“Anayasa” meselesi ve hatta “12 Eylül Anayasası” da bir marka. AK Parti döneminde 22 yılda Anayasa’da üçü referandum yoluyla olmak üzere 12 defa değişiklik yapıp 177 maddelik Anayasa’nın 134 maddesini değiştirmişiz ve hala yeni anayasa konuşuyoruz.
Marka olmak da böyle bir şey esasında. Herhangi bir konuda, alanda, kararlı ve istikrarlı biçimde aynı şeyleri yapacak, aynı söylemleri ve aynı konumları koruyacaksınız. Marka olabilmenin en basit tanımı bu nihayetinde. Yönetim bilimine göre en önemli marka oluşturma yolu tutarlılık.
Konumuza dönersek, deprem felaketi nedeniyle iktidar sözcü ve yandaşları neler başarıldığını anlattılar. Muhalefet sözcüleri de nelerin başarılamadığını…
Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, Kahramanmaraş ve Hatay Depremleri Yeniden İmar ve Gelişme Raporu yayınladı. Raporun bazı önemli tespitleri şöyle: “6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş ve 20 Şubat 2023 tarihinde Hatay merkezli meydana gelen depremler; yaşanan can kaybı, etkilediği alan ve yol açtığı maddi hasarlarla cumhuriyet tarihimizin en yıkıcı afetine neden olmuştur. Depremler, 120 bin kilometrekarelik bir alanda 14 milyondan fazla insanı etkilemiş, 53.737 kişi hayatını kaybetmiş, 107.213 kişi yaralanmış ve üç buçuk milyondan fazla kişi bölgeden tahliye edilmek durumunda kalmıştır.”
Strateji ve Bütçe Başkanlığı Mart 2023’te bir durum tespit raporu hazırlamış, depremin Türkiye ekonomisine toplam maliyetinin 103.6 milyar dolar düzeyinde olabileceği hesaplanmış ki bu tutar milli gelirin yaklaşık yüzde 9’una denk gelen büyüklükte. 2025 raporuna göre ise 2023-2024 döneminde depremin yol açtığı kayıp ve zararın telafi edilmesi ile afet risklerinin azaltılması için 2024 yıl sonu fiyatlarıyla kamu idaresi tarafından toplam 2.6 trilyon TL (yaklaşık 75 milyar dolar) tutarında kamu harcaması yapılmış.
Yine rapora göre 391.245 konut hak sahibinden kura işlemi tamamlanan 201.431’ine konutları teslim edilmiş, eğitim-öğretim faaliyetlerinin devam edebilmesi için 7.497 derslik inşası için toplam 24.1 milyar TL, 63.856 dersliğin bakım-onarımı için 4.5 milyar TL harcanmış, 1.484 yatak kapasiteli 11 acil durum hastanesi, 1.875 yataklı Gaziantep Şehir Hastanesi ve 1.470 yatak ve 265 üniteli 15 hastane projesi olmak üzere toplam 4.829 yatak ve 265 ünite kapasitesine sahip 27 ikinci basamak sağlık tesisi tamamlanmış.

Mesele bina inşa etmek değil, yaşamı yeniden inşa
Felaketin sayıları da ardından yapılanlara dair sayılar da çarpıcı. Hele meselelere nitelikten değil nicelikten bakıyorsanız. Elbette bunların yapılması, yaşamın altyapısı diyebileceğimiz sistemlerin öncelikle gerçekleştirilmesi gerekiyor. Ama hala çok önemli bir mesele var. Rapor meseleyi imar ve inşaat çerçevesinden ele alıyor, insanlar, ihtiyaçları ve özellikle de taleplerini anlamak için ne yapıldığı, nasıl yapıldığı yok. Zaten meselenin özü de bu, deprem bölgesinin yenilenmesini “yaşamın yeniden inşası” olarak değil, “bina ve konutların yeniden inşası” olarak ele almak.
Deprem bölgesindeki 11 ilde bulunan 397 konteyner kentte Ocak 2025 itibarıyla toplamda 651.958 kişi hayatını devam ettirmeye çalışıyor.
Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası’nın Şubat 2023 Depremleri İkinci Yıl Raporu’na göre ise deprem bölgesindeki ailelerin yüzde 44.3’ünün düzenli gıdaya erişimi yok. Özellikle bebek ve çocukların gelişiminin yetersiz beslenme koşullarından olumsuz etkilendiğine dikkat çekilen TTB ve SES raporunda, “Türkiye Beslenme Rehberi kriterlerine göre; 12-59 ay çocuklarda yeterli süt tüketme oranı yüzde 13.7, yeterli sebze tüketme oranı yüzde 8, yeterli tahıl tüketme oranı yüzde 6.7” ifadeleri yer aldı. Adıyaman’da “Beş yaş altı çocukların yüzde 14.4’ünde bodurluk, yüzde 6’sında zayıflık, yüzde 6.5’inde aşırı kiloluluk belirlendiği” belirtilerek, 0-5 ay çocuklarda sadece anne sütü ile beslenenlerin oranı yüzde 32 olarak açıklanmış. Buna karşılık Hatay’da çocuklarda madde bağımlılığı oranı yaklaşık iki kat artmış.
Dikkatinize sunmak istediğim konu da bu. Meselelerimizi nasıl çözmeliyiz, hangi yöntemlerle, hangi önceliklerle ele almalıyız? Kocaman ve hepimizi, hayatımızın her alanını doğrudan etkileyen, ilgilendiren sorunlarla karşı karşıyayız. Bildiğimiz sistemler, kurumlar, kurallar bugünün sorunlarını yönetmeye ve çözmeye yetmiyor. Aksine var olan yapılar ve sistemler bizatihi krizler kaynağı haline dönüşmüş durumda.
Devletin ve yönetimin yeniden yapılandırılmasından yargının yeniden yapılandırılmasına, ekonomik kurum ve kuralların yenilenmesinden yeşil veya dijital dönüşüm diye kodlanan dönüşümlerin başarılmasına dek devasa meselelerle karşı karşıyayız.
Bu meseleleri çözebilmenin yolu siyaset. Çözümler herkesin kendi ihtiyaç ve taleplerine göre örgütlenebildiği siyasi zemin içinde birbirimizi ikna edebilmeye ve uzlaşmalar üretebilmeye bağlı.
Konuşulan insana dair meseleler. Halbuki iktidarın odağı insan değil inşaat.
Deprem ve ardından bölgede iktidarın yaptıklarını bir vaka analizi gibi değerlendirmeye çalıştığımızda iktidarın ve devlet mekanizmalarının da genel olarak siyasi kültürümüzün de çok temel karakteristik özellikleri ortaya çıkıyor.
Tek tip, şeffaflıktan ırak yöntemlerle sorun çözmek
Birinci özelliğimiz, yeniden inşa meselesini yeni bir ütopya, yeni bir iddia içinden değil bir felaketin yarattığı yıkımdan sonra düşünmeye daha yatkın bir yapımız ve kültürümüz var. Örneğin hala beklenen İstanbul depremi için de sağlam bir yeniden inşa iddiamız yok. Yeni anayasa, demokratikleşme ya da yargının yeniden yapılandırılması meselelerini de bir gelecek iddiasıyla beceremedik bir türlü. Ancak derin bir kriz ya da felaket ile yıkımı yaşayınca yeniyi düşünüyoruz. Ama o durumda da yeniyi ne denli doğru yapabiliyoruz, o da ayrı mesele.
İkincisi, devletin ve iktidarın “makbul vatandaş”, “makbul coğrafyalar” ayrımı var. Ayrımcılık ya da partizanlık normalleştirilmiş ve hatta toplumsal rıza da sağlanmış durumda. Yalnızca deprem bölgesi ve deprem sonrasında da değil hayatın her alanında ve her coğrafyada ayrımcılık ve partizanlık örneklerini saymakla bitmez.
Kamu ihalelerinden kamu istihdamına, yatırımlardan hizmetlere partizanlık ve ayrımcılık normalleşmiş durumda. İktidar bu tavrını hiç gizlemeden dayattı ve şimdi herkes kabullendi de.
