Günlerden bir gün, adamın biri "kurban" mevzuunu anlatıyormuş:
"Hiç çocuğu olmayan Hazreti Davut, Allah'a dua etmiş ve 'Yarabbim bana bir kız çocuğu ver, onu sana kurban edeyim' demiş. Dua tutmuş ve Hazreti Davut, kızının adını Ayşe koymuş. Gel zaman git zaman, çocuğun kurban edileceği zaman gelmiş. Hazreti Davut, kızı Ayşe'yi yatırmış, tam boğazını kesip kurban edecekken Azrail gökten bir keçiyle çıkagelmiş ve Hazreti Davut'a 'Kızı bırak, al bu keçiyi kurban et' demiş..."
Dinleyenlerden biri dayanamamış:
"Yahu bunun neresini düzelteyim. Adamın ismi Hazreti Davut değil Hazreti İbrahim, çocuk kız değil erkek, çocuğun ismi Ayşe değil İsmail, gökten gelen Azrail değil Cebrail, kurban edilen de keçi değil koç olacaktı!"
Yargıtay 3. Ceza Dairesi tarafından verilen kararın, yukarıdaki hikâye gibi elle tutulur bir tarafı yok. Karar her yönüyle hukuka usul yasalarına aykırıdır. Bu kararı hukukçu olarak yorumlamaya çalışsak da bu yok hükmündeki kararı yorumlamak hukukçulardan çok asıl siyasetçilere düşer. Hem Mehmet Uçum'un hem de Cumhurbaşkanı'nın demeçleri karşısında kararın siyasi iktidarın bilgi ve gözetiminde verildiği çok açıktır. Bu da karara hukuksal yorum yapmanın gereksizliğini ortaya çıkarmıştır.
Anayasa Mahkemesi'nin Can Atalay kararı üzerine dosya üzerinde inceleme yapan Yargıtay 3. Ceza Dairesi'nin, Anayasa Mahkemesi'nin kararını tanımaması, bu karara uymaması bir tarafa; Anayasa Mahkemesi'nde bu ihlal yönünde oy kullanan üyelerle ilgili suç duyurusunda bulunulması, hem ülkede hem de yargı çevrelerinde depreme yol açmıştır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Anayasa Mahkemesi'nin Can Atalay kararı, yerleşik içtihatlarına uygun bir karardır. Tüm hukuk çevreleri, siyasi bir etki olmadığı takdirde Anayasa Mahkemesi'nin bu doğrultuda bir karar vermesini bekliyorlardı. Burada sürpriz olan ise Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik emsal kararlarına rağmen, beş üyenin son kararda muhalif kalmasıdır.
Buradan hareketle, Yargıtay 3. Ceza Dairesi'nin kararını yasalar çerçevesinde incelersek...
Anayasa Mahkemesi'nin bir hak ihlali kararı üzerine, Anayasa Mahkemesi'nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50/2 maddesine göre, ilgili dosya gereği için kararı veren ilk derece mahkemesine gönderilir. Hükmü veren mahkemece, dosya kendisine geldikten sonra, CMK m. 311 uyarınca, öncelikle yargılamanın yenilenmesi kararı verildikten sonra dosya konusu milletvekili hakkında infazın durdurulması ve tahliye kararıyla birlikte dosya hakkında durma kararı verilerek ilgili dosya, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na sunulmak üzere Adalet Bakanlığı'na gönderilir.
Somut olayda ise anılan usul ve Kanun kurallarına uyulmayarak, hükmü veren İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesince, Can Atalay ile ilgili anılan işlemler yapılmayarak dosya, temyiz incelemesi yapan Yargıtay 3. Ceza Dairesi'ne gönderilmiş, Yargıtay 3. Ceza Dairesi'nce ise yetkili olmadığı halde mevcut kararı verilmiştir. Yargıtay, temyiz merciidir yani denetim yapar karar mahkemesi değildir.
CMK m. 318/1 uyarınca yargılamanın yenilenmesi kararını değerlendirecek mercii, hükmü veren mahkemedir. Dolayısıyla Yargıtay 3. Ceza Dairesi'nin böyle bir yetkisi yoktur. Bu nedenle verdiği karar yetkili olmayan bir mahkemenin verdiği bir karardır.
Yetkili olduğu halde yargılamamın yenilenmesi kararı vermeyen İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi başkan ve üyeleri görevlerini ihmal etmiştir. Yetkisiz olduğu halde karar veren Yargıtay 3. Ceza Dairesi karar heyeti ise yetki gasbında bulunmuştur.
Şimdi yapılması gereken, yok hükmündeki bu karara karşı CMK m. 319 ve 308'e göre Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca karara itiraz edilip 3. Ceza Dairesince dosyanın yeniden ele alınıp kendi yaratıkları kaosu çözmeleri, çözmedikleri takdirde dosyanın Yargıtay Ceza Genel Kurulu'na gönderilerek itiraz merciince bu kararını kaldırarak dosyanın yerel mahkemeye iade edilmesidir.
TC Anayasası'nın "Anayasa'nın Bağlayıcılığı ve Üstünlüğü" başlıklı 11/1 maddesi ile "Anayasa Mahkemesi'nin kararları kesindir." hükmünü içeren m. 153/1 maddesi hükümleri karşısında, mahkemelerin Anayasa Mahkemesi kararlarına uymamaları, disiplin cezasını ve görevi kötüye kullanma suçunu oluşturur.
