11 Ağustos 2024

Woody Allen'ın Şans Eseri'nden Olimpiyatlar'a kanlı Paris

Sinemada sonbaharın renklerine bürünen Paris'i izledikten sonra Olimpiyatlar'ın açılış törenindeki pırıltılı şehrin büyüsüne kapılamadım. Filmde Sen Nehri'ne atılan cesetler ve açılışta Marie Antoinette'in kanına bulanmış hapishane; "özgür" ve "eşit" Fransa'nın bir hayal olduğunu vurguluyor

"Şans Eseri" Olimpiyatlar'ın açılış tarihinde Türkiye'de gösterime giren filmde Paris, Fransa'nın eşitlik ilkesinden uzak. Açılışta Marie Antoinette'in 1793'te idam edilmeden önce hapsedildiği Conciergerie'de konser veren Gojira metal grubu, Paris'in özgürlükçü imajını sorguladı. Giyotinle kesilmiş kafasını elinde taşıyan ve kanlar içinde şarkı söyleyen kraliçe, şehrin karanlık geçmişini hatırlattı. Woody Allen'ın son filminde ise şiddet günümüz Paris'inde kol geziyor. Adaletten yoksun şehirde hayat bir pamuk ipliğine bağlı.

Filmde, genç ve güzel Fanny'nin (Lou de Laâge) "şansı," zengin ama kontrolcü Jean (Melvil Poupaud) ile evlenmesi. Bir süs bebeği gibi gördüğü karısının giyiminden sporuna kadar karışır. Sade ve zarif eşine zorla taktırdığı gösterişli mücevherlerle gücünü ispatlamaya çalışır. Bir sanat galerisinde çalışan Fanny'nin, kiminle telefonda konuştuğunu ya da kiminle nerede öğle yemeği yediğini merak eder. Karısını korunması gereken bir hazine gibi gören damat, kayınvalidesinin gözüne girer.

Jean'ın züppe çevresi, yüzeysellikte yarışır. Katıldıkları davetlerde Venedik gibi güya masalsı bir şehre gitmeyi düşlerler. Oysa görmek istedikleri beldelerin tarihi ve kültürü hakkında fikirleri yoktur. Değil İtalya'ya uçmak, Paris'in dışına bile çıkamazlar. Japon restoranına gitmek isteseler de kendi mutfaklarından vazgeçmezler.

Yaşadıkları kısır döngü, Jean'ın oyuncak raylı treninin dairesel yolculuğuyla resmedilir. Oyuncak treninin girdiği karanlık tünelde sıkışıp kalan Jean, çocukken maruz kaldığı zorbalığı çevresine yaşatır. Elindeki kumanda, evliliğinde iplerin elinde olduğunu hissettirir. Fakat bir çember içinde dönüp duran tren gibi hayatında bir arpa boyu yol katedemez. İş ortağına ya da karısına duyduğu şüphe ve kıskançlık, kendi benliğini kemirir.

Jean'ın 1950'lerden kalma oyuncak treni gibi Paris de geçmişi hatırlatıyor. 2024 Olimpiyat Oyunları'nın görkemli açılışındaki ışıltılı şehirden filmde eser yok. Woody Allen'ın sararmış solmuş Paris'i ne modanın ne de özgürlüğün şehri. Geleneksel cinsiyet rollerine ve sınıf farklarına bağlı sosyetik karakterler, hoşgörüden uzak. Farklı seslere ya da kültürlere kucak açmayan şehir, sonbaharını yaşıyor.

[Spoiler içerir.]

"Zenginleri daha zengin yapan" Jean, yolunu kesenlerden kurtulur. Herkes şans eseri birer av ve avcıdır. Kayıp vakalarında uzaylıların parmağı olduğu düşünülen şehirde hukuk yok. Tarih boyunca Jeanların öldürüp Sen Nehri'ne attığı mağdurların hayaletleri aramızda. Paris Olimpiyatları'nın açılış gecesi de şehrin kanlı tarihini cesurca sergiledi.

