28 Mart 2022

AKP artık kitlelerin değil bir hayat tarzının partisi

Ak Parti’nin seçmen tabanı daralıyor, giderek dindar-muhafazakâr bir kesime sıkışıyor. Ancak kitle partisi olma özelliğini hızla yitirse de, oylarındaki gerileme yavaşlamış durumda. Bugün hâlâ “Ak Parti” diyen seçmen sorunların elbet farkında. Fakat kimlikten hareketle yanında durmaya devam ediyor

Genel eğilime ve son bir ayda kamuoyuna açıklanan araştırmalara bakarsak, iktidar her ay giderek azalan ivme ile oy kaybetse de hâlâ yüzde 30 bandının altına inmiş değil. Yine aynı araştırmalara göre ana muhalefet partisi yüzde 27 bandını aşabilmiş, yeni partiler ise yüzde 3 bandını bile geçebilmiş değil. Büyük seçmen kümeleri şimdilik oyun sahasının kenarında aklını gönlünü kaptıracağı partiyi, sözü bekliyor gibi görünüyor. 

Burada kritik eşik hâlâ iktidar oy kaybederken muhalefetin oy sıçramasını üretememesi. Ülke ise müthiş bir ekonomik buhran yaşıyor. Her bir seçmen kendi bireysel hayatı üzerindeki kontrolünü dahi kaybetmiş olmanın paniğini yaşıyor. 

Seçmen davranışı açısından doğal olarak en çok merak edilen de Ak Parti’nin nasıl olup da hâlâ birinci parti olabildiği. Ya da soruyu yukarıdaki cümlemi tekrarlayarak soralım, iktidarın gerilemesindeki ivme ekonomik buhrana karşılık neden yavaşlıyor? 

Muhalefet açısından analizi gelecek haftaya bırakarak Ak Parti seçmen profili üzerinden bakalım. Ak Parti hemen tüm demografik, sosyolojik, kültürel, ekonomik kümelerde geriliyor. Doğal olarak dindarlık seviyesi dindar ve sofu olarak adlandırdığımız kümelerde de dindar muhafazakâr hayat tarzı kümesinde de geriliyor. Ama bu gerileme görece diğer kümelerdeki kadar hızlı ve yüksek değil. Daha da önemlisi bu kümelerdeki seçmenlerin siyasi tercihlerinde Ak Parti ve Erdoğan’ın ağırlığı diğer parti ve liderlerin hâlâ çok çok üstünde.

Gençlerin oranı düşük 

Aynı zamanda Ak Parti seçmen dağılımında gençlerin oranı Türkiye ortalamasının çok altında. Ak Parti seçmenlerinin 2010-2021 yılları arasındaki yaş grubu oranları karşılaştırıldığında 18-32 yaş grubu seçmenlerin oranında düzenli ve yüksek bir düşüş gözlemleniyor. Kırsalda yaşayan Ak Parti seçmenlerinin oranı gerilemiş olsa da hâlâ Türkiye genel seçmen oranının çok üzerinde. Ak Parti seçmenlerinde lise ve üstü eğitime sahip olanlar, Türkiye genel ortalamasının altında kalıyor. Büyük çoğunluğu aynı zamanda eğitim sermayesi düşük ailelerden geliyor. Ağırlıklı olarak düşük ve orta seviye gelire sahip seçmenler. 

Ak Parti seçmenlerinde kendini geleneksel muhafazakâr olarak tanımlayan kesimdeki azalmayı, Ak Parti seçmen tabanının daralması ve Ak Parti seçmenlerinin dindar muhafazakâr kesime sıkışmışlık olarak gözlemlemek mümkün. Genele baktığımızda, Ak Parti seçmenleri içerisinde hayat tarzlarını “geleneksel muhafazakâr” olarak tanımlayanların oranı Türkiye ortalamasından biraz daha az, kendini “dindar muhafazakâr” olarak tanımlayan Ak Parti seçmenlerinin oranı Türkiye ortalamasının oldukça üzerinde. Diğer yandan “modern” hayat tarzına sahip olduğunu söyleyen Ak Parti seçmenlerinin oranının Türkiye ortalamasının oldukça gerisinde kaldığını görüyoruz.

İşte bu kabaca özetlediğim profil nedeniyle artık Ak Parti kitle partisi değil, bir kimliğin, hayat tarzının partisi haline dönüşmüş durumda.

Ortaya çıkan paradoks

Bu fotoğraf aynı zamanda bir paradoksu da gösteriyor. Bir yandan Ak Parti toplumun her bir kümesinden oy alabilme yeteneğini kaybederek kitle partisi olma özelliğini yitiriyor. Öte yandan bir kimliğe ve hayat tarzına sıkışmışlık ve o kimliğin ürettiği duygusal ve zihni kısıtlar nedeniyle de gerilemesi yavaşlamış durumda. Çünkü geride kalan ve bugün hâlâ Ak Parti diyen seçmenler gündelik hayatın sorunlarını, Ukrayna meselesini, Başkanlık sisteminin ürettiği keyfiliği, orman alanlarının talanını, yolsuzlukları görüyor olsalar da kimliklerinden hareketle Ak Parti etrafında durmaya devam ediyorlar. 

