29 Aralık 2024

Kim korkar özerklikten!

İtalya’daki özerk bölge statüsü birilerine “ağır” gelmiş olabilir. Telaş yok, müzakere edelim, bir noktada anlaşırız. Yeter ki anlaşmayı kafaya koyalım!

Geçenlerde Eurosport 1 kanalında bugün dünyanın bir numaralı tenisçisi olan Jannik Sinner’le ilgili bir program vardı. Tenise ilgi duymayanlar için söyleyeyim Sinner bir İtalyan vatandaşı, ama ana dili İtalyanca değil de Almanca. Hanspeter ve Siglinde’nin oğulları olarak 2001’de İtalya’nın kuzeyindeki Güney Tirol bölgesinde doğmuş. Belgeseli izlerken herkesin Almanca konuştuğunu, trafik tabelalarının da Almanca ve İtalyanca olduğunu fark edince üniter bir devlet olan İtalya’da bu çok dilli toplum yapısının nasıl oluştuğunu merak ettim.

Biraz çalışınca öğrendim ki meğer İtalya’da beş özerk bölge varmış:

1. Güney Tirol (Alto Adige) bölgesi I. Dünya Savaşı sonrası Avusturya'dan İtalya'ya geçmiş. Mussolini döneminde İtalyanlaştırma politikasına maruz kalmış. II. Dünya Savaşı sonrası 1946'da İtalya-Avusturya anlaşmasıyla (Gruber-De Gasperi Anlaşması) Almanca konuşan halka özerklik hakları tanınmış.

2. Valle d'Aosta (Aosta Vadisi) tarihsel olarak Fransız kültürü etkisinde olan bu bölgeye 1948'de Fransa’yla kültürel bağlarını koruması için özerklik verilmiş.

3. Sicilya’ya ise güçlü ayrılıkçı hareketleri dengelemek amacıyla 1946’da özerklik verilmiş.

4. Sardinya da ada kimliğinin korunması ve ekonomik gelişiminin desteklenmesi amacıyla 1948'de özerklik sahibi olmuş.

5. Friuli-Venezia Giulia’ya ise Sloven azınlığın haklarını korumak için 1963’te özerklik sağlanmış.

Şimdi de bizim Jannik Sinner’in memleketi Güney Tirol (İtalyanca: Alto Adige, Almanca: Südtirol) hakkında biraz ayrıntı verelim. Nüfusunun yaklaşık yüzde 70'i Almanca konuşuyor. Tüm resmi işlemler iki dilde yapılıyor. Sokak isimleri, trafik levhaları ve resmi tabelalar iki dilde yazılıyor. Kamu görevlilerinin iki dili de bilmesi gerekiyor (bakın bu çok önemli).

1. Dünya Savaşı sonrasında İtalya'da özerklik düşüncesinin hayat bulması büyük ölçüde Mussolini dönemindeki “uygulamalarla” ilgili. Biliyorsunuz Mussolini Ulusal Faşist Parti’nin (Partito Nazionale Fascista) lideri olarak 1922 sonunda iktidara geldi. Hemen ardından da ülkenin en büyük azınlığı olan Güney Tirol Almanları üzerinde bir İtalyanlaştırma (Italianizzazione) politikası uygulamaya başladı. “İtalyanlaştırma” çok kapsamlı ve sert bir politikaydı. Almanca yer isimlerin İtalyanca isimlerle değiştirilmesi, Almanca eğitimin yasaklanması, Alman öğretmenlerin meslekten çıkarılması, Almanca gazetelerin kapatılması, resmi dairelerde Almanca kullanımının yasaklanması… Hatta, biliyorum inanmayacaksınız ama mezar taşlarındaki Almanca yazıların silinmesi. Herşey ne kadar tanıdık geliyor değil mi?

Tabii bunlarla yetinilmemiş ve nüfus mühendisliği yöntemleriyle bölgeye yoğun bir İtalyan göçü teşvik edilmiş, bunu kolaylaştırmak için de Alman kökenli çiftçilerin toprakları istimlak edilmiş, ahalinin geleneksel Tirol kıyafetlerini giymesi yasaklanmış, Alman kültür dernekleri kapatılmış, hatta ve hatta Katolik kilisesinde Almanca ayinler bile kısıtlanmış... Alman kökenli ailelerin İtalyanca soyadları almaya zorlanması da işin cabası. Ama bunlarla yetinilmiş mi? Ne yazik ki hayır! 1939'da imzalanan Hitler-Mussolini anlaşmasıyla Güney Tirollülere ya İtalyan vatandaşı olup kültürlerinden vazgeçme ya da Almanya'ya göç etme seçeneği sunulmuş. Yaklaşık 86 bin kişi de Almanya'ya göç etmiş. “Ya İtalyan olmayı kabul et ya da ülkeyi terk et!” politikasını da bir yerlerden hatırlıyorum sanki.

