18 Ekim 2023

"Türken Raus!"

İnsanlar maddi yoksulluk kadar, can güvenliği ve insan hakları yoksunluğundan da kaçıyor ve bu yoksunluklardan kurtulabileceklerini var saydıkları ülkelere doğru önüne geçilmez bir sel gibi akıyor. Sınırları aşarken dağlarda donup kalma, denizlerde helak olma, yada sınır muhafızlarınca öldürülme riskleri umurlarında değil. Umurlarında değil, çünkü ülkeleri yaşanılır yerler olmaktan çıkmış çoktan. Veya böyle yaşamaktansa ölsem daha iyi, belki de ben yırtarım diyorlar

Günümüzde herkesin, doğumunda edinilen bir kimlik kartı var. Ama bu o kadar yeni bir şey ki! İlk fotoğraflı kimlik belgesinin çıkış tarihi 1876. Ancak bunlar 20 yüzyıl başlarına kadar yaygınlaşmıyor. Bu kimlikler, başka işlevlerinin yanı sıra belirli bir ülkenin vatandaşı olduğunuzu gösteriyor. Vatandaşlık da size bazı hak ve yükümlülükler getiriyor.

Kimlik belgelerinin hemen bütün ülkelerde mecburi hale getirildiği Birinci Dünya Savaşı sonrasında Alman asıllı bir yazar kimlik belgesi meselesini can yakıcı biçimde ele almıştı. B. Traven'in 1926'da, kimlik belgelerinin mecburi hale getirilmesinin hemen ertesinde yazdığı romanı Ölüm Gemisi adını taşıyordu. Kitap Türkiye'de Adalet Cimcoz çevirisiyle 1957'de okurlarla buluşmuştu.

Kitabın anlatıcısı New Orleanslı olduğunu iddia eden, kimliği, pasaportu veya çalışma belgeleri olmadığı için Hollanda'nın Anvers Limanı'nda mahsur kalmış ABD'li denizci Gerard Gales. Gales kim olduğunu ispat edemediği için defalarca tutuklanır, bir ülkeden öbür ülkeye sürekli sınır dışı edilir. Sonunda da acından ölmemek için bulabildiği tek işe girer. Bu, eski ve yıpranmış bir gemidir. Kitaba adını veren "ölüm gemisi" deyimi, sahiplerinin gerçek değerlerinin çok üzerinde sigortaladığı ve batmasının yüzmesinden daha kârlı olduğu gemiler için kullanılmaktadır. Böyle bir gemide sadece vatandaşlık belgelerine sahip olmadığı için fiilen vatansız kabul edilen, bu nedenle de herhangi bir ülkede yasal ikamet olanağı veya iş bulamayan denizciler çalışmaktadır. Onlar bu hantal geminin köleleridir. Boğaz tokluğuna çok ağır bir işi yapmaya ve hayatlarını her an batabilecek bir gemiye emanet etmeye mecburdurlar.

Traven bu romanı yazarken günümüz dünyasının büyük sorunu olan sınır aşan göçmenlerin durumunu yıllar öncesinden öngörmüyordu şüphesiz. Ama edebiyatın gücü böyle bir şeydir işte. Yazarın kurmaca dünyasının konusu, yazıldığı zamanın gerçeklerinden kaynaklanıyor olsa da insanlığın gelecekteki büyük problemlerine güçlü bir ışık tutabilir.

Uzun bir süreden beri yoksul güneyden, varlıklı kuzeye yönelen ve her geçen gün yeni bir ivme kazanan büyük göçün nedenini bu cümledeki "yoksul" ve "varlıklı' sözcükleri anlatıyor. İnsanlar maddi yoksulluk kadar, can güvenliği ve insan hakları yoksunluğundan da kaçıyor ve bu yoksunluklardan kurtulabileceklerini var saydıkları ülkelere doğru önüne geçilmez bir sel gibi akıyor. Sınırları aşarken dağlarda donup kalma, denizlerde helak olma, yada sınır muhafızlarınca öldürülme riskleri umurlarında değil. Umurlarında değil, çünkü ülkeleri yaşanılır yerler olmaktan çıkmış çoktan. Veya böyle yaşamaktansa ölsem daha iyi, belki de ben yırtarım diyorlar.

