15 Aralık 2024

Sorgu, “Baba kime denir?”

Sorgu, şiddetin politik olduğunu başarıyla gösteriyor. Sorgu odasında katillerin kimliği kadar içinde yetiştikleri toplumun işlevsizliği de ortaya çıkıyor

“Baba kime denir?” sorusuyla başlayan TOD dizisi Sorgu, hem aile babasının hem devlet babanın güvenilirliğini sarsıyor. Koruyan kollayan babanın, evimizin direği olduğuna inanılır. Oysa ismi “yaşamla ilgili” anlamına gelen üç kız babası Hayati Manoğlu, çevresine ölüm saçmış. Cinayet bürodaki tek kadın polis olan Cihan Manoğlu’nun aradığı, ailesine zulmetmiş babasının katilinden çok baba sevgisi. Dizide failler bulunsa da kime baba deneceği sorusunun cevabı yok.  

Aile kurumunun görevi, topluma itaatkâr bireyler yetiştirmektir. Dizi, sevgiyle işlenen bu kontrol mekanizmasının parçalanmışlığını sergiler. “Biz yaşarken öldük. Diri diri gömüldük” diyen Cihan, annesinin onu terk ettiğine inandırılmış. Babası, kedisini tuvalete atmış ve kardeşinin bebekken bir battaniyenin altında nefessiz kalmasına sebep olmuş. İsmi “dünya” anlamına gelen kadın, küçükken uğradığı psikolojik şiddetten dolayı yaşayamaz.

Cihan (Hazal Kaya), cenazede merhum babasının fotoğrafına kurşun yağdırarak aile birliğine başkaldırır. Bir ölüyü öldürmesi bana Afrikalı Amerikalı yazar Toni Morrison’un Jazz (1992) romanını hatırlattı: Violet, kocasının sevgilisinin cenazesine gider ve ölünün yüzünü bıçaklar. İki kadın ölüleri bıçaklasalar da kurşunlasalar da hayaletlerinden kurtulamaz. Ölülerin saçtıkları korku ve kaygı gölge gibi hep peşlerinde.

Cihanda sulh kalmamış. Dilek Hancı da diri diri gömülen başka bir genç kadın. Aile bireylerinin eli kana bulanmış. Sorgu odasında bekaret takıntısının ölümcüllüğüne şahit oluyoruz. Onur Saylak ve Hakan Günday’ın dizisi Şahsiyet kadar etkileyici olmasa da Sorgu’daki kayıp vakaları, boş mezarları, kapanmayan yaraları hazinle izliyoruz. En büyük tehlikenin aileden geldiği dizide ne ailede ne de yurtta barış var.

Fakat Hayati Manoğlu ve Dilek Hancı’nın paralel ilerleyen cinayet soruşturmaları, birbirlerinden pek beslenmiyor. Kadın cinayetlerini ekrana getirmek önemli olsa da dizideki iki aks daha iyi çakışabilirdi. Senaryo, Dilek olmadan da işler ve cinsiyet rollerini Cihan ve kız kardeşleri üzerinden irdelerdi. Ataerkil hakimiyetin sembolü Man-oğlu soyadını taşımak üç kadın için başlı başına bir külfet. Hayati’nin oğlu olmadığı için kızlarından birine Selim ismini vermesi de cabası.

Kadınlara karşı nefret söylemiyle büyümüş Cihan’ın, eleştirdiği Komiser Süleyman gibi cinsiyetçi küfretmesine şaşırabilir miyiz? “Büyüyünce geçer mi?” sorusuyla başlayan ikinci bölüm, küçükken uğradığımız sözlü şiddetin yaralarının kapanmadığını gösteriyor. Eğitim bile ailenin dayattığı kalıplardan bizi kurtaramayabiliyor. Bu sebeple de cinsiyetçiliğin devam etmesinde kadınların da erkeklerin de rolü var.

