02 Nisan 2013

İkinci el bilim teorileri ile yatırım yapmak

Sakarya’da Akova’da bölgesinde yaşayan insanlar seslerini duyurmak için çabalıyor

Sakarya’da Akova’da bölgesinde yaşayan insanlar seslerini duyurmak için çabalıyor. Talepleri basit: Yaşadıkları bölgeye bir doğalgaz çevrim santrali yapılmasını istemiyorlar. Akova, sadece Türkiye'nin değil, dünyanın en verimli ovalarından biri. Beylikkışla Köyü merasına yapılmak istenen termik santral ise, hem bu eşsiz doğa için hem tarım ve hayvancılıkla geçinen bölge için ciddi bir tehdit oluşturmakta ve bölge halkı bunu istemiyor. 

\

Ziraat Odaları İl Koordinasyon Kurulu, santral girişimine karşı ortak tepki oluşturmak amacıyla geçtiğimiz günlerde, Beylikkışla Köyü içindeki mera arazisinde eylem yaptı. Yöre sakinlerinin ortak tepki eylemine, taş ocağına karşı mücadele veren Yanıkköy halkı da destek verdi. Yapılacak enerji santrali kim ne derse desin bölge ekolojisine ve tarımsal faaliyetlere büyük zarar verecek. Bütün bunları sezen insanlar da buna karşı çıkıyor. Faaliyete geçecek santral sadece o bölgede yaşayan insanları değil hepimizi etkileyecek. Ekolojik sorunlar asla yerel ölçek ile sınırlı kalmıyor çünkü.

Su fakiriyiz ama enerji istiyoruz

Ülkemiz yer altı ve yerüstü suları açısından zengin bir ülke değil. Hatta yeterli su kaynaklarına sahip olmadığı bile söylenebilir. Küresel ısınmadan en olumsuz etkilenecek bölgelerin başında Akdeniz havzası geliyor. Halihazırda mevcut su varlığının yarıya yakın bir kısmını kullanan ülkemizin artan nüfusla birlikte 2030 yılına kadar mevcut su kaynaklarının tamamını kullanması bekleniyor. Ama bunun mümkün olmadığı çok açık. Çok açık çünkü, 2030’lu yıllarda ülkemiz su kaynaklarında ciddi azalmalar olacak. David Lobell ve Marshall Burke’un editörlüğünde 2010 yılında yayınlanan ve “İklim Değişikliği ve Gıda Güvenliği” başlığı ile Türkçeye çevrilebilecek kitapta, bu yüzyılın sonuna kadar Türkiye’nin de içinde yer aldığı coğrafi bölgede küresel ısınma nedeniyle yıllık yağış miktarının yüzde otuz oranında azalacağı tahmin ediliyor. Bu tahmin geçtiğimiz günlerde NASA tarafından yapılan uydu gözlemlerine dayalı verilerle de desteklenmişti. Üstelik bu tahminler nüfus artışını dikkate almıyor! Eğer nüfus artışını da dikkate alırsak, önümüzdeki yirmi otuz yıl içinde mevcut su kaynaklarımızı azaltmak değil en az yüzde otuz oranında artırmamız gerekmekte! Ama tarım alanlarının sürekli yatırımlara açıldığı, kırsalda yaşayan nüfusun kentlere göç sonucu sürekli azaldığı, adına modern tarım denilen bitkisel üretim ile hayvansal üretim arasındaki bağları tümüyle görünmez kılan faaliyetler bütününün yol açtığı tahribatların giderek derinleştiği bir zamanda bu nasıl olacak? Bırakalım su kaynaklarını artırmayı mevcut durumu korumak bile aslında çok zor. Bir yandan küresel ısınma sorununu konuşurken, diğer yandan ülkemizin en verimli tarım arazilerinden birine -üstelik o bölgede yaşayan insanların da istemediği- bir enerji santrali kurma düşüncesi nasıl bir kafanın ürünü olabilir? Üstelik bu sorun sadece Akova ile sınırlı da değil; daha geniş bir çerçevede ülkemizde yapılacak iki bin civarında HES için de geçerli

Su olmasa bile HES’ler çalışır mı?

Son yirmi beş yıldır, her fırsatta Kaçkar Dağlarına giden sevgili dostum Ahmet Tezel, son görüştüğümüzde geçmişte çektiği fotoğrafları göstererek, buzulların yıldan yıla sürekli daha geriye çekildiğini, küçüldüğünü belirtiyordu üzüntüyle. İnsan düşünmeden edemiyor yıldan yıla azalan kar yağışı nedeniyle buzullar küçülmeye ve onlarla birlikte, önünde sonunda onlardan beslenen akarsular da yok olmaya yazgılıyken kurduğumuz HES’lerle ne yapacağız? Belki susuz da çalışabiliyorlar. Ya da böyle bir teknoloji geliştirilebilir bir gün! Buna mı inanıyoruz? Sürekli ilerleme düşüncesi nasıl bir tuzaktır? Yakın gelecekte, içecek su bulamaz durumdayken ürettiğimiz elektrik enerjisini ne yapacağız acaba?