Buna göre, Yargıtay Divanı tarafından, Yargıtay 3. Ceza Dairesi'nin ilgili başkan ve üyeleri hakkında soruşturma açılmalı, tedbiren bu kişilerin görev yaptıkları daireleri değiştirilmelidir.
Hukuk siyasi irade tarafından yapılır ve tüm toplumda uygulanır. Hukuk, mecburiyet içerir. Cebir ve ceza sistemiyle desteklendiği için, vatandaşların hukuku tanıma ve reddetme konusunda tercih imkanı bulunmaz. Hukuk, kabul edilmiş ve yayınlanmış kurallar anlamında kamusal özellik taşır. Bu nedenle; hukuku çiğneyenlere uygulanacak ceza belli olup, ne olacağı önceden tahmin edilebilirken; keyfi tutuklama ve hapis cezaları uygulamaları diktatörlük özelliği taşır. Bazı kanunlar adaletsiz veya haksız görülse bile uygulandığı kişiler üzerinde bağlayıcıdır.
Hukukun üstünlüğü, demokratik devletlerde saygı gösterilen anayasal bir ilkedir. Bu ilkenin temelinde hukukun yönetmesi gerektiği anlayışı yatar. Tüm vatandaşlar, onun çerçevesi içinde faaliyette bulunur. Hiçbir vatandaş ve devlet görevlisi onun dışına çıkamaz.
Hukuki koruma olmaması durumunda toplumun her bir üyesi diğerlerinin daimi tehdidi altında bulunacaktır. Hukuki usule uygunluk ilkesi, sadece kamu görevlilerinin keyfi güç kullanımını sınırlamakla kalmaz, aynı zamanda hukuk karşısında eşitlik ve adil yargı hakkı gibi bireysel hakkı da koruma altına alır. Her şeyin üstünde mahkemelerin tarafsız ve herkese açık olması gerekir. Bu da görevi davaya taraf olan kişiler arasında hukuku yorumlamak ve uygulamak olan yargının devletten bağımsız olmasıyla gerçekleşebilir. Yargı bağımsızlığı, hakimlerin hükümet mekanizmasının üstünde veya dışında olmasını sağlamak ve garanti altına almak için düzenlenmiştir. Diğer bir ifade ile hukukun kesin bir şekilde siyasetten ayrı tutulması gerekir.
Milli yargı varsa bağımsız yargı yoktur. Militan yargıç varsa tarafsız yargıç yoktur. Dolayısıyla, Mehmet Uçum'un söyledikleri gerçek ise ki; gerçek olduğunu yargı pratiğinde görüyoruz, milli ve militan bir yargı düzeni vardır, dolayısıyla; bağımsız ve tarafsız bir yargı yoktur.
Bu kararın yok hükmünde sayılmaması halinde çok ciddi bir Anayasal kriz var demektir. Bu karar yargıda yol olur ve yargıda usul hükümlerinin hiçbir kıymeti kalmaz.
Son söz: Yargıyı bir kurtarılmış bölge olarak görüp, kendi siyasal görüşlerine uygun ve cemaatçi kadrolarla doldurursanız olacağı budur. Bugün yaşanan bir dejavudur. Bu filmi 12 Eylül 2010 Referandumu ile yargı dizayn edilirken gördük. Sonuçlarından da en çok bugünkü iktidar etkilenmiştir. Şimdi Cumhurbaşkanının uçakta gazetecilere verdiği demeçle birlikte konuyu değerlendirirsek bu kararın hukuksal olmadığı tamamen siyasi bir karar olduğu tescillenmiştir. Yapılmaya çalışılan Anayasa Mahkemesi'ni ortadan kaldırmaya yönelik bir girişimdir.
Bugün ülkeye gerekli olan milli militan yargı değil; evrensel hukuk ilkelerini içselleştirmiş, hukuku üstün tutan bağımsız ve tarafsız bir yargıdır.
Bülent Yücetürk kimdir?
Bülent Yücetürk 1970 yılında, Malatya'da doğdu.
İlk öğrenimini Cumhuriyet Köyü İlköğretim Okulu'nda, orta öğrenimini Akçadağ Öğretmen Lisesi'nde parasız yatılı öğrenci olarak tamamladı.
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden 1991 yılında mezun oldu. "Kamu Hukuku" dalında yüksek lisans yaptı.
1991 – 1993 yılları arasında, Ankara Barosu'na kayıtlı olarak avukatlık yapan, 1993 yılında Ankara hâkim adayı olarak mesleğe başlayan Bülent Yücetürk sırasıyla Sivas Cumhuriyet Savcılığı, Diyarbakır Çermik Hâkimliği, Aksaray Gülağaç Cumhuriyet Savcılığı, Ankara Haymana Cumhuriyet Savcılığı, Afyonkarahisar Cumhuriyet Savcılığı ve Ankara Cumhuriyet Savcılığı görevlerinde bulundu.
Cumhuriyet savcılığı yıllarında özellikle bilişim, uyuşturucu, basın suçları, çocuk suçluluğu, çocuk istismarı konularında çalıştı.
26 Nisan 2018 tarihinde, Cumhuriyet Halk Partisi'nden milletvekili aday adayı olmak için görevinden istifa etti.
Halen Ankara Barosu'na kayıtlı olarak avukatlık yapıyor; çeşitli televizyon kanallarında ve Ocak 2022'den itibaren T24'te, hukuki değerlendirmeler başta olmak üzere, görüşlerini paylaşıyor.
|