Tabii bu İtalyanlaştırma politikası bölgede derin izler bırakmış ve II. Dünya Savaşı sonrası özerklik taleplerinin temel gerekçelerinden biri olmuş. 1948 İtalyan Anayasası’yla da özerklik hukuk sisteminin meşru parçası haline getirilmiş.

Bugün yürürlükte olan sistemde her özerk bölgenin kendi parlamentosu (Consiglio Regionale, Güney Tirol’de Landtag), kendi hükümetleri (Giunta Regionale, Güney Tirol’de Landesregierung) var. Başkanlarını (Presidente della Regione) kendileri seçiyorlar. Mali özerkliğe sahipler. Vergi gelirlerinin yüzde 90'ı bölgede kalıyor. Eğitim, sağlık hizmetleri, ulaşım, turizm, çevre koruma, kültür politikaları, kentsel planlama bölgesel yönetimin yetki alanı içinde. Dış politika, ulusal savunma, para politikası, genel güvenlik ve yargı sistemi merkezi hükümete ait.

İtalyan Anayasa Mahkemesi (Corte Costituzionale) özerk bölge parlamentolarının kararlarını ve özerk bölge yetkili organlarının statü düzenlemeleri anayasaya uygunluk açısından denetliyor. Merkezi hükümet, özerk bölge yasalarına karşı Anayasa Mahkemesi'ne başvurabiliyor. Özerk bölgeler de merkezi hükümetin kararlarına karşı mahkemeye başvurabiliyor.

Şimdi sıkı durun! İtalya'daki özerk bölgelerin kendi bayrakları, armaları ve diğer bölgesel simgeleri var.

Valle d'Aosta’ün kırmızı-beyaz renklerde, siyah kartal figürlü bayrağı var.

Sicilya’nın sarı/kırmızı zemin üzerinde üç bacaklı Trinacria sembolü olan bir bayrağı ve "Madreterra" (toprak ana) adlı marşı var.

Valle d'Aosta’nın siyah/kırmızı zemin üzerinde aslan figürü bir bayrağı var.


Sardinya’nın beyaz zemin üzerinde kırmızı haç ve "Dört Mağrip Başı" olarak bilinen figürleri olan bir bayrağı var.

Friuli-Venezia Giulia’nın ise mavi zemin üzerinde bir kale burcu ile sarı bir kartal bulunan bir bayrağı var.

Ancak bu bölgesel simgeler her zaman İtalyan ulusal bayrağı ve sembolleriyle birlikte kullanılıyor. Bu da, özerkliğin İtalyan devleti çerçevesinde olduğunu gösteriyor.

Gördüğünüz gibi yer yarılmamış, gök kafalarına yıkılmamış, kardeş kardeş yaşıyorlar. Hatta bu etnik/kültürel farklılıklar meşru kabul edildiği için bunların varlıklarını göze batırma çabası da anlamsız hale gelmiş. “Biz-hepimiz” duygusu kuvvet kazanmış. Bunu görmek için Jannik Sinner örneğine bakmak kâfi. Kızıl saçları nedeniyle havuç/carota diye anılan Alman asıllı bu genç 2024’te Avustralya Açık ve ABD Açık tenis şampiyonalarını kazanarak bir İtalyan kahramanı haline geldi. İtalyan seyirciler Sinner’in maçlarında kendilerini havuç gibi gösterecek giysilere bürünüyor, kafalarına kızıl peruklar geçiriyor ve müthiş bir tezahüratla bu sevgili Alman’ı bağırlarına basıyor.

* * *

Ama tabii bunlar o kadar kolay olmamış. İtalya'da özerk bölgeler oluşturulurken ciddi tartışmalar ve karşı çıkışlar yaşanmış. Merkezi hükümet yanlıları ülkenin bölüneceği, ulusal birliğin zayıflayacağını İtalyan kimliğinin tehlikeye gireceğini haykırmışlar. İtalyan milliyetçileri de Güney Tirol'deki Alman kültürünün güçlenmesinden endişe duyarak “Tek millet, tek dil” politikasını savunmuşlar (her ülkenin tarihinde aynı şeylerin tekrarlandığı dönemler olması ne kadar sıkıcı).

Ancak zaman bütün bu endişelerin yersiz olduğunu gösterdi. İtalya bölünmedi, aksine, özerklik sistemi etnik gerilimleri azalttı, bölgesel kalkınma desteklendi, kültürel çeşitlilik korunurken ulusal birlik de güç kazandı. Bu deneyim, azınlık haklarının tanınmasının ve yerel özerkliğin ülke bütünlüğünü tehdit etmek yerine güçlendirebileceğini gösterdi.