Bütün bunlar bilinmesine rağmen hala bildiğimiz veya doğru bellediğimiz şeyler ne ise o doğrultuda davranmaya devam ediyoruz. Sanki her şey hep böyle sürüp gidecekmiş gibi. Oysa aklı başında bir insan, ne olup bittiğini çok çabuk fark ederdi. Öyle olmadığı belli. İnsanın inandığı şeylerden vazgeçmesi öyle çok da kolay olmuyor. Hayat dediğimiz şeyi oluşturan veya devamlılığını sağlayan, cansız doğa deyip geçtiğimiz şeyin “cansız” olsa bile “devinimsiz” olmadığını unutuyoruz. Yaptığımız her şeyin bize bir şekilde geri döneceğini unutuyoruz. Oysa yaşadıkları coğrafi koşullara özgü, geleneksel diyebileceğimiz üretim biçimleri ile uğraşan insanların kolektif hafızasına bir tür refleks gibi nakşolmuş bir bilgi bu. Biraz da bu nedenle insanlar değişim istemiyor. En azından yerine ne geleceğini bilemedikleri bir şey uğruna varlıklarını borçlu hissettikleri bir şeyleri yitirmek istemiyorlar. Bu itiraz gerçekten çok kıymetli ve dikkate alınmalı. Sadece Beylikkışla’da yapılacak olan doğalgaz çevrim santraline karşı değil; Karadeniz’in hemen her yerinde yürütülmekte olan ‘HES’ projelerine yönelik itirazın temelinde de bir parça bu duygunun olduğuna inanıyorum. Yaşlı başlı insanların elinde pankartla sokağa dökülmesi o kadar kolay olmazdı yoksa.

İkinci el bilim: hiçbir işe yaramasa da alıcısı çok

Bir tarafta siyasi erk var ve bölge sakini falan dinlemiyor. Haliyle akademik düşünmesi ve o temelde davranması da beklenmiyor. Nadiren olur zaten. Ama yaşlı başlı insanlar sokağa dökülürken insan ister istemez bu sorunlar üzerine akademik camiadan da güçlü bir itiraz gelmesini umuyor. Ne var ki, artık bir tuzağa dönüştüğü giderek belirginlik kazanan ilerleme paradigmasına hapsolmuş bilimsel düşünme çerçevesi içinde bu çok zor. Aslında akademik camianın bu sorunların yeterince farkında olmadığını söylemek bile mümkün. Öyle olsa biyoetanol eldesi gibi aşırı su ve enerji kullanımına dayalı tarımsal teknolojilere bu kadar çok ArGe desteği verilmezdi örneğin. Ne yapacağız ürettiğimiz biyoetanolu? Karbondioksit salınımını azaltmak için araçlarımızda yakıt olarak mı kullanacağız gerçekten. Ne akıllıca. Gerçekten ne yapacağız? Termodinamiğin ikinci kanunu, entropi, exergy gibi yaptığımız bu tip araştırma faaliyetlerinin ne kadar anlamsız olduğunu daha en baştan gösterecek çeşitli kavramsal düşünme araçlarına çok uzun yıllardır sahip olmamıza rağmen, nasıl oluyor da bunları hiç bilmiyormuşçasına bu konular üzerinde bilimsel araştırmalar yapmaya devam edebiliyoruz?  Hala yaptığımızın bilim olduğuna inanabiliyoruz. Oysa küresel ısınma gibi bir sorunun sadece gölgesinden bakıldığında bile hiçbir işe yaramayacak, hiçbir anlamı olmayan ve artık gerçek durumlarla temasını yitirmiş akademik çalışmalar bunlar. Sorunlara işaret etmek bilimsel düşünme faaliyetinin asli amaçlarından biri olsaydı, mevcut sorunları derinleştirmekten başka bir işe yaramayan bu tip çalışmaların ikincil planda kalması ve hızla gözden düşmesi beklenirdi. Teori dediğimiz şey, belli bir konu üzerinde derinlemesine düşünülerek oluşturulan, ortaya çıkarılan bir şey değil de; alıcısı satıcısı bol, ucuz, sürekli el değiştiren ikinci el ürünler gibi bir şey oldu artık.

Mantıksal akıl yürütme yetisinin insanın evrim sürecinde açığa çıkan çok yeni bir özellik olduğu ve halledilmesi gereken ciddi hatalar barındırdığını söyleyenler haklı belki de. Ama bu hatalar üzerinde düşünmek için yeterli zaman yok gibi. Öyle bir çağa ya da döneme girdik ki büyüme ve yatırım kavramlarının içerdiği negatif anlamların öne çıkarılması gerekiyor. Var olanı dönüştürme değil muhafaza etme üzerine kafa yormamız gerekiyor. Yoksa işimiz zor. Herkes için çok zor.
 

Yazarın Diğer Yazıları

T24'e veda

Bir okur olarak kuruluşundan bu yana beğeni ile izlediğim T24’ü izlemeye elbette devam edeceğim. T24\'e artık yazmayacağım

Küçükken sahipsiz çocuk, büyüdüğünde tutuklu öğrenci

Çocuklarını seven bir toplum muyuz? Ne onlar büyürken sağlıklarını önemsiyoruz, ne de büyüdüklerinde. Yapılan açıklamalara göre öğrenim görürken tutuklanan öğrenci sayısı altı yüz civarında

İşçi ölümleri kader mi?

6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun bazı hükümlerinin yürürlüğe girme tarihinin ertelenmesini öngören bir yasa teklifi şu an Mecliste görüşülmeyi bekliyor