Elbette bu sıkışmışlık da bozulma potansiyeli gösteriyor, Ak Parti seçmenleri de özellikle ekonomideki büyük buhranı bizatihi yaşıyor. Ama Ak Parti’ye eleştirileri her gün biraz daha artar, duygusal bağları zayıflarken diğer kimliklere karşı olan duygusal karşıtlık ve ambargoları nedeniyle henüz tercihlerini değiştirmekte zorlanıyorlar.

Ama bugün hâlâ Ak Parti’yi birinci parti pozisyonunda tutan ve kimliklerin yanı sıra etkili olan başka sosyolojik ve ekonomik süreçler de var.  Ak Parti seçmen kümesi monolitik ve durağan değil. Ak Parti seçmenlerinin 2002’deki sayısal büyüklükleri, profilleri de siyasal davranış gerekçe ve biçimleri de 2020 ile aynı değil.  

12 Eylül darbesiyle generallerin tasarladığı ve uygulamaya koyduğu bir toplum hayali vardı. Ama darbe ile 2002 arasındaki 20 yılda toplum generallerin varsaydığından çok farklı ve hızlı biçimde değişti. Değişenin ne olduğunu tartışabiliriz ama bazı sayısal parametreleri not edeyim. 

TÜİK hesaplamalarıyla 1980 yılında 45 milyon olan nüfusun 25 milyonu (yüzde 56) köylerde yaşar, siyasetçilerin en büyük vaadi her köye yol, su, elektrik götürmek iken 2000’de 68 milyon nüfusun 24 milyonu (yüzde 35) köylerdeydi. Darbeden sonraki 20 yıl hızlı bir iç göçe sahne oldu. Ak Parti’nin ilk iktidar yıllarında kitleselleşmesini sağlayan en önemli işlerden birisi KÖYDES ve BELDES projeleriyle köylerin altyapı sorunlarında radikal iyileşmeler üretmesi oldu. Ama göç yine aynı hızıyla devam etti ve bugün kırlarda, köylerde yaşayan nüfus 85 milyon nüfus içinde yüzde 16’ya geriledi. Artık kentliliği de aşan, yarı nüfusu 11 metropole sıkışmış bir ülke burası. Ama hâlâ da köken itibarıyla kırsal kökenli bir ülke ve metropolde doğan, büyüyen nüfus yetişkinler içinde ancak yüzde 30’lara yaklaşabilmiş durumda. Yani gündelik yaşam pratikleri kentleşiyor olsa da kökenleri, değerleri, kimlikleri bakımından kırsal ağırlığın güçlü olduğu bir toplum. 

1980 yılında yetişkin nüfusun yüzde 52’si eğitimsiz, yüzde 39’u lise altı eğitimli, yüzde 5’i lise, yüzde 4’ü üniversite eğitimli iken 2000’de eğitimsizler yüzde 24’e gerilemiş, yüzde 56’sı lise altı, yüzde 13’ü lise, yüzde 8’i üniversite eğitimli. Bugün nüfusumuzun yüzde 67’sinin eğitim seviyesi lise altı, yüzde 21’i lise ve yüzde 16’sı üniversite eğitimli. 

1980 yılında ülkede yalnızca 1.1 milyon ev telefonu vardı. 1984 yılında bile eve telefon alabilmek için karaborsaya bir daire bedeli ödediğimi hatırlıyorum. 2002’de Ak Parti ilk seçimini kazanırken ise ev telefonu abonesi 19 milyona gelmiş, toplum cep telefonuyla tanışmış, sevmiş, 23 milyon cep telefonu abonesi olmuştu. 

Türkiye 1985 yılında masaüstü bilgisayarlarla, 1991 yılında araç telefonlarıyla, 1993’te internetle, 1994’te cep telefonuyla tanıştı. 2002 yılında internet kullanıcısı yalnızca 1.3 milyondu. Bugün ise ülke coğrafyasının yüzde 90’ı internete, nüfusun yüzde 80’i sosyal medyaya erişiyor, 32 yaş altı genç nüfusun tümü akıllı telefona sahip. 

Göçün büyük etkisi

1980-2002 arası hızla ve telaşla kentleşen, sanayi toplumu olma çabası güçlü ama ortak ufku zayıflamış, her bir seçimde sırayla her bir partiye birincilik verdi toplum. Ama hiçbir parti toplumun aradığı değişimin önderi, mimarı olamadı. Üstelik göçle kentlere akın eden insanları kentliler kabul etmekte zorlandı. Hiçbir toplumsal uyum politikasının olmadığı bir zaman aralığında kentlere gelenler, kendi mahallelerinde alternatif hayatlar kurdular. Gecekondular, varoşlar çoğaldı ama hukukun, sosyal güvenliğin, toplumsal dayanışma mekanizmalarının olmadığı bir zaman aralığında yeni kentliler yalnızca yeni mahalleler değil, yeni ilişki ve dayanışma şekilleri de geliştirmeye başladılar. Yarı kentli yarı kırsal gelenekler, adetler, ilişkiler, örgütlenmeler başladı.  