Artık iyice anlaşıldı ki özerklik verilerek etnik ve kültürel hakların tanınması gerginliği azaltıyor, yerel toplulukların kendi kimliklerini korumalarına olanak sağlıyor, yerel kalkınmayı destekliyor, yüz yıllık sorunlara demokratik ve barışçıl bir çözüm sunuyor.

Ama bunların başarılması içinde şunlar olmazsa olmaz koşullar:

- Güçlü demokratik kurumların varlığı

- Hukukun üstünlüğüne bağlılık

- Toplumsal uzlaşı kültürü

- Taraflar arasında karşılıklı güven

Hamiş

Belki İtalya’daki özerk bölge statüsü birilerine “ağır” gelmiş olabilir. Telaş yok, müzakere edelim, bir noktada anlaşırız. Yeter ki anlaşmayı kafaya koyalım!

Hatta belki “özerklik” kelimesi bile bazılarını yerinden sıçratıyor olabilir. İlle de bu kelimeyi kullanmamız gerekmez, yeter ki işi doğru tarif edelim.

Hani “kanarya” diyemeyen Laz’ın tarifi gibi...

“Saridur, cikcik öter, uçar!”

Çağatay Anadol kimdir?

Çağatay Anadol, 1945'te İstanbul'da doğdu. Gelenbevi Ortaokulu, Vefa Lisesi ve ODTÜ İdari İlimler Fakültesi Ekonomi-İstatistik Bölümünden mezun oldu.

1966'da öğrenciliği sırasında Türkiye İşçi Partisi'ne üye oldu. 1972'de Dev-Genç davasının sanığı olarak kısa bir süre Mamak Cezaevi'nde kaldı. 1973-1980 arasında ortaklarıyla birlikte REYO Matbaası'nı işletti.

1974'te kurulan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin merkez yürütme kurulu üyeliğine getirildi. Partinin genel saymanlık ve eğitimpropaganda sekreterliği görevlerinde bulundu.

12 Eylül darbesi öncesinde partinin kapalı dönem çalışmalarını yürütmekle görevli icra komitesinin sekreterliğine getirilerek 1985'te tutuklanıncaya kadar bu görevi sürdürdü.

Dokuz ay süren hapisliğinden sonra TSİP'in gayriresmî yayın organı Görüş dergisini çıkardı. Sosyalist Birlik Partisi, Birleşik Sosyalist Parti ve Özgürlük ve Dayanışma partilerinin kurucuları arasındaydı.

1991'de Tarih Vakfı yayın bölümünün başına getirilerek 2001'e kadar Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi ve Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi'nin, ayrıca vakfın kitap ve dergilerinin yayınından sorumlu oldu. 2002'de emekli olunca sosyal bilimler ve tarih alanında kitaplar yayımlamak üzere Kitap Yayınevi'ni kurdu.

Çevirmen ve editör Ayşen Anadol ile elli küsur yıldır evli.

Yazarın Diğer Yazıları

Yapay zekâ ile terörizm üzerine bir görüşme!

Claude: Bugün terörle mücadele eden birçok devlet, kendi tarihinde benzer yöntemleri kullanmış durumda. Bu da bize devletlerin terörizm tanımını ve terörle mücadele politikalarını genellikle kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirdiklerini gösteriyor

Altı - Yedi Eylül 1955: Çocuklar yine koşuşturuyor, ama aralarında bir Efiça, Maki ya da Bobo yok

6 Eylül 1955 akşamında Rumların evlerinin basıldığı haberi çapulcuların kendisinden önce sokağa ulaşıyor. Rum çocuklar derhal evlerine giriyor. Sokağa büyük bir korku siniyor… Belki korur umuduyla evlere bayraklar asılıyor. 8 numaranın büyük gelini Nazime, evde o an mevcut en küçüğü 10, en büyüğü 19 yaşlarındaki altı çocuğu, dört Rum evinin kapısına dağıtıyor. Görevleri, çapulcular geldiği anda "Burası bizim evimiz amca!" demektir

1 Mayıs 2025

"Sendikasızlaşmanın gün geçtikçe arttığı, buna paralel olarak da yoksullaşmanın, işsizliğin çığ gibi büyüdüğü bir ülkede 1 Mayıs'ların 'eski' vizyonuna yani siyasi, dini, etnik farklılıklarına bakılmaksızın bütün işçilerin bir araya gelerek ortak hedeflerini haykırdığı bir yaklaşıma sarılmak zorunludur. DİSK'e de bu sürece öncülük etmek yakışır. Konfederasyonumuzun yarınki ilk işi bu amaçla kardeş konfederasyonlardan randevu istemek ve 2025'in 1 Mayıs kutlamalarını kitlesel ve barışçı bir biçimde İstanbul'un en büyük miting meydanlarından birinde kutlamak için kolları sıvamaktır"

"
"