İstanbul
Ülkenin sağ siyasetinin geleneksel bir devletin bekası söylemi her daim gündemde. İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya önce Batı-Doğu ayrışması ve gerilimini yoğun biçimde yaşamış. Sovyetler Birliği öncülüğü ve egemenliğinde oluşan sosyalist bloka karşı Batı önce ABD askeri ve siyasi gücü üzerinden, sonrasında NATO ve daha sonra da Avrupa Ekonomik Topluluğu üzerinden bir blok oluşturmuş. İki blok arasındaki Soğuk Savaş yılları Türkiye’yi de doğrudan etkilemiş. Sosyalist bloka karşı ileri ve ilk cepheyi oluşturan Türkiye’nin sağ siyasetleri de Soğuk Savaş yıllarının zihni ve söylemsel karakterini aynen kopyalamış.
O günlerden beri devlet mekanizmasının zihninde, kodlarında sol fikriyat ve hareketlere dair şüphecilik hep baskın olmuş. Soğuk Savaş yıllarının zihniyeti, söylemleri, tehdit algısı Türklerin ve devletin kimliğinin önemli bir unsuru olmuş.
Dağılmış, yenilmiş bir imparatorluğun geri kalanında bir cumhuriyet kurulmuş. Nüfusun üçte birinden fazlası kaybedilmiş, topraklardan bağını, bahçesini, evini bırakarak gelmiş insanlardan oluşmuş toplum.
Türklerin kadim devlet algısı ile elde son kalan topraklardaki genç cumhuriyetin güvenlik ihtiyacı ve algısı kimliğinin ana unsurlarından birisi haline dönüşmüş.
Toplumun naturasındaki güvenlik ihtiyacı ve arayışı Soğuk Savaş yıllarının devlet eliyle yürütülen politikalarıyla körüklenmiş. Giderek devletin dış düşmanlarca tehdit altında olduğu algısını diri tutan dış dinamikler zayıflamış olsa da bu kez devlet iç düşmanlar kaygısıyla aynı zihin haritasını sürdürmüş. Üzerine ciltler dolusu kitap yazılmış bu süreçlerin sonunda hala sağ siyasette ve devlet dediğimiz mekanizmaların zihninde ve ruhunda devletin bekası meselesi ya da bölünme paranoyası güçlenerek sürüyor.
Üstelik bu kez yine küresel ve bölgesel dinamikler, şiddetlenmiş siyasi, ekonomik ve kültürel katmanlardaki küresel yeniden bölüşüm kavgası gerçekten de Türkiye için riskler içeriyor. Bugünün gerçek riskleri de var olan devletin bekası söylemini daha da güçlendiriyor, bu söyleme meşru alan açıyor.
Sorun şurada ki karşı karşıya olduğumuz beka meselesi yalnızca devletin bekasından ibaret değil. Meseleyi devletin bekası ve ülkenin bölünmesi riski çerçevesinden düşünürseniz elbette önce güvenlik meseleleri ve sınırları koruma politikaları gündeme gelir. Bu politikaların araçları, kurumları, aktörleri de belli. Ama beka meselesinin çerçevesini toplumsal yaşamın bekasını, yurttaşların onurlu ve huzurlu yaşam ihtiyaçları ve talepleri üzerinden genişletirseniz pandemiden ekonomik krize, toplumsal kutuplaşmalardan devletin tüm kurumlarına güvensizliğe, hukukun üstünlüğüne olan inancın yok olmasından ortak yaşama iradesinin eksiliyor olmasına, gerçekte onlarca başka riskle karşı karşıya olduğumuz anlaşılır.
Hatta daha yakın ve her an karşı karşıya kalabileceğimiz bir başka toplumsal beka meselemiz var, o da beklenen İstanbul depremi. Olası depreme dair onlarca senaryo çalışması var. Depremin yaratacağı yıkımlar ve yıkım altında kalmalar kadar senaryolarda öne çıkan mesele depremin hemen ardından yaşanacaklar. Kurtarma çalışmalarının organizasyonundan yaşamı sürdürmek için gereken sağlık malzemelerinin, enerjinin, suyun ve gıdanın dağıtımı ve temini meselesine, yağmalamalardan asayiş meselelerine onlarca çalışılmış felaket senaryosu var.
Türkiye yüzölçümünün yüzde 42’si birinci derece deprem bölgesinde. Başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerin çoğu büyük deprem riski tehdidi altında. Olası İstanbul depreminin ne zaman olacağını öngörmek mümkün değil.