Desen: Selçuk Demirel

Ama eğer başarılı olur da sınırı geçebilirlerse çoğunu Traven'in "Ölüm Gemisi" bekliyor. Bir kimlik belgesinden, vatandaşlık bağının getirdiği haklardan yoksunlar, kendilerine geçici belgeler veriliyor ve belirli bir yerde, mülteci kamplarında, kıyıya yanaştırılmış hapishane benzeri bir gemide zor koşullar altında yaşamaya zorlanıyorlar. Mülteciler sığındıkları ülkelerde en zor işlerde ucuza çalıştırılıyor ve her an sınır dışı edilme tehlikesi altında yaşıyorlar. En kötüsü de yabancı düşmanlığının onları hedef haline getirmesi. Örneğin ülkemizde linç girişimlerine maruz kalan göçmenler bile oldu. Hatırlarsınız sosyal medyada Suriyeli gençlerin ülkelerinde kalıp savaşmak yerine Türkiye'ye geldikleri, bu yetmezmiş gibi muz yedikleri eleştirileri dolaşınca bazı Suriyeli gençler muz yerken çektirdikleri fotoğrafları paylaşmıştı. Bu cüretkârlığın bedeli ne oldu peki? Yakalanıp sınır dışı edildiler! Suriyeli bir anne ise sosyal medyada yaptığı şu paylaşım nedeniyle tutuklandı: "Bugünün en utanç verici duygusu, çocuklarımıza bize ait olmayan bir milli marşın zorla söyletilmesidir!" 

İnsanlık tarihi bir coğrafyadan öbür coğrafyaya sürekli geliş gidişlerin tarihidir bir bakıma. Avusturya işçi marşının ünlü bir dizesi, dünyamız siyasi sınırlarla parsellere ayrılmadan önce tüm insanlık için geçerliydi: "Yurdumuz bütün cihandır bizim!" İnsanlar daha iyi otlaklara ya da avlaklara ulaşmak veya bir tehlikeden kaçmak için geniş coğrafyalar arasında gidip gelirlerdi. Bu gün genetik bulgular insanların bundan 30 bin yıl önce Güney Sibirya'dan hareket edip o zaman bir kara köprüsü durumundaki Bering Boğazını geçerek Amerika'ya ulaştığını gösteriyor bize.

Hani Yunus Emre demiş ya "Mal sahibi, mülk sahibi hani bunun ilk sahibi?" diye. Mülk "memleket" anlamına da geldiğine göre bu deyişin günümüzün siyasi coğrafyası için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlığın 300 bin yılı aşan bir tarihi var. İlk devletler ise günümüzden sadece 6000 yıl önce Mezopotamya'da kuruldu. Bugün dünya haritasında yer alan Avrupa ve Orta Doğu devletlerinin hiçbiri MS 100 yılında mevcut değildi. Roma İmparatorluğunun sınırları Basra Körfezi'nden başlıyor ve İngiltere içlerine kadar uzanıyordu. Kuzey Afrika ve Orta Avrupa, bütünüyle Anadolu ve Kafkaslar bu sınırlar içindeydi. İmparatorluk çözülünce MS 350 ile 900 arasında Germen kavimleri Batı Avrupa'yı, Slavlar Doğu Avrupa'yı istila etti. İstilacılar arasında Atilla önderliğindeki Hunlar da vardı. Bulgarlar 7. yüzyılın sonlarında Balkanlar'ı fethetti. Hun akınlarının bir sonucu olarak da 895'te Macaristan oluştu. Günümüzün Avrupa'sı bu 550 yıl içinde şekillendi.

Balkanlardan Suriye'ye uzanan geniş bir coğrafyada varlığını sürdüren Doğu Roma İmparatorluğu (sonradan Bizans İmparatorluğu denilecektir) ise bin yıl kadar bir gecikmeyle Türkmen boylarının Anadolu'ya göçünün sonucu olarak zayıflayacak sonra bunlardan en gelişmişi olan Osmanlı Devleti eliyle yıkılacaktır. Çeşitli etnik toplulukların ve Yunanca, Ermenice, Gürcüce, Kürtçe, Lazca gibi birçok dilin yaşadığı bu kara parçasında ortak dil, çarşı-pazar dili olan Yunancaydı. Ama 10. yüzyıldan itibaren çeşitli Türkmen boyları dalgalar halinde Anadolu'ya gelip yerleşince çarşı-pazar dili 13. yüzyılda Türkçe haline geldi. Yani sizin anlayacağınız Türklerin göçü Anadolu demografisini "bozmuştu!" Günümüzde de Suriyelilerin Anadolu demografisini bozduğu söyleniyor.

