“İnsanlar belki müziğimi sevebilirler fakat benim gibi olmak isteyeceklerini düşünmüyorum”
Taner Turna*
Benim öyle uzun uzun anlatacağım ve bir nesil atlatabileceğim İstanbul Caz Festivali hatıralarım yok. Fakat bu şehrin yedi tepesi değil, uçsuz bucaksız güzelliklerinin olduğunu, tarihi surların değil, müzikle örülmüş hikâyelerinin olduğunu bana ilk kez gösteren İstanbul Caz Festivali oldu. Her senesinde beni başka bir yerden yakalayan ve her defasında yaşadığım şehre başka bir açıdan bakmamı sağlayan İstanbul Caz Festivali, bu sene 10 Temmuz’da Nick Cave and The Bad Seeds’i konuk edecek. Nick Cave, ilk kez İstanbul’a geldiğinde henüz liseye bile başlamamıştım. Aradan 14 yıl geçtikten sonra tekrardan şehri kutsamaya ve benim gibi onu hayatının önemli bir parçası haline getiren pek çok insan ile müziğini ve acılarla yıkanmış ruhunu paylaşmaya geliyor. Hal böyle iken dizlerim ve parmaklarım titreyerek onun yanına oturmak istedim. Kuşkusuz bu tekinsiz adamın hayatından çıkarılacak çok şey var.
“İnsanlar belki müziğimi sevebilirler fakat benim gibi olmak isteyeceklerini düşünmüyorum.”
Hayatı boyunca kendi gerçeklerinin peşinden giden bir adam hayal edin. Henüz daha çocuk yaşlarda dünyanın en iyi ressamı olduğunu düşündüğü için sanat okuluna yazılan cinsten. Nick Cave, çok önceden neye sahip olduğunun farkına varanlardan. O bir cambaz. Diğerlerinden tek farkı, bir noktadan diğerine bağlanan sözler üstünde yürüyor olması…
Nick Cave, 80’li yıllarda verdiği bir röportajda sesinin sevimsiz olduğunu söyledikten sonra “Peki ya Frank Sinatra ile değiştirme şansınız olsa?” sorusuyla karşılaşıyor. Cave soruyu; “Bu kızgın bir tavaya fırlatılmaktan farksız olurdu ve sonuçta Sinatra ile benim için kötü bir takastan öteye geçmezdi.” diye cevaplıyor. Dediğim gibi, o sadece kendi korkuları, acıları ve heyecanları için yaşıyor. Bir başkası için değil…
Günah, küfür ve lanet
70’li yılların sonunda, yani Lou Reed, David Bowie ve Alice Cooper gibi rock’ın parlayan yıldızlarının olduğu dönemde, bu isimlere punk cover’lar yaparak müziğe başladı Nick Cave. Tek albümlük The Boys Next Door serüvenin ardından Birthday Party projesi başladı. Burada önemli olan ise Nick Cave’in “Prayer on Fire” (1981) albümündeki “King Ink” şarkısı ile ilk kez ortaya kendisine ait bir şey çıkarması. “King Ink” ayrıca Nick Cave’in yayınladığı ilk kitabının da adı. Belli ki onun için bir kırılma noktası.
Nick Cave, din, ölüm, aşk, Amerika ve şiddet içeren şarkı sözlerini post punk, rock, gospel ve biraz biraz blues müziğin içine yerleştirdiğinde 30 yılı aşkın süredir lider olarak yönettiği The Bad Seeds doğdu. Cave, bu proje ile tek dayanağı olarak gördüğü hatıralarını gotik fantezileri ile birleştirerek kendi distopik dünyasını yarattı.
Brighton, Batı Berlin ve Sao Paulo
80’li yıllarda müzisyen olarak Avustralya’da kalmak, şehrin dışındaki güzel bir evde yaşamaktan farklı değildi. Müzik dünyasında eksenin nereden geçtiğinin farkında olan Nick Cave, önce gerçek evi olarak gördüğü Brighton’a taşındı. Sonra Batı Berlin’e geçti. Kim bilir, belki hayranı olduğu Lou Reed’in “Berlin” albümünün peşinden gitmek istedi. Burada Brezilyalı bir yazar olan ve 6 yıl evli kalacağı Viviane Carneiro ile tanışan Nick Cave, gerçek evine dönmeden önce üç yıl da Sao Paulo’da kaldı.
PJ Harvey ile “Henry Lee” gibi bir güzelliğin çıkmasını sağlayan kısa süreli bir ilişkisinin ardından Nick Cave, aşk hayatındaki son durağı olan İngiliz model Susie Bick ile tanıştı. Şarkılarında duyurduğu arındırılmış ve karşılıksız aşkı bulan Nick, 2000’lere gelmeden Susie Bick ile evlendi. Bu ikilinin arasında olanları anlamak için sadece “Push the Sky Away” (2013) albümünün kapağına bakmanız yeterli.
Sanrılar ile geride kalan 15 albüm
Tha Bad Seeds ile her kaydettiği albümde hikâyesinin yeni bir bölümünü tamamlayan Nick Cave, sonraki adıma geçmek için önce içindeki hayaletleri gömmesi gerektiğini söylüyor. Cave, böylelikle geride kalanlarla arasına bir duvar örmeyi başarıyor. Bu da aslında 15 albümlük bir diskografide neden her seferinde kendimizi yeni çıkmazların içinde bulduğumuzu açıklıyor.
