Twitter’ın aşırılığı bir yana, bizi en çok mağdur eden, “En güzel, doğru cümleyi ben kurdum, en çok rt ve fav ben aldım” ya da “En çok ben hissettim, ben anladım; sen bu filmi zaten anlamazsın” kibri ile karşılaştığımız “siber-barbarlıklar”. Ve burası, artık yönetmenlerin de şov alanı!..
Son zamanlarda bir film var ki hepimiz hakkında mutlaka cümleler kuruyoruz. Hislerimizi-düşüncelerimizi/hissettirdiklerini-düşündürdüklerini bir an önce birilerine aktarma telaşındayız. Bu aktarım yöntemi de elbette yoğun olarak sosyal medya; yoğunluk derecesini daha da artıralım: Günahkâr Twitter!.. (Bir de kim ne demiş diye ekstra bakarsak, kafalarımız tam bir hallaç pamuğuna dönüyor bilgi akışından…)
Ve oradan buram buram yayılan bir Alfonso Cuaron otobiyografik Roma’sı üzerine akan hisler…
Filmi anlamak değil, hissetmek lâzım!
Benim dünya sinema tarihinde en sevdiğim yönetmenlerden olan Robert Bresson’a bir röportajında sorarlar: “İnsanların sizi anladığını düşünüyor musunuz?”
Cevap: “İnsanların bir filmi anlamadan önce hissetmelerini yeğlerim.”
İşte belki Roma tam da böyle bir film. Dibine kadar hissedip, hissettirdiklerini anlatmaya çalışırken debelenip duracağımız türden… Ki ben de filmleri izler izlemez, hemen sevgi, aşk sözleriyle yaklaşırım. Hislerimi anlatmaya çalışırım.
Bu hislenme durumu, yazarken başkaları tarafından yanlışmış gibi karşılansa da Bresson da yanılıyor olamaz değil mi?!..
Ya da Roma ile ilgili çıkan yazılarda hisler, duygular, gönüller, hüzünler üzerine birçok kelam ediliyorsa… Filmler üzerine artık hisler daha çok aktarılmaya çalışılıyorsa…
Bir yerlerde daha önemli “şeyler” olabilir.
Hikâye sahibi de “görünmek” isterse
Twitter’da daha izlemeden bir film üzerine maruz kaldığımız tonla bilgiden arınıp o filme nasıl gireceğiz? Diyelim ki beni etkilemiyor başkalarının düşünceleri… Diyelim ki maruz kaldığımı çabuk unutuyorum… Diyelim ki sadece bana hissettirdikleri ile ilgilenebiliyorum sadece?..
Peki filmin anlatıcısı, Cuaron’un sosyal medyada durmadan “Gelecek senindir” (“The Future is yours”) diyen veya “Anlatılan Senin Hikayendir” demeye getiren tarzda dahi videolar çekip bunu bir pazarlama stratejisine dönüştürmesi; bunlar filmle ilgili hissettiklerinize/hissettiklerimize yara açmaz mı?
Cuaron, sinema dili olarak Roma'da Hollywood konvansiyonlarından sıyrılsa da reel hayatında Hollywood'un onu yönetmeye devam eden kodlarından sıyrılamıyor maalesef ve hâlâ işin “Show-business” kısmında… Ve de açıkçası sosyal medyadaki “aşırı Cuaron”, Cuaron'un Roma gibi bir filmi epey hesaplayarak (Hollywood hesapçılığında) oluşturduğunu, dolayısıyla ruhunun o kadar da bizi satmalayamayacak düzeyde olduğunu düşündürtüyor haliyle bana… Sanırım bazı kelimeleri sessize aldığımız gibi, yönetmenleri de artık sessize almalıyız sosyal medyada.
Kendinizi böylesi gerçek bir otobiyografinin içinde bulmuş, onu içinize almışken; hikâyenin sahibinin bir çağ yangını olan “Görünür olma” arzusuna, “Görünmüyorsan yoksun” kaygısına böylesine kapılması canınızı acıtmaz mı?
Ben olayın bu kısmındayım daha çok. Yönetmenlerin her zaman daha az görünür olmaları gerekir; bu, onların hikayelerini kıymetli yapar. Aksi takdirde “Madem üzerine bu kadar konuşacaktın, neden bir anlatım dili olarak sinemayı seçtin ki?” diyesim gelir hemen. Tıpkı yazarlar gibi, yazdıktan sonra neden o kadar konuşursun ki? Eksik mi yazdın da ağzımızdaki dile ihtiyaç duyuyorsun, neden bizi mağdur ediyorsun kitabını satıp, bu eksik bir kitapsa? (“Şovmen-yazarlık” konusuna başka episode’da geçeriz.)
Yine Bresson, benim başucu kitabım olan “Sinematograf Üzerine Notlar” kitabında şöyle der yönetmenlere: “Film yönetme, kendini yönet.”
Nasıl da önemli bir söz… İnsan kendini yönetmeyi öğrenmediği, egosunu yönetmeyi öğrenemediği sürece, kendine ve hikâyesine de zarar verecektir.
Hayat değil, Twitter yorar oldu bizi…
Twitter’ın aşırılığı bir yana, “profesyonel” olan sektörümüzde (ki ben filmin sonunu yazanı dahi gördüm yazısında) bizi en çok mağdur eden, “En güzel, doğru cümleyi ben kurdum, en çok rt ve fav ben aldım” ya da “En çok ben hissettim, ben anladım; sen bu filmi zaten anlamazsın, sen ne yaşadın ki ne hissedeceksin” kibri ile karşılaştığımız “siber-barbarlıklar”.
E, artık burası yönetmenlerin de şov alanı haline geldiğine göre!..
Hasılıkelam, bizi artık hayat değil Twitter yormaya başladı. Linçlerin en büyükleri de burada, her konuda bir yarış ve her yerde en görünür olma telaşı da burada…
Marshall Mcluhan yaşasaydı sosyal medya hakkında ne düşünürdü acaba diye sürekli kafa yorarım. “The medium is the message” (“Araç, mesajdır”) sözünü acaba “Social media is the message” olarak dönüştürür müydü dersiniz?..
Sen en güzel duyguların katili misin be sosyal medya?!.
Seversiniz sevmezsiniz ama bundan 8 yıl önce töre dizilerinin, zengin adam fakir kız dizilerinin arasında, televizyon programında eşcinsellik üzerine konuklarıyla uzun uzun konuşabilen sadece Okan Bayülgen vardı. Bayülgen de RTÜK’ün gazabına çok kez uğradı maalesef
“Meydanı da yasaklasalar, sokakları da kapatsalar mücadele sürecek. Başladığımızdan beri, 17 hükümet değişti; onlar değişiyor ama biz hala mücadeleye devam ediyoruz” diyor 1995’te gözaltında “kaybedilen” Fehmi Tosun’un kızı Besna Tosun…