14 Aralık 2023

İsveç meselesinde gidişat 1 Mart tezkeresini andırıyor

İsveç'in NATO üyeliğinin onaylanması süreci, tıpkı 1 Mart tezkeresinde olduğu gibi iki taraf arasında kalıcı hasar bırakacak bir noktaya doğru evriliyor

1 Mart 2003 tezkeresi Türk - Amerikan ilişkilerinde ciddi bir travma yarattı. Malum, uzun pazarlıklar sonrasında, TBMM, Amerika'nın Türk toprakları üzerinden Irak'a cephe açmasına izin vermedi.

Kimileri Türk - Amerikan ilişkilerindeki kötü gidişatı değerlendirirken, bunu Türkiye'nin "artık büyük ortağın her dediğini yerine getirmeyecek" kadar güçlenmiş olmasına bağlar. Bu görüş kısmen doğru olsa da, ilişkilerin kötüye gidişindeki temel gerekçenin bu olduğunu düşünmüyorum. 

Amerika 1 Mart tezkeresinin geçmemesine, "vay küçük ortağımız bizim istediğimiz bir şeyi nasıl reddeder," diye kızmadı. "Bizim müttefiğimiz bizi nasıl yarı yolda bırakır" diye öfkelendi.

AK Parti hükümeti daha baştan Türkiye üzerinden Irak'a cephe açılmasına soğuk baktığını ABD'ye iletseydi; Washington'un öfkesi bu kadar hiddetli olmazdı.

AK Parti o dönemde ABD yönetimiyle pek çoklarının "at pazarlığı" diye nitelendirdiği, Türkiye'nin uğrayacağı zararlara karşılık, "20 milyar dolarlık" faturaların havalarda uçuştuğu bir müzakere sürecine girmişti. ABD uçaklarının Türk hava sahasını kullanırken kullanacağı yakıtın vergisine kadar giden detaylı, aylar süren görüşmeler yapıldı. Ve ABD tarafı, "öyle ya da böyle sonuç bir şekilde tatlıya bağlanır" diye, sanki tezkere geçecekmiş gibi, piyade dolu gemilerini Akdeniz'e gönderdi; Güneydoğu'da depo kiralama gibi hazırlıklara girişti. Türk tarafı da buna izin verdi.

Deniz tutması nedeniyle günlerce mide bulantısıyla gemilerde bekleyen piyadelerin, günümüzde ABD'nin üst komuda seviyesinde olduğu, bu nedenle de 1 Mart'ın bugün bile ilişkileri gölgelediği söylenir.

1 Mart'taki öfkenin izleri devam ediyor

1 Mart'ta Amerikan tarafı tam bir şok yaşadı ve tüm planlar alt üst olduğu için her şey sil baştan hesaplanmak zorunda kaldı. ABD, "hayır" yanıtına değil, "evet denecekmiş gibi görüşmeler yapılıp, kanırtıcı ve bıktırıcı müzakerelerden sonra evet denmemesine" tepki gösterdi. AK Parti baştan müzakereye girmeseydi; baştan "bize güvenme, biz bu işte yokuz" deseydi, bu kalıcı öfkeye sebebiyet vermeyecekti. 

Tabii o dönem AK Parti daha yeni iktidara gelmiş olduğu, iktidarda kalıp kalmayacağına kendisinin de emin olmadığı ve özellikle meşruiyeti için Batı'nın da desteğine ihtiyaç duyarken, daha dakika bir, gol bir ABD'ye hayır demeyi göze alamadı. Kaldı ki; gerçekten de ben bundan nasıl nemalanırım arayışına da girdi.

İsveç meselesi ABD ile ilişkilerde kalıcı hasar bırakacak

Bugün başka bir konjonktürde Ankara ile Washington arasında bezginlik verici bir pazarlık süreci yaşanıyor. AK Parti'nin iktidarının başlangıcındaki gibi saklanabileceği bir acemilik gerekçesi yok. Ancak İsveç'in NATO üyeliğinin onaylanması süreci, tıpkı 1 Mart tezkeresinde olduğu gibi iki taraf arasında kalıcı hasar bırakacak bir noktaya doğru evriliyor.

Aslında geçtiğimiz temmuz ayındaki NATO zirvesinde mesele tatlıya bağlanmış gibiydi. NATO Genel Sekreteri, ki kendisi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın güvendiği ve sitayişle bahsettiği bir diplomattır, İsveç-Türkiye görüşmelerinden çıkıp, Türkiye'nin mümkün olan en kısa zamanda İsveç'in katılımını Meclis'te onaylayacağını söyledi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, "yok hayır ben böyle bir söz vermedim" demedi.

NATO'dan döner dönmez katılım protokolünün Meclis'ten geçmesi imkanı varken, bu adım atılmadı ve Meclis tatile girdi.

İsveç'in üyeliği Meclis açılır açılmaz onaylanacaktı

Yaz aylarında yapılan diplomasi trafiğinin ardından bana birkaç kaynaktan gelen duyum, iki taraf arasında tam bir uzlaşma sağlandığı yönünde idi. Amerikan tarafı F-16 satışı konusunda arka kapı kanalıyla Kongre'yi ikna ettiğini, İsveç'in üyeliği onaylanır onaylanmaz, yönetimin satış için (bu arada Yunanistan'a da F-35'lerin de satışı için) Kongre'ye bildirim yapacağını Ankara'ya iletti.

Meclis'in açıldığı 1 Ekim günü Ankara'da İçişleri Bakanlığı'na gerçekleşen terör saldırısı planları bozdu. Ankara, biraz daha bekleyeyim derken, bu sefer 7 Ekim'de Hamas'ın saldırısı gerçekleşti. ABD'nin İsrail'in orantısız saldırılarına verdiği koşulsuz destek, elbet iktidarın elini zora soktu. 