Üçüncüsü, iktidarın, devletin ve düzenin hesap verebilirlikten, şeffaflıktan hazzetmediğini biliyoruz. Deprem bölgesinde yapılanların, ihalelerin, harcamaların, taşere edilen işlerin nasıl, hangi kurallar ve seçimlerle, hangi gerekçelerle yapıldığını bilmek mümkün değil. Hesap verebilirlikten, şeffaflıktan ırak politika ve uygulamalar afet gerekçesiyle normalleştirildi. Aslında yalnızca deprem gerekçesiyle de değil genel olarak tüm sistem değişti. Denge ve denetleme mekanizmalarının tümüyle yok olduğu, merkezileşen ve keyfileşen bir yönetim süreci yaşıyoruz.
Dördüncü karakteristik, iktidarın ve devletin hala tüm meselelere “tek tiplilik” içinden baktığını görüyoruz. Her coğrafi bölgenin, her sosyolojik kümenin, her ihtiyaç ve talebin çözümlerini tek tipli çözümler, modellerden arıyoruz. Deprem bölgesinde yapılan konutların, inşa edildiği iddia edilen mahallelerin o coğrafyanın kültürüyle, alışkanlık ve tercihleriyle ne denli uyumlu olduğunu söylemek mümkün değil. Aksine ülkenin kimliksizleşen kentler süreciyle de paralel olarak hemen her ildeki benzer binalar ve apartman tarlaları inşa edilerek şehri imar ettiğimizi sanıyoruz.
Katılımcılıktan uzak süreçlerle toplumsal esenlik sağlanabilir mi?
Beşincisi ve daha da önemlisi ise tüm bu yeniden imar sürecinde insanlar, o şehrin yaşayanları, sivil toplum yok. Merkezi yönetimin Ankara’dan tasarımları, politikaları, makbul yüklenicileri, müteahhitleri, mimarları, mühendisleri var ve onların Antakya’ya, Kahramanmaraş’a uygun ve layık gördükleri var. Mesele düzen açısından bundan ibaret.
O şehirlerin, kültürlerin birikimleri, yaşanmışlıkları, insanları, ihtiyaçları ve talepleri değil aslolan, Ankara’dan tasarlanan tek tipli çözüm ve inşaat faaliyeti. Daha da vahimi bu inşa faaliyetinin kendi bilimsel disiplinine bile ne kadar uygun olduğunu da bilmiyoruz. Yapılan binaların yeni bir depreme ne kadar dayanıklı olup olmadıklarının nasıl denetlendiğini de bilmiyoruz.
Halbuki meseleyi başka türlü ele almak ve yönetmek de mümkündü. Bu amaçla depremden hemen sonraki haftalar içinde özellikle Antakya için ne yapılabileceği üzerine düşünen bir grup aktif yurttaş yaşamı yeniden inşa için neler yapılabileceğini tartışmak üzere Ortak Akıl-Antakya Platformu’nu kurdu. İlhan Tekeli’nin teorik açılımları üzerinden yürüyen tartışmalar, çalışmalar, raporlar ve şimdi de yayınlanan “Antakya için Toplam İyileşme” isimli bir kitap ile sürece katkı verilmeye çalışıldı.
Antakya’da mücadeleye uğraşan onlarca sivil toplum örgütlenmesi var. Tahmin edeceğiniz gibi merkezi otorite bu örgütlenmeleri, çalışmaları dikkate almadan bildiği yoldan, inşaatçılık üzerinden yürümeye devam ediyor. Vaka analizi olarak deprem bölgesinde yaşananlara ve yapılanlara baktığımızda çok ders çıkarmamız mümkün. Asıl ders çıkarması gerekenler ise siyasi aktörler. Metropollerin, kentlerin, ilçelerin ve hatta kasabaların geleceğine yön verecek stratejilerin hazırlanması ve orada yaşayan ahali ve tüm aktörler tarafından benimsenmesi gerekiyor. Bir kent mutabakatı oluşturmadan o kentin sorunlarını çözebilmek mümkün değil.
Bir kent mutabakatı olmadan, o kentin aktörlerinin aynı vizyona ve hayale inanmadıkları projecilikle kentlerin ne felaketlere, krizlere dirençli olabilmeleri ne de kaliteli, huzurlu, toplumsal esenliği, refahı yükseltmek mümkün. Ankara’dan tasarlanan katılımcılığa, denetime, hesap verebilirliğe, şeffaflığa kapalı, merkezi, keyfi ve tek tipli çözümlerle yeni bir yaşam ise hiç mümkün değil.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.