19 Kasım 2023

Bir Düşüşün Anatomisi: Müzik ve mekânın büyüleyici tezatlığı

Savcı, avukat ve polisin aynı roman yazarı çift gibi senaryolar ürettiği meta film, cinayet mi kaza mı ikilemimizle adeta dalga geçiyor

2023 Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'yi alan Justine Triet'in filmi, ilk sahnesindeki mekân ve müziğiyle seyirciyi mıknatıs gibi çekiyor. Uçsuz bucaksız, ıssız, karla kaplı Fransız Alpleri'nde üç katlı bir dağ evindeyiz. Evin salonundan çatıya çıkan merdivenlerin başındayız. Parmaklıklı tırabzanlar, korkuluklar ve sandalyelerle hapishaneyi andıran ahşap evin üst katına davetliyiz. Görüşümüzün parmaklıklarla kısıtlandığı evde, hayatını evlilikle sınırlandıramayan Sandra (Sandra Hüller) gibi tutukluyuz. Çatıdaki üçgen pencerelerden aşağıya farklı çerçevelerden baktığımızda, Samuel'in (Samuel Theis) güya karısı uyurken balkondan düşüşünün tek bir anatomisi olamayacağını hissediyoruz. Savcı, avukat ve polisin aynı roman yazarı çift gibi senaryolar ürettiği meta film, cinayet mi kaza mı ikilemimizle adeta dalga geçiyor.

Sanki her an başımıza bir tuğla düşeceğinden korktuğumuz tadilattaki evin tekinsiz havasına, Amerikalı rapçi 50 Cent'in bizi parti havasına sokan yüksek tempolu P.I.M.P. şarkısının sözsüz bir düzenlemesi eşlik ediyor. Hem de bangır bangır! Vurmalı çalgılarıyla bize Karayipler'i hatırlatan dinamik şarkı, Alp Dağları'nı inletiyor. Müziğin temposu ve coğrafyanın sessizliği arasındaki tezatlıkla ürperiyoruz.

Evliliğinde sesini duyuramayan koca, müziği sonuna kadar açıp flörtöz karısının genç bir kadınla şarap eşliğinde yaptığı röportajı adeta sabote ediyor. Film, aşk fantezimizi, Daniel'in (Milo Machado Graner) evinin önünde kanlar içinde yatan babasını bulmasıyla söndürüyor. Hareketli müzik bizi baştan çıkarma sahnesi yerine cesetle buluşturduğunda sanki bilinmez bir girdaba giriyoruz. Gerilimi arttıran en önemli unsur, neşeli müziğin ve karı kırmızıya bulayan cesedin inanılmaz tezatlığı. Konusu daha ilk sahneden belli olan film, olası bir cinayet mahallinde bu eğlenceli şarkıyı tekrar tekrar ve yüksek sesle çalarak bizi iki buçuk saat boyunca diken üstünde tutuyor.

Olay yeri ekibi, kocanın çatının terasından nasıl düştüğünü araştırırken de P.I.M.P. başrolde. Sandra'ya röportajı canlandırırken daha yüksek sesle konuşmasını söylediklerinde, "Ama ben bağırmamıştım ki" diyor haklı olarak. Kadının performansından memnun kalmayan polisler olay gününü kendi canlandırıyor. Kendi yazdıkları senaryoyu oynadıklarında gerçek ve kurgu birbirine karışıyor. Ve bu arada şiddetle çalan müzikle birlikte gizemi çözmek yerine kalkıp dans etmek istiyoruz.

Samuel, fiziksel olarak yer almadığı mahkemede, ölmeden önce çaldığı müzikle var oluyor. Sorunlu evliliği ısrarla deşilen karısından adeta intikam alıyor. Mahkeme salonunun ahşap çerçeveli karelerle dekore edilmiş duvarları ile ahşap dağ evinin mimari benzerlikleri de kadının her iki mekânda da sorguya çekildiğini gösteriyor. Sandra, kocasının şüpheli ölümünden çok namusuyla sorgulanıyor. Kamera, mahkemede düşüşün canlandırıldığı maket dağ evine yaklaştığında ise kadın sanki kafes içinde bir kafeste.

Bu şenlikli şarkıya inat, babasının yasını tutan Daniel, piyanoyu sanki kafamıza çekiçle vururcasına çalıyor. Yanlışlıkla bastığı tuşlardan çıkan tiz sesler kulağımızı tırmalıyor. Bu rahatsız edici ritim adeta görme engelli çocuğun masumiyetini sorguluyor. Piyanoda çalamadığı müzik gibi açıklamaları da tutarsız. "Kafam karıştı" bahanesiyle olay günü yaşadıklarını sürekli değiştiren Daniel, belki anne-babasından bile daha iyi bir yazar. Son duruşmada hikâyesini, yaşadığı fırtınayı dindirecek şekilde kurgulayıp anlatıyor. Artık fonda Daniel'ın piyanoda pratik yaptığı şarkının profesyonelce çalınmış versiyonunu dinliyoruz. Peki, piyanonun doğru basılan tuşları bize huzur veriyor mu? Yoksa dört yaşında görme yetisini kaybeden Daniel kadar karanlıkta mıyız?