Zalim Jean'dan gizli aşk yaşayan Fanny ve Alain (Niels Schneider) idealleştirilmez. Yıllar sonra sokakta karşılaşan iki okul arkadaşı birbirlerine tutulur. Sevgilisi ansızın ortadan kaybolan kadının dünyası yıkılır. Ağlamaktan perişan olan Fanny, kocasının nikah tazeleme fikrine birden tav olur! Zenginliğe kolay uyum sağlamıştır. Aşka aşık yazar sevgilisinin ise pek çalıştığı yoktur. Şans üzerine yazdığı kitabını ne zaman bitireceği meçhuldür. İkili, eleştirdikleri sosyete gibi dünyadan habersiz yaşayıp Meksika'ya taşınma hayalleri kurarlar.

Doğaçlama tekniğine dayalı caz müziği, filmdeki şans teması ile örtüşür. Müziğin baştan çıkarıcı uyumsuzluğu, hayatın rastgele olduğunu haykırır. Jean'ın karanlığını komediyle buluşturan film, caz müziği gibi çok katmanlı. "Şansımı ben yaratırım." diyen Jean ve okuyucularına "şans eseri" yaşanan hayatı "Kafayı takma." tavsiyesi veren Alain ile dalga geçen müzik, kara mizaha eşlik eder.

Sinemada sonbaharın renklerine bürünen Paris'i izledikten sonra Olimpiyatlar'ın açılış törenindeki pırıltılı şehrin büyüsüne kapılamadım. Filmde Sen Nehri'ne atılan cesetler ve açılışta Marie Antoinette'in kanına bulanmış hapishane; "özgür" ve "eşit" Fransa'nın bir hayal olduğunu vurguluyor.

Naz Bulamur kimdir?

Prof. Dr. Ayşe Naz Bulamur, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden mezun oldu ve Yeditepe Üniversitesinde İngiliz Tiyatrosu üzerine yüksek lisans yaptı. University of Wisconsin-Milwaukee'de Edebiyat Çalışmaları dalında doktorasını tamamladıktan sonra akademik kariyerine Boğaziçi'nde başladı.

Çağdaş romanda İstanbul temsillerini incelediği Tales of Istanbul in Contemporary Fiction (2011) adlı doktora tezi, Edwin Mellen Press tarafından yayımlandı. Victorian Murderesses: The Politics of Female Violence (Cambridge Scholars, 2016) başlıklı kitabı, 19. yüzyıl İngiliz romanlarında kadın katillere odaklanır ve kadınların ekonomik ve kanuni hakları olmadığı için şiddete başvurduğunu savunur.

Amerikalı, İngiliz, Türk yazarlar (Elif Şafak, Julia Kristeva, Orhan Pamuk, A. S. Byatt, Edith Wharton, Elizabeth Gaskell, Erendiz Atasü, Theresa Cha, Martin Amis) üzerine yazdığı makaleler, uluslararası akademik dergilerde yer aldı. Boğaziçi Üniversitesinde roman, tiyatro, edebiyat teorisi dersleri veren Bulamur, feminizm, oryantalizm ve kültürel çalışmalar ışığında kitap, film, dizi eleştirileri yazıyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sevgilim Kaç, cinsiyetçi klişelerden kaçan bir yapboz

6 bölüm ve epiloğuyla hikâyeyi ters düz eden kurgu, şiddeti cinsiyetleştirdiğimizi yüzümüze vuruyor

Rüzgârlı şehrin Emily'si Paris'te esiyor

Fransa'ya ışık saçan Emily, aydın ve modern Amerika'nın yüzüdür

Şahmaran dizisinin efsane ile sancılı ilişkisi

Her tür canlının dostça yaşayabildiği bir dünya, sanki hiç gerçekleşmeyecek bir rüya. Şahmaran'ın göz bebeğinden yansıyan balta, belki de hepimize saplı

"
"