk, devrimcilik, ilericilik, gericilik kavramlarını havalarda uçuşturduğumuz gibi. Orada olsa herkesten çok söz almak için o koca gövdesinin avantajının kullanırdı kuşkusuz. Operadan futbola, tıptan edebiyata burnunu sokmadığı alan yok gibiydi.
Beynindeki tümör ilk tespit edildiğinde bizim Çağatay Hoca'ya, "Ulan bu meret elbette bizim kafamızda çıkacaktı, götümüzde çıkacak hali yoktu ya" demesi varlığını ve hastalığını, bu hayata nereden baktığını, kim olduğunu anlatması açısından 'eserleri' arasına kaydedilebilinir.
Cemil Yüce de hepimiz kadar zaafları olan biriydi... Boğazına "Dur" demezdi, çok az kişiyi dinlerdi. Bir tür 'kültür alıverişi' manyağıydı. En parasız zamanlarında bile ne yapar eder kitap, CD, eski plak alırdı. Daha önce adını bile bilmediği ama takılınca kıymetini fark ettiği bir sürü müzisyenin, yazarın en geç altı ay içinde bütün külliyatını bir şekilde edinirdi.
En son geçenlerde Türkiye'de darbeler üzerine bir şeyler okumak için memlekette yayımlanmış en sıkı dergilerden biri olan '11. Tez'in 8. sayısını arıyordum evde. Bütün seri var, 8. sayı yok. İki kişi de olabilirdi. Biri Cemil, diğeri yine bir ortak arkadaşımız olan Burhan Kömpe. Burhan'da çıktı dergi. Aradığım metin Sungur Savran'a aitti ve Burhan dergiyi 'tarayıp' maille gönderdi o akşam. Sabah işe giderken Cemil aradı; "Baba, dergi bende de yoktu ama buldum. Yarın gönderiyorum sana..." Sormadım nereden bulduğunu, bulurdu, böyle bir adamdı...
Devrimciydi, feci horlardı, koca göbeği nedeniyle hemen hemen her yemekte mutlaka üzerindeki gömleği, tişörtü 'bitirirdi', Fenerbahçe konusunda hayli hassastı, yüzmeden nefret ederdi, şarap değil rakı içerdi, bir oturuşta üç kıymalı pideyi rahatlıkla yiyebilirdi de utanır iki de bırakırdı. Ben de dâhil herkesin sinirini bozardı ya benim kardeşimdi... Hepimizin kardeşiydi. O şimdi öfkeli ve kahkahalı hatıralarımız oldu da annesinin ayak dibinde öylece sessizce, uyuyor. Mezarı başında dedi ki içimizden biri ağlamaklı bir gülüşle; "Ulan kurtulduk... Bundan sonra artık öteki taraftakiler düşünsün. Vay gariplerin haline..."
46 yıl kaldı bu dünyada... Kısa sayılacak bir hayatı, okumakla bitmeyecek 'eserleri' vardı ve giderken bize geriye üç kıymetli bıraktı... Kısmet’i, Celil’i ve Ali'yi...