Dil sorunsalıyla dava iyice çıkmaza giriyor. Samuel ile Londra'da tanıştıktan sonra Fransa'ya yerleşen Alman Sandra'nın Fransa'yı benimsemediği ailesiyle İngilizce konuşmasından belli. Bir tartışmada kocasına, "senin ülken… senin arkadaşların" diye bağırarak sanki mutsuzluğunun faturasını Fransa'ya çıkarıyor. Mahkemede Fransızca konuşması istendiğinde ise şaibeli ifadesi iyice bulanıklaşıyor. Savcı ve cinayet şüphelisi Fransızca ve İngilizce arasında gidip gelirken Türkçe altyazıları okuyan seyirci bilinmezlikte kayboluyor.

Çiftin yazdığı romanlar üzerinden çizilen anatomide "gerçek" sürekli erteleniyor. Düşüşün kendisi ile değil, çelişkili temsilleriyle karşı karşıyayız. Savcı, Sandra'nın Karanlık Ev romanında kocasını öldürmek isteyen karaktere referans verdiğinde savunma, "kitapları değil gerçekleri konuşuyoruz… roman hayatın kendisi değildir" diyor. Roman yazarı, kocasının bir kitap taslağından esinlendiğini itiraf ettiğinde savcının sanığı kimin yarattığı belli olmayan bir cinayet senaryosuyla özdeşleştirdiği savı da çürüyor.

Çok etkilendiğim mahkeme sahnesi, kurgusallığını yüzümüze vuruyor. Sansasyonel duruşmayı merak edip gelenler bir tiyatro seyredermişçesine heyecanlı. Varsayımlar üzerine kurulu davada olası intihar, kaza ve cinayet senaryolarını dinliyoruz. Mahkemedeki ve sinemadaki izleyicilere sunulan kurgu bile farklı! Çiftin hararetli bir kavgasını mahkemedekiler bir ses kayıt cihazından dinlerken biz kavgaya flashback tekniği ile görsel olarak da şahit oluyoruz. Tartışma ne zaman şiddetleniyor işte o zaman canlandırma bitiyor. Duyduğumuz gürültülü ve rahatsız edici seslerin kaynağını görmüyoruz. Mahkemedeki ve sinemadaki izleyicinin perspektiflerinin farklılaştığı filmde gerçeği boşuna kovalıyoruz.

Evin çatısından iple sallandırılan mankenle yapılan canlandırmada, mahkemedeki maket evde ve bir animasyonda defalarca seyrettiğimiz düşüş, üst üste provası yapılan bir film sahnesine dönüşüyor. İçinde savrulup düşeceğiniz Bir Düşüşün Anatomisi'ni mutlaka izleyin.

Naz Bulamur kimdir?

Prof. Dr. Ayşe Naz Bulamur, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden mezun oldu ve Yeditepe Üniversitesinde İngiliz Tiyatrosu üzerine yüksek lisans yaptı. University of Wisconsin-Milwaukee'de Edebiyat Çalışmaları dalında doktorasını tamamladıktan sonra akademik kariyerine Boğaziçi'nde başladı.

Çağdaş romanda İstanbul temsillerini incelediği Tales of Istanbul in Contemporary Fiction (2011) adlı doktora tezi, Edwin Mellen Press tarafından yayımlandı. Victorian Murderesses: The Politics of Female Violence (Cambridge Scholars, 2016) başlıklı kitabı, 19. yüzyıl İngiliz romanlarında kadın katillere odaklanır ve kadınların ekonomik ve kanuni hakları olmadığı için şiddete başvurduğunu savunur.

Amerikalı, İngiliz, Türk yazarlar (Elif Şafak, Julia Kristeva, Orhan Pamuk, A. S. Byatt, Edith Wharton, Elizabeth Gaskell, Erendiz Atasü, Theresa Cha, Martin Amis) üzerine yazdığı makaleler, uluslararası akademik dergilerde yer aldı. Boğaziçi Üniversitesinde roman, tiyatro, edebiyat teorisi dersleri veren Bulamur, feminizm, oryantalizm ve kültürel çalışmalar ışığında kitap, film, dizi eleştirileri yazıyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Anneliğin kutsallığını sorgulayan diziler

Kadınların cinsel kimliğini yok sayan kutsallık mitine tutunmak yerine hayallerimiz, arzularımız ve hedeflerimiz olan bireyler olduğumuzun farkına varalım. Aşklarımızdan, kariyerimizden ve daha da önemlisi kendimizden vazgeçmeden coşkuyla yaşayabileceğimiz anneler günümüz kutlu olsun

Düğüm, polisiye türünde ruh ve matematik 

Polisiye türünde iyi bir matematik kadar ruh da lazım

Origin, kast sisteminde ezilen bir film

Pulitzer ödüllü Afrikalı-Amerikalı yazar Isabel Wilkerson’ın kast sistemi üzerine yazdığı The Origins adlı kitaba odaklanan filmde, geçmişin rüzgarına kapılırız. Ava DuVernay’ın yönettiği filmin açılış sahnesinde savrulan yapraklar; Yahudi soykırımını, Amerika’da 1865’te kaldırılan kölelik sistemini ve Hindistan’da Dalitlerin uğradığı zulmü yüzümüze vurur