Türkiye Marmara’yı besleyemez
Prof. Dr. Naci Görür’e göre İstanbul depremi de bir beka meselesidir. İstanbul’da beklenen olası depremin şiddetinin yapılan çalışmalar sonucunda minimum 7.2 olacağına dikkat çeken Görür, “Marmara’da bizi yıkım bekliyor. İstanbul’un yüzde 60’ı gecekondu mantığı ile yapılmış. Bugün veriler dikkate alındığında 800 bin kişinin can güvenliği yok. Ekonomi tamamen çökecektir. Depreme hazırlık sadece binanın sağlam olması değildir. Türkiye Marmara’yı besleyemez. Ekonomi diz üstü çöker, siyasi bağımsızlığımız bile tehlikeye girebilir. 99’dan bu yana yıllardır söylüyoruz, bu bir beka meselesidir” diyor.
Yalnızca İstanbul da değil, Adana Havzası’nda, Adıyaman ve Hakkari arasında da böyle büyük depremler bekliyor ve İstanbul depremi için “Kaçarı yok” diyor Görür Hoca.
İstanbul depreme hazır mı?
1999 Marmara depreminden beridir bu riski biliyoruz, iki üç yılda bir Anadolu’da bir yerler kırılıyor. Her seferinde kamu mekanizmalarının, yerel yönetimlerin, toplumun ve yurttaşların hala ne denli hazırlıksız olduğunu görüyoruz. Daha da vahimi ülkenin yaşadığı devlet krizinin, toplumsal krizlerin depremin ardından yaşadıklarımıza ne denli olumsuz etkileri olduğunu da her seferinde yaşayarak görüyoruz. Krizler yumağının her biri diğerini çoğaltıyor. Belki de asıl beka meselemiz bunca siyasal, ekonomik ve toplumsal krizi bir arada yaşıyor olmamızdan kaynaklanıyor. Ve ülke bu krizler yumağının içinde yönetilmiyor.
Kasırganın gözünde olduğumuzu da, örneğin İstanbul depreminin eli kulağında olduğunu da herkes biliyor. Tüm devlet mekanizması da ulusal ve yerel yönetimler de siyasetçiler de yurttaşlar da hepimiz biliyoruz. Bu olasılık ve risk konusunda solcusu sağcısı, Türk’ü Kürt’ü, AK Partilisi CHP’lisi de hemfikir. Altı ay önceki yerel seçimlerde tüm İstanbul adayları bu riskten, yapacaklarından söz ettiler. Peki, öyleyken İstanbul depreme hazır mı?
İstanbul Küçükçekmece’de bir yıl önce 3 katlı bina bir gün kendi kendine çöktü, ölenler yaralananlar oldu. Çökme sonrası İstanbul Büyükşehir Belediyesi riskli binalarda hızlı tarama testleri gerçekleştirdi. İBB açıklamasına göre bugüne kadar 35 bin yapıda analiz yapıldı, konutlar dayanıklılığına göre A ve B (düşük risk), C (orta risk), D (yüksek risk) ve E (çok yüksek risk) kategorilerinde sınıflandırıldı. Bina incelemesi sonuçlarında analizi yapılan konutların yüzde 50’si D ve E kategorisinde, yani riskli yapı olarak, 1556 bina ise bu kategorilerin de dışında, her an çökebilir diye belirlendi.
Bu tespitin yapıldığı medeni her ülkede işi gücü bırakıp, seferberlik ilan edip bu binalara çare üretilirdi.
Ama öyle olmadı. Türkiye’nin özgünlüğü belki de her bir meseleyi markalaştırması ve markalaştırdığı meselelerle beraber yaşamaya devam etmesi.
Örneğin 1999 depreminden sonra 2002’de bir resmi kurul olası depremde yurttaşların toplanabileceği 493 alan belirledi. 22 yıl sonra bugün bu toplanma alanlarının birçoğunun Ak Parti iktidarı boyunca imara açıldığını öğreniyoruz. Bu alanların 400’e yakınına alışveriş merkezleri, iş kuleleri, lüks konut siteleri yapılmış. Hatta Şişli’de İstanbul Adliyesi, Kartal’da Anadolu Adliyesi binaları da deprem sonrası toplanma alanı olarak belirlenen yerlere yapılmış.
Daha da ilginç durum ise şu: İBB tarafından yapılan bir çalışmaya göre tespit edilen öncelikli dönüştürülmesi gereken alanlar ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın 6306 sayılı Yasa kapsamında riskli ilan ettiği alanlar örtüşmüyor. İki yönetim düzeyinin riskli alan tanımları bile farklı yani.
69 riskli alan
İBB İstanbul’da 142 “afet öncelikli müdahale alanı” belirlemiş. Bu alanlar, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından belirlenen 69 riskli alan ve 127 rezerv alan ile karşılaştırılmış. Sıkı durun, yerel yönetim ile ulusal iktidarın belirlediklerinin sonucunda sadece 2 riskli alanın ve 7 rezerv alanın kesiştiği belirlenmiş. Bu tablo bile gerçeküstü değil mi?