12 Eylül ikliminin daralttığı siyasal alan, giderek hızlanan kentleşmenin, metropolleşmenin ve birçok alanı etkileyen ekonomik liberalleşmenin yarattığı sorunları çözmeye yetmedi. Dahası başka, yeni bir siyasi ufuk belirmesine de izin vermedi. 12 Eylül hukukunun kısıtlayıcı yapısı kentleşme ve metropolleşmenin hızına ayak uyduramıyordu. Toplum da kültürel ve ahlaki kodlarını kendi yordamınca korumaya, dayanışma ilişkilerini kendince yeniden inşa etmeye çalıştı. Bu bağlam, geleneksel sağ siyasetlerin İslamcı gelenekten gelen söylemlerle beslenip dönüştüğü bir atmosfer de yarattı. İslamcılığın çeşitli türdeki aktörlerinin tezleri karşılık buldu toplumda. Metropollerin sokaklarında, mahallelerinde ve cami cemaati içinde gelişen dayanışma ağları giderek siyasallaştı. Kimi zaman İslamcı hareket bu dayanışma ağlarını, kimi zaman bu dayanışma ağları İslamcılığı tetikleyerek dönüşüme zorladı. 28 Şubat süreci İslamcı hareketi boğmaya çalıştıysa da artık son derece dinamik ve geniş bir taban bulmuş olan İslamcılık kendini bir kez daha tepeden tırnağa yeniledi. Artık muhafazakâr bir kalkınma projesine evrilmişti.

1994 yılından itibaren Refah Partisi’nin yeni açılımı bu yeni mahalleleri ve yeni ilişki biçimlerini esas aldı. Ak Parti bu mirası daha da ileriye taşıdı. 2002’nin Ak Parti’sine atfedilen güçlü örgüt kapasitesi Ak Parti’nin kurduğu bir yapı değildi, son 20 yılın kentlerde yeşermiş yeni ilişki ve dayanışma modellerinin bir sonucuydu. Oy oranından bağımsız olarak Ak Parti daha en başta gündelik hayatın kılcal damarlarında var oldu ve oradan beslendi.

28 Şubat, Marmara Depremi, 2000 ve 2001 ekonomik krizlerinin ürettiği travma silsilesi, toplumun mevcut siyasi aktörlere güvensizliğini besledi. İslamcı hareketin güncelden beslenip yenilenen dili ve yeni Ak Parti ise elde kalan tek alternatifti. Seçim sisteminin garabetiyle diğer partiler baraj altında kalırken Ak Parti yüzde 34 oyla Meclis aritmetiğinin yüzde 65’ine ve iktidara sahip oldu.

Artık merkezdeler

Bu sosyolojik tabanın da meramı elbette ülkede var olmak idi ama aynı zamanda refahtan da pay almaktı. O günün Ak Parti seçmeni için ekonomik, kültürel, siyasal hedefler açık ve netti. Ak Parti’nin kurumsal aklının, ideolojisinin, politikalarının bu taleplere ne denli cevap ürettiğine baktığımızda ise 20 yılda farklı süreçler yaşandı.  O günün yeni mahalleleri, gecekonduları, varoşları bugün metropollerin merkezleri haline dönüştü. 

Ak Parti birçok küresel-yerel dinamik ve sürecin de katkısıyla ilk sekiz yılında seçmen tabanının taleplerine cevap üretti ve yaptıklarıyla tabanını genişleterek kitle partisine dönüştü. Ama 2008 küresel ekonomik bunalımı ve 2009 yerel seçimlerinden itibaren seçmeninin taleplerine değil, kendi davasına öncelik vermeyi seçti. Önce seçmenini “Ak Partilileştirmeye” ve kutuplaştırarak sabitlemeye, 2013 Gezi’den sonra da “Erdoğancılaştırmaya” ve kutuplaşmayı da çatışmacılığa doğru bükmeye yöneldi. Doğal olarak da bu süreç, kazanılan her bir sosyolojik, kültürel, siyasal kümelerin Ak Parti’den uzaklaşmasına ve Ak Parti’nin giderek kitle partisi özelliğini yitirmesine neden oldu. Tıpkı uzay araçlarının boşalan yakıt tanklarından kurtulması gibi, Ak Parti kendisine enerji sağlayan kümelerden giderek kurtuldu ve ağırlıklı olarak muhafazakar ve dindar kimliğin “öteki” duygusu güçlü bir kesiminin içine sıkıştı.

Tam da bu nedenle artık çok daha yavaş oy kaybediyor. Yeniden kitleselleşmek Ak Parti’nin ne farkında olduğu, ne de hedeflediği bir durum gibi görünüyor. Bugünün Ak Parti’si yalnızca Erdoğan iktidarının sürdürülmesi için bir araç haline dönüşmüş durumda. Öte yandan muhalefet yeni bir toplumsal umut ve enerji üreterek kitleselleşemez ise belki de hâlâ bir şansı olacak, kimlik partileri arasında görece önde olmaya devam edecek.


Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"