Hangimiz yaşadığımız toplumun tabularını tamamen kırabiliriz ki? En azından Cihan, “zarif, kibar” kadın klişesini alaşağı eder. Cinayetleri duygusallığa kapılmadan çözer. İş arkadaşı Metin Yazıcı’ya (Çağlar Ertuğrul) soyadı ile seslenerek erkekleri güçlü ve metin olmaya zorlayan ismi kullanmaz.

“Aşıklar kavuşacak mı?” sorgusu ise polisiye türünün vazgeçilmezi. Kara Para Aşk ve Yargı dizilerinde olduğu gibi katil peşinde koşan ikilinin hep âşık olması gerekli. Biz faillerin kimlikleri kadar Komiser Metin’in eski karısıyla mı yoksa sevdiği Cihan ile mi birlikte olacağını merak ediyoruz. Polisiye ve romantizmi bir araya getiren Sorgu’da, en azından Cihan için iş aşktan daha önemli.

[Spoiler içerir.]

Deniz Yorulmazer’in yönettiği ve Nuray Uslu ve Milay Ezengin’in senaryosunu yazdığı Sorgu, şiddetin politik olduğunu başarıyla gösteriyor. Sorgu odasında katillerin kimliği kadar içinde yetiştikleri toplumun işlevsizliği de ortaya çıkıyor. Kızlarını istismar etmiş Hayati Manoğlu’ya “baba” denmeyeceği açık. Peki bir caniyi öldüren şefkatli ve güler yüzlü Metin Yazıcı’ya “baba” diyebilir miyiz?

Naz Bulamur kimdir?

Prof. Dr. Ayşe Naz Bulamur, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden mezun oldu ve Yeditepe Üniversitesinde İngiliz Tiyatrosu üzerine yüksek lisans yaptı. University of Wisconsin-Milwaukee'de Edebiyat Çalışmaları dalında doktorasını tamamladıktan sonra akademik kariyerine Boğaziçi'nde başladı.

Çağdaş romanda İstanbul temsillerini incelediği Tales of Istanbul in Contemporary Fiction (2011) adlı doktora tezi, Edwin Mellen Press tarafından yayımlandı. Victorian Murderesses: The Politics of Female Violence (Cambridge Scholars, 2016) başlıklı kitabı, 19. yüzyıl İngiliz romanlarında kadın katillere odaklanır ve kadınların ekonomik ve kanuni hakları olmadığı için şiddete başvurduğunu savunur.

Amerikalı, İngiliz, Türk yazarlar (Elif Şafak, Julia Kristeva, Orhan Pamuk, A. S. Byatt, Edith Wharton, Elizabeth Gaskell, Erendiz Atasü, Theresa Cha, Martin Amis) üzerine yazdığı makaleler, uluslararası akademik dergilerde yer aldı. Boğaziçi Üniversitesinde roman, tiyatro, edebiyat teorisi dersleri veren Bulamur, feminizm, oryantalizm ve kültürel çalışmalar ışığında kitap, film, dizi eleştirileri yazıyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Uçurtmayı Vurmasınlar: Her ev birer cezaevi ve herkes birer tutsak

Filmdeki koğuş dinamikleri, ceza ve disiplin üzerine kurulu toplumun bir metaforu. Hapishanenin dışarısındaki ve içerisindeki denetim mekanizması benzer. Bizler de çocuk yetiştirirken savurduğumuz tehditlerle birer gardiyana dönüşmüyor muyuz?

Esas Oğlan’da esas olan podcast!

Sex and the City yakıştırmasına katılmasam da Hadise ve Seda Bakan’ı çok yakıştırdım. Aralarındaki ritim tutmuş. Ceren, Selma’ya “Benim esas oğlanım senmişsin” dediğinde ekonomik ve cinsel özgürlüğü olan ikilinin dostluğu izleyiciye geçiyor

Cevher’den neden iğreniyoruz?

İki kadın arasındaki kıran kırana mücadele, Elizabeth’in kendisine karşı verdiği bir savaştır. Belki de hepimiz Elizabeth’iz. Hangimiz içimizdeki karanlık sese kulak vermiyor ki?

"
"