Osmanlı döneminde ise Anadolu'ya büyük Yörük göçleri oldu. Timur ordularının Anadolu'yu işgali sonrasında birçok Timurlu askerinin aileleriyle birlikte Anadolu'ya yerleştiği tahmin ediliyor. 19. yüzyılın ortalarında Çerkezler ve diğer Kafkas halkları Anadolu'ya göç etmek zorunda kaldılar. Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı da büyük muhacir dalgalarına neden oldu. Yani günümüzde sığınmacılara atıp tutanların çoğunun atası bir zamanlar yurtlarını terk etmek zorunda kalmış, "göçmen" olup Anadolu'ya gelmişti.

Bugün Kuzey yarı kürenin zengin coğrafyaları büyük bir göç baskısı altında. Bu baskının tarihte barbar akınları örneğinde olduğu gibi bu zengin coğrafyaların demografisinde ve ulus-devlet yapılanmalarında önümüzdeki süreç içinde büyük değişimler yaratacağı çok açık. Göçlerin günümüzdeki etkilerine baktığımızda bir yandan kültürel zenginliğin arttığını, göçmenlerin katılımıyla daha kapsayıcı demokrasilerin oluştuğunu, bir yandan da ayırımcılık ve nefret söyleminin ve popülist iktidarların yükseldiğini görüyoruz. Göçmen politikaları henüz değişmese de Pakistan kökenli Müslüman Hamza Yusuf'un İskoçya Başbakanı, Hint kökenli Rishi Sunak'ın Büyük Britanya Başbakanı, Fas kökenli Ahmet Ebutalip'in Rotterdam Belediye Başkanı ve Türk kökenli Belit Nejat Oyan'ın Hannover Belediye Başkanı olduğu bir dünyada yaşıyoruz şimdiden. Dünya'nın fiziki kabuğu nasıl sürekli bir devinim halindeyse, beşeri kabuğu da ondan aşağı kalmayan, belki ondan daha dinamik bir devinim halinde.

Dünyanın yoksul ve zengin ülkeler halinde ikiye ayrılmasının birçok nedeni var. Bunlardan en önemlisi Latin Amerika'dan Afrika ve Asya'ya kadar uzanan geniş coğrafyaların 15. yüzyıldan itibaren sömürgeleştirilip talan edilmesine ve gelişme dinamiklerinin tahrip edilmesine neden olan sömürgecilik ve emperyalizm. 1500'lerden 1900'lere kadar 15 milyon Afrikalının köleleştirilip Kuzey ve Güney Amerika'ya götürüldükleri biliniyor. Tarihçiler her üç köleden ancak birinin Amerika'ya sağ ulaşabildiğini söylediklerine göre bu yüzyıllar içinde 45 milyon Afrikalı topraklarından koparılmış ve bunların 30 milyonu da yollarda ölmüş.

Ana ticaret yollarının uzağında kalan, doğal kaynakları zayıf, iklim koşulları elverişsiz bölgelerin sınırlı bir gelişme göstermesi, güney ülkelerinin denetimden uzak siyasal iktidarlarının insan hakları ihlalleri ve kamu kaynaklarını talan etmeleri de kuzey-güney uçurumunun nedenleri arasında. Dış ticaret hadlerinin kuzeyin lehine olması, yani dış ticaretin kuzeyin yüksek katma değerli ürünleriyle, güneyin düşük katma değerli ürünlerin değişimine dayanması da kuzey-güney uçurumunu büyütüyor.

Kitlesel göçlerin kontrol altına alınabilmesi esas olarak coğrafyalar arasındaki eşitsizliklerin azaltılmasına bağlı. Bu dünya çapında yürütülecek büyük bir örgütlenme ve dayanışma çabasını gerektiriyor. Zengin kuzeyin ulusal gelirlerinin sadece yüzde birini -ki 2022 yılı sayılarıyla bu 370 milyar dolarlık bir kaynak anlamına gelir- her yıl yoksul dünyanın refah projelerine harcaması halinde kuzey-güney uçurumunun yarattığı göç sorunun büyük ölçüde hafifletilebileceğini uzmanlar söylüyor. Ama kuzey ülkeleri ellerine ceplerine atmak yerine giderek büyüyen mülteci/göçmen sorununa karşı polisiye tedbirleri tercih ediyor. Herhalde iklim krizinde olduğu gibi göçmen krizine neden olan sebeplerle mücadele etmek yerine krizin sonuçlarıyla mücadele etmeyi daha "ekonomik" buluyorlar.