Bu kez Cumhurbaşkanı Erdoğan, çareyi İsveç'in katılım protokolünü imzalayıp 23 Ekim'de Meclis'e göndermekte buldu. Şimdi de "Ben üzerime düşeni yaptım;" deyip, F-16 satışının onay sürecinde adım atılmasını beklediğini ima ediyor. 

Washington'a "Gazze nedeniyle durum değişti; siyaseten İsveç'in üyeliği sıkıntılı hale geldi; yönetim önce Kongre'ye bildirim yapsa, satış onaylansa, iktidarın eli kolaylaşır" şeklinde bir mesaj gitmişse hiç şaşırmam.

Batılı diplomatlar, "Anlaşma böyle değildi; Erdoğan sürekli şartları değiştiriyor; maç sürerken kalenin yerini değişiyor" diyorlar.

Bu da beni iki ülke arasındaki kötü gidişatın temelindeki asıl soruna getiriyor. Güvensizlik.

Washington Ankara'ya güvenmiyor. F-16 satışına onay verdikten sonra, ek başka hangi şartlar gelecek diye bakıyor. Ama yönetimin tabii bir başka derdi de Kongre'deki Türkiye aleyhtarlığı. "Kongre'den onay alabilmem için Ankara'dan olumlu bir adım gelmesi gerek; İsveç'in üyeliğinin onaylanması Kongre'nin sessiz kalmasını garantiler" diye bakıyor.

Ankara ise "ya İsveç'i onayladıktan sonra F-16 satışında pürüz çıkarsa" diye güvensizlik duyuyor.

İki müttefik arasındaki güvensizlik öyle bir noktaya gelmiş ki: çözümü basit bir denklemin hali yılan hikâyesine döndü. Bu iş uzadıkça, ilişkilerde bırakacağı hasar o denli kalıcı olacak.

Barçın Yinanç kimdir?

Barçın Yinanç, 1968 yılında doğdu, ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdi. 1990'da stajyer olarak başladığı Milliyet Ankara Bürosu'nda 10 yılı aşkın bir süre diplomasi muhabirliği yaptı. Ardından televizyon haberciliğine geçerek önce TV8, sonra CNN Türk Ankara Bürosu'nda çalıştı.

Türkiye-ABD, Türkiye-AB ilişkilerinin yanı sıra Kafkaslar'dan Ortadoğu'ya, geniş bir coğrafyada Türk dış politikasıyla ilgili gelişmeleri takip etti. Çok sayıda yabancı hükümet yetkilisiyle söyleşiler yaptı, BM, NATO ve AB gibi uluslararası kuruluşların zirvelerini, perde arkası gelişmeleri yerinden haberleştirdi.

2004 yılında İstanbul'a yerleşti, CNN Türk ve Referans gazetesinin ardından İngilizce yayımlanan Hürriyet Daily News'da (HDN) çalışmaya başladı. Haber koordinatörü, yorum sayfası editörü olarak çeşitli görevler aldı; 2010'dan başlayarak on yıl boyunca gazetenin pazartesi söyleşilerini gerçekleştirdi. Bu süre boyunca dış politika analizlerini yazmaya devam etti.

Pek çok uluslararası düşünce kuruluşunun toplantılarına konuşmacı, kolaylaştırıcı olarak katılıyor, yabancı yayın organlarının yayınları için yorumlar yapıyor. AtlatmaHaber adlı podcast serisini hazırlayan Yinanç Diplomasi Muhabirleri Derneği, Uluslararası Kayak Kayan Gazeteciler Derneği (Ski Club of International Journalist) ve Dış Politikada Kadınlar platformunun üyesi.

Son yayını; Women, Peace and Security Agenda in Turkey and Women in Diplomacy: How to Integrate the WPS Agenda in Turkish Foreign Policy (Türkiye'de Kadın, Barış ve Güvenlik Ajandası-Diplomaside Kadın: Türk Dış Politikası'na Kadın, Barış ve Güvenlik Ajandası nasıl dahil edilir) başlığını taşıyor.

Aralık 2020'den itibaren T24'te yazan Barçın Yinanç, T24 ekranında da, her hafta Metin Kaan Kurtuluş'la birlikte "Dış Politika ile İçli Dışlı" adlı programını yapıyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Erdoğan, Trump’la yüksek risk alacak: Yüksek kazanç kadar yüksek kayıp da olabilir

Trump’lı bir dünyanın daha kaotik, daha istikrarsız, daha riskli ve daha öngörülmez olacağı kesin. Trump geldi diye alkışlayanların sevincinin zaman zaman kursaklarında kalma ihtimali çok yüksek. Zira adamın sağı solu belli olmadığı gibi bugün bir şey, yarın başka bir şey deme lüksü de bulunuyor

Genç bir muhabirin “vadedilmiş topraklar"la imtihanı

Sene 1994. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller İsrail, Filistin ve Mısır’ı kapsayan bir tura çıkacak. Tarihi bir gezi. O dönem yurt dışı ziyaretlerde haberciler arasında rekabet daha uçağa binmeden VIP salonunda başlar, uçakta devam eder, gezi sonlanmadan da bitmezdi

Dışişleri'nde aşka yer yok mu, yoksa kadının adı yok mu?

Dışişleri’nde uygulanan personel politikasını nasıl okumalı? Bakan ve ekibi diplomasiyi erkek işi olarak mı görüyor, yoksa diplomasiyi tamamen bir istihbarat işi olarak görüp, MİT çalışanlarına daha fazla alan mı açmak istiyor?

"
"