Yönetmenliğini Bryan Singer’ın yaptığı 1995 yılı yapımı ‘Olağan Şüpheliler’ filmi San Pedro limanında 27 kişinin ölümü ile sonuçlanan bir patlama olayının gerçek nedeninin soruşturulması sürecini ele alır. Olayın canlı kalan tek şüphelisi ve tanığı olan Verbal Kint tutuklanır. Kint, polis merkezindeki sorgudan ve şüpheli konumundan kurtulmak için zekice kurguladığı, bir ölçüde gerçek, ama epeyce de yalan olan bir hikâye anlatır. Hikâyenin ana ögelerini o an sorgu odasında bulunan ve konu ile ilgisiz çeşitli fotoğraf, resim, yazı vs. unsurlardan oluşturur. Sorgulamayı yapan polisler -ve izleyiciler- anlatılanlara inanır ve son derece tehlikeli bir suçlu olmasına rağmen Kint serbest bırakılır. Filmin sonunda, anlatılan dâhice hikâyenin düzmece olduğunu anlarız; ama çok geçtir.
Kint anlattığı hikâyenin bir yerinde: "şeytanın en büyük hilesi insanları asla var olmadığına inandırmaktır" der. Günümüz biliminin en büyük hilesi de, insanları karmaşık teknoloji kullanımına dayalı pek çok konuda hiçbir riskin olmadığına inandırması. Ne yazık ki bu böyle. Her şeyin kontrol altında olduğu, endişelenecek bir şeyin olmadığı, her türlü çalışmada risklerin gayet sıkı ölçütler kullanılarak belirlendiği, gereken önlemlerin alındığı, teknolojik gelişme adı altında şahane işler yapıldığı ve pırıl pırıl bir geleceğin bizi beklediği… gibi konunun uzmanı kişi veya kurumlar tarafından anlatılan hikayeler en azından şüpheli sıfatıyla bakılması gereken bilimsel-teknolojik bazı çalışmaların resmi söylemini oluşturur. Temel mesele ise şudur: ‘Bilim ile piyasa arasında nasıl bir ilişki var’. Yani bilim dediğimiz teorik-uygulamalı faaliyetler bütünü hala ‘hakikat’ denilen şeyi anlama, anlamlandırma sevdası mıdır; yoksa adına piyasa denilen şeye her koşulda ve zeminde bir meşruiyet kazandırma işi mi?
Moleküler biyolojinin en önemli bilim insanlarından biri olan ‘Erwin Chargaff’ bilim dediğimiz şeyin günümüzde piyasa faaliyetlerine düşülen dipnotlar haline geldiğini söylemişti. Chargaff, bilimsel bir konu hakkında bir şeyler söyleyen ana metin (manuscript) ile ana metnin sonuna düşülen dipnotlar (postscript) arasındaki ayrımdan yola çıkarak önemli bir şeye işaret ediyordu: Ana metin dediğimiz şey artık piyasa tarafından oluşturulmakta ve bilim insanının asli rolü de bu metne küçük dipnotlar düşmekten ibaret.
Teori sözcüğü etimolojik olarak yüksek bir yere çıkıp manzaraya bakmak anlamına gelir. Manzaranın bütününe bakmak ve gördüğünüz genel görüntü hakkında bir şeyler söylemek-yazmak anlamlarını barındıran teori sözcüğü hiç bu kadar anlam yitimine uğramamıştı. Bilmek dediğimiz şey, artık, karmaşık şeyleri kullanmayı bilmek anlamına geliyor. Yani üst düzey veya ‘high-tech’ denilen teknolojik cihaz, alet kullanmaya veya bu aletlerin kullanımına dayalı süreçleri yönetmeye yönelik operasyonel bilgi bir şeyin gerçekte ne olduğunu anlamaya yönelik ilginin yerini alıyor. Akademik kurumlar her türlü düşüncenin serbest uçuş yaptığı yerler değil, piyasa sorunlarına ArGe çözümlerinin arandığı yerler haline geldi. Bu sürecin doğal sonucu araştırma faaliyetlerinin şirketleşmesi. Amerika’da hâlihazırda biyoteknoloji çalışmaları konusunda olan da bu. Amerika’da, biyoteknoloji alanında endüstriyel kurumların ArGe çalışmalarında sahip olduğu pay kamusal kaynaklara sahip üniversite kurumlarının payını çoktan aştı. İçerdiği onca tehlikeye rağmen bunun bir başarı örneği olarak görülmesi ise entelektüel sefaletin boyutlarını gösteriyor.
Akademik ortam ile piyasa arasında bağların kopuk olduğu, bilimsel çalışmaların piyasanın sorunlarına çözüm getirmesi temelinde yapılması gerektiği gibi düşünceler akademinin koridorlarında sıklıkla dile getiriliyor. Oysa akademik faaliyet özünde bir düşünme faaliyetidir. Piyasa ile bağlar ne kadar gevşekse düşünce sistematiğimizin o ölçüde eleştirel olduğu bile söylenebilir. Belirli bir çerçeveye hapsolmuş değil de her şey üzerinde gezinen bir düşünme. Piyasa ile hemhal olmuş bir bilim yapma anlayışı özgür düşünme önündeki en büyük engel. İlginç olan ise piyasa odaklı bilimsel faaliyetlere gömülmüş bilim insanlarının kendilerine yönelik eleştirilere yanıt olarak bunu söylüyor olmaları. Yani aslında onların düşünme özgürlüğü kısıtlanıyormuş gibi bir şey çıkıyor söylediklerinden. Hakikaten ilginç.
Annie Thebaud-Mony’nin Ayrıntı yayınları tarafından Ayşe Güren’in titiz çevirisi ile basılan “Çalışmak Sağlığa Zararlıdır” isimli kitabı yukarıda değindiğimiz konulara son derece ilginç yaklaşımlar içeriyor. Kitap, geçtiğimiz günlerde Fransız bilim adamları tarafından sonuçları açıklanan ve GDO’lu ürünler hakkındaki kuşkuları güçlendiren kanıtlar sağlayan araştırmayı değerlendirmek için de çok sağlam bir bakış açısı sunuyor. Buraya kadar yazdıklarım bu konuya bir giriş yapmak amacını taşıyordu. Önümüzdeki yazıda bu kitapta yer alan değerlendirmelerden yola çıkarak GDO konusunu ele almaya çalışacağım.