Dünyada ve Türkiye'de göçmenlere en sert karşı çıkanlar faşistler ve ulusalcılar. Buna Türkiye'nin kendine özgü "sosyal demokrat partisi" CHP de ekleniyor. Bir zamanlar Almanya'da "Türken Raus!" "Türkler Dışarı!" sloganlarıyla gösteri yapan faşistlere karşı Alman solcuları, sosyal demokratları hatta Hristiyan ve liberal demokratları karşı gösteriler düzenleyerek mücadele etmiş ve başarılı olmuşlardı. İnsan, böyle bir tarihsel tecrübeye sahip bir halkın göçmen sorununda çok daha duyarlı olmasını bekliyor. Ama ülkemizde geniş çevreleri kucaklayan etkili bir "Göçmen kardeşime dokunma" kampanyası hâlâ yok!

Çağatay Anadol kimdir?

Çağatay Anadol, 1945'te İstanbul'da doğdu. Gelenbevi Ortaokulu, Vefa Lisesi ve ODTÜ İdari İlimler Fakültesi Ekonomi-İstatistik Bölümünden mezun oldu.

1966'da öğrenciliği sırasında Türkiye İşçi Partisi'ne üye oldu. 1972'de Dev-Genç davasının sanığı olarak kısa bir süre Mamak Cezaevi'nde kaldı. 1973-1980 arasında ortaklarıyla birlikte REYO Matbaası'nı işletti.

1974'te kurulan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin merkez yürütme kurulu üyeliğine getirildi. Partinin genel saymanlık ve eğitimpropaganda sekreterliği görevlerinde bulundu.

12 Eylül darbesi öncesinde partinin kapalı dönem çalışmalarını yürütmekle görevli icra komitesinin sekreterliğine getirilerek 1985'te tutuklanıncaya kadar bu görevi sürdürdü.

Dokuz ay süren hapisliğinden sonra TSİP'in gayriresmî yayın organı Görüş dergisini çıkardı. Sosyalist Birlik Partisi, Birleşik Sosyalist Parti ve Özgürlük ve Dayanışma partilerinin kurucuları arasındaydı.

1991'de Tarih Vakfı yayın bölümünün başına getirilerek 2001'e kadar Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi ve Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi'nin, ayrıca vakfın kitap ve dergilerinin yayınından sorumlu oldu. 2002'de emekli olunca sosyal bilimler ve tarih alanında kitaplar yayımlamak üzere Kitap Yayınevi'ni kurdu.

Çevirmen ve editör Ayşen Anadol ile elli küsur yıldır evli.

Yazarın Diğer Yazıları

Altı - Yedi Eylül 1955: Çocuklar yine koşuşturuyor, ama aralarında bir Efiça, Maki ya da Bobo yok

6 Eylül 1955 akşamında Rumların evlerinin basıldığı haberi çapulcuların kendisinden önce sokağa ulaşıyor. Rum çocuklar derhal evlerine giriyor. Sokağa büyük bir korku siniyor… Belki korur umuduyla evlere bayraklar asılıyor. 8 numaranın büyük gelini Nazime, evde o an mevcut en küçüğü 10, en büyüğü 19 yaşlarındaki altı çocuğu, dört Rum evinin kapısına dağıtıyor. Görevleri, çapulcular geldiği anda "Burası bizim evimiz amca!" demektir

1 Mayıs 2025

"Sendikasızlaşmanın gün geçtikçe arttığı, buna paralel olarak da yoksullaşmanın, işsizliğin çığ gibi büyüdüğü bir ülkede 1 Mayıs'ların 'eski' vizyonuna yani siyasi, dini, etnik farklılıklarına bakılmaksızın bütün işçilerin bir araya gelerek ortak hedeflerini haykırdığı bir yaklaşıma sarılmak zorunludur. DİSK'e de bu sürece öncülük etmek yakışır. Konfederasyonumuzun yarınki ilk işi bu amaçla kardeş konfederasyonlardan randevu istemek ve 2025'in 1 Mayıs kutlamalarını kitlesel ve barışçı bir biçimde İstanbul'un en büyük miting meydanlarından birinde kutlamak için kolları sıvamaktır"

"
"