Risk, riskli alan tanımında bile anlaşamayan bir yönetim meselemiz var. Bir de tanımda ortaklaşsalar da yapılacaklar, alınacak tedbirler meselesinde daha derin farklılıklar var. Örneğin kentsel dönüşüm diye kodlanan binaların yenilenmesi meselesi. Kentsel dönüşümü nasıl yöneteceğiz, nasıl gerçekleştireceğiz, nasıl finanse edeceğiz, ulusal ve yerel kamu yönetimlerinin sorumlulukları ne, yurttaşların sorumlulukları neler konusundaki politikalarda da derin görüş ayrılıkları var.
Kamu Harcamalarını İzleme Platformu, Türkiye’de kadın, çocuk, gençlik, engelli, sağlık, çevre hakkı, iklim adaleti, sosyal haklar alanında çalışan STK’ların kurdukları bir sivil platform. KAHİP şeffaf ve hesap verebilir bir çoğulcu demokrasiden yana, siyasi partiler, hükümet ve devletlerden bağımsız hareket etme ilkeleriyle ulusal ve yerel yönetimlerin yayınlanmış açık verileri üzerinden bütçeleri, harcamaları izliyor ve raporluyor.
İki hafta önce KAHİP, 6 Şubat depremi öncesi ve sonrası 30 büyükşehir belediyesinin 2022-2024 dönemindeki afet bütçelerini karşılaştıran bir rapor yayınladı. (www.kahip.org)
Rapor büyükşehir belediyeleri ve su-kanalizasyon idarelerinin 2022 yılında toplam bütçelerinin sadece yüzde 3,42’sini afetlerle ilgili hedeflere ayırdıklarını, bu oranın 2023 yılı için yüzde 3,10 olarak bütçelendiğini ve 2024 yılında ise bütçeden yüzde 3,22 oranında pay ayrıldığını gösteriyor.
Raporda, risk azaltma ve müdahale bütçeleri ayrı ayrı incelendiğinde yerel yönetimlerin daha çok müdahaleye yönelik harcamalara ağırlık verdiği ve risk azaltmaya ise yeterli kaynağın ayrılmadığının altı çiziliyor.
2024 yılında, büyükşehir belediyelerinin ve bağlı kurumlarının afet için ayrılmış bütçelerinin toplamı 26 milyar TL. Rakamın ne anlama geldiğini kavrayabilmek için merkezi hükümetin kurumlarıyla bir karşılaştırma yapabiliriz. Örneğin 2024 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın personel maaşları bütçesi 77.6 milyar TL olmak üzere toplam bütçesi 91.8 milyar TL.
Büyükşehir belediyelerinin 2024 yılında yapacakları toplam afet risk azaltma ile ilgili harcama 454 milyon dolar iken bunun 355 milyon doları inşaat ve ekipmanla ilgili. Tahmin edilebileceği gibi, söz konusu inşaat ve ekipman bütçesi esas olarak kentsel dönüşüm ile ilgili ayrılan bütçe.
Büyükşehir belediyelerinin 2024 yılı performans programları incelendiğinde 147 milyon dolar kadar kentsel dönüşüm ilintili risk azaltma için bütçe ayrılırken, bunun 38 milyon doları kamulaştırma ve projelendirme. 109 milyon doları ise doğrudan kentsel dönüşümle ilgili.
İstanbul özelinden bakarsak olası deprem riskini yönetmek için 1.5 milyon binanın yenilenmesi, güçlendirilmesi gerektiği hesaplanıyor. Bu yerel yönetim kaynakları ve bütçeleriyle riskin yönetilebilmesi mümkün değil. Ulusal iktidar ile yerel yönetimler arasında yeni bir büyük stratejiye ihtiyaç olduğu açık.
Öte yandan iktidarın yerel yönetimlere nasıl yaklaştığını, son yıllarda yaşadığımız orman yangınlarında, sel felaketlerinde ve 6 Şubat depreminde, afet anlarında partizanca ve ayrımcı uygulamalarla karşılaştığımızı da gördük.
Aslında sorunların özünde bir zihni ortaklık var, meseleleri bilimle veya bilim dışı bir zihniyetle ele almak, tanımlamak, yönetmek. İster ekonomi politikalarına ister siyasi ve toplumsal sorunlara isterseniz de afet risklerine bilimin yol göstericiliğiyle mi yaklaşacağız yoksa bilim dışı bir zihniyetle mi? O zaman başa dönelim ve soralım, asıl beka sorunumuz ne?
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.