Tek tek Nick Cave’in albümlerinin içini açmak benim de işime gelirdi. Fakat daha 12 yaşında babası tarafından suç romanları okumaya teşvik edilen bir adamın tapınağında fazla vakit geçirmemek daha iyi. Yine de “Let Love In” (1994)’i, diğer tüm Nick Cave albümlerinden farklı bir yere koymak gerekiyor. Elbette albümün içinde “Red Right Hand” gibi bir başyapıt bulunsa da demek istediğim bundan farklı. Nick Cave bu albümde; beddua etmek ile yardıma koşmayı, çirkinlik ile güzelliği, acımasız olmakla nezaketi mükemmel bir dengede müziğine ve sözlerine yansıtıyor. Ne demiştim başta? O bir cambaz.
Nick Cave için bir gerçek var ki; o da bir erkekte olması gereken tüm seslere sahip olması. 1988 çıkışlı “Tender Prey”, bunu en iyi anlayacağımız albüm. Bob Dylan, Leonard Cohen, Joe Cocker, Tom Waits ve diğerleri… Nick Cave, bu albümde kontrolsüzce dünyaya “Bende tüm bu seslerin hepsi var.” diye haykırıyor. Geriye sadece saygı duymak kalıyor.
Karanlık ruh beyazperdede
Sadece sesi ile tekinsizlik, duygusallık ve acıyı iletmiyor Nick Cave, bunu bedenen de yayan bir karizmaya sahip. İlk olarak Alman yönetmen Wim Wenders’ın kült filmi “Wings of Desire”da rol alan Nick Cave, daha sonra Brad Pitt ile “Johnny Suede” filminde bir araya geliyor. Fakat en önemlisi ise kendi hayatını kaleme alıp oynadığı “20.000 Days on Earth” belgeseli. Nick Cave’in kurgu olarak adlandırdığı hatıralarının en gerçekçi yansımalarını bu belgeselde görme şansı yakalıyoruz.
Bir trajedi ve yeniden doğuş
2000 yılında Susie Bick ile olan evliliğinden ikiz çocuklara sahip olan Nick Cave, 14 Temmuz 2015’te hayatının en acı günlerinden birini yaşadı. Cave’in ikiz çocuklarından Dave, uçurumdan düşerek hayatını kaybetti. Bu üzücü olayın ardından ailesinin zor zamanları aşmak için mahremiyete ihtiyacı olduğunu duyuran Cave, bir yıla yakın süren sessizliğini 16. albümü “Skeleton Tree” ve yeni filmi “One More Time With Feeling” ile bozdu. Tüm kariyerini zihnindeki dokunulmaz hatıralar ile aydınlatan Nick Cave’in bu kör delikten nasıl biri olarak çıkacağını sadece ben değil tüm dünya merak ediyordu. Ne de olsa o ruhun en karanlık köşelerine bile ulaşabilen, cesur bir anlatıcıydı.
Nick Cave and The Bad Seeds’in 16. albümü “Skeleton Tree”, ismini Cave’in ikinci evi olan Brighton’daki “West Pier (Batı İskelesi)”den alıyor. 150 yıllık bir geçmişe sahip olan “West Pier”, tarihinde iki kez yangın ve büyük hasarlar aldığı sayısız fırtına atlattı. Fakat iskele, öyle ya da böyle ayakta kalmayı başardı. Tıpkı Nick Cave gibi… “Skeleton Tree”, Nick Cave için her şeyin başlangıcı ve sonu. Eşi, ölen çocuğu ve müzik kariyeri… Tüm yaşananlardan sonra yapabileceği şeyler artık daha netti. Gerçekleri kabullenip çocuğunun büyüdüğü izlemek, müzik yapmaya devam etmek, hayatın onu nereye sürükleyeceğini görmek ve tüm bunları yaparken nefes almayı unutmamak… Kuşku yok ki tüm bunları yaparken bir parçasının asla iyileşemeyeceğini bilerek yaşayacak.
Nick Cave, tüm acılarından bir şekilde beslenmeyi başardı. Albüm sonrası verdiği konserlerde sahnede artık başka ruhun olduğu söyleniyor. Bu yüzden İstanbul Caz Festivali kapsamında, 10 Temmuz Salı akşamı bizi çok ama çok farklı bir konser bekliyor.
* The Rave Mag Kurucusu, Genel Yayın Yönetmeni
İstanbul Caz Festivali 25. yaşını kutluyor.
Bu vesileyle her hafta sürpriz bir isim, 25 yıldır cazı ve çok daha fazlasını İstanbul’a taşıyan festivalin unutulmaz konserlerini, perde arkasını, caza dair bilgi ve birikimlerini T24 okurları için yazıyor. Yazıların ardından sohbet, #25YıldırCazveDahası etiketiyle sosyal medyada da devam ediyor.
"25 yılda sahnede neler olup bittiğini bilenler biliyor. Sahne arkasında ise bu duygular hâkimdi… Büyük bir aile, adanmışlık, tutku, inanç ve müziğe duyulan sonsuz aşk"