Ayşe Kulin'in Yarın Yok romanında, "Nutregon gazının kullanıldığı Felaket Savaşı ertesinde, Hayırlı Uyanış'tan" 121 yıl sonra Dünya'da Merkez Şehir Devleti'ndeyiz (7). Bu distopik hikâyede uyanış pek de hayırlı değil. Devletin çıkarlarının, her daim çalışkan ve ahlaklı olması beklenen insanlardan üstün tutulduğu yaşamda herkes mutsuz. Günümüzden yüzyıllar sonra geçen roman aslında bizi geçmişimize doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Farklı dönemlerde yaşamış bilim kadınlarının, kapitalist, ırkçı ve ataerkil ideolojilerle nasıl boğuştuğuna şahit olurken tarihin tekerrürden ibaret olduğunu hissediyoruz.
Ölümcül Tayro virüsünün formülünü bulmakla görevlendirilen Mira'nın tatile izin vermeyen çalışma koşulları, aydınlanma çağından beri toplumsal gelişim adına aşılanan iş etiğinin bir uzantısı. 18. yüzyılda Amerikalı yazar Benjamin Franklin'in, "erken kalkan yol alır" ve "bugünün işini yarına bırakma" sözleri, Mira'nın dünyasında da hâkim. Ofiste tuvalete gitmek ya da koridorda dolaşmak için iki saatte bir çalan zili beklemek ve en geç altı dakika sonra masalarına dönmek zorundalar. Gözcünün görevi de ofisteki disiplini ve verimliliği arttırmak. İşe bir dakika geç gelmenin cezası var. İstedikleri zaman su içme özgürlükleri bile olmayan insanlar, kapitalist düzende robotlaşmış ve benliklerini kaybetmişler. Nasıl 19. yüzyılda işsiz ve fakirler düşkünler evlerinde ölesiye çalıştırıldıysa Mira'nın döneminde yoksullardan "kobay olarak faydalanıyor, karşılığında insanlığa yararlı olmanın gururuyla avunmaları" bekleniyor (37). İnsanların değerinin topluma sağladıkları katkı üzerinden ölçen geleceğin günümüzden pek farkı yok. Varsa yoksa ekonomi ve üretimin ilerleme uğruna devam etmesi…
Geçmişte olduğu gibi gelecekte de topluma faydası olmadığı düşünülen tutkuya yer yok. Merkez Şehir Devleti'nde sevişmek kelimesi sözlükten kaldırılmış. Çiftleşmenin insan soyunu sağlamak için "kutsal bir göreve" dönüştüğü gelecek, cinselliği evlilikle sınırlayan günümüz toplumlarından farksız. Mira'nın döneminde çocuk sahibi olmak isteyenler devlete başvuruyor. Genetik araştırmalardan geçen, sağlıklı adaylar çiftleşebiliyor. Hep ileri bakmak ve sürekli çalışmak zorunda olan gençler için aşk bir hayal. Mira ve Hanor'un aşkı da birkaç mektuptan öteye gidemiyor.
Zamanı doğrusal bir çizgi yerine bir çember olarak kurgulayan roman, yüzyıllardır unutulmuş bilim kadınlarına hayat veriyor. Mira, erken bunamaya sebep olan Tayro virüsünün formülüne ilk ulaşan kadın hekimin soyundan geliyor. Görevi, Müphem Alan denilen öbür dünyadaki akrabalarıyla ses frekansları yoluyla iletişime geçip formülün yazılı olduğu "kutsal" kitabı bulmak. Mira ile geçmişin fısıltılarına kulak verdiğimizde tarihe yön vermiş kadınlarla tanışıyoruz. Araştırmaları, Mira'yı ünlü kâşif Yuna'ya, Yuna'nın ressam annesi Samira'ya ve Samira'nın iki binli yıllarda yaşamış akrabası Esrana'ya yönlendiriyor. Ruhlar, şahit oldukları hastalıkları, afetleri, çevre kirliliğini, tacizi ve katliamları anlatırken geçmiş bir hayalet gibi aramızda dolaşıyor. Kadın sanatçı ve kaşiflere ses veren roman, tarihi erkeklerin değil kadınların başarıları üzerinden yazıyor.
Roman, topluma ışık tutan kadınlara yer verirken kadınların hâkim olduğu bir ütopya sunmamayı başarıyor. Tam virüsün formülü açıklanırken korkunç bir ses Mira'nın geçmişle irtibatını kesiyor. Italo Calvino'nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu (1979) romanında olduğu gibi Mira'nın tam bir metin arayışı hüsranla bitiyor. Bir göktaşının hızla dünyaya yaklaştığı anonsuyla tuttuğu notlar yarım kalıyor. Hikâye, herkes can havliyle en yakın uzay gemisine doğru koşarken "YARIN YOK! YARIN YOK!" bağrışmalarıyla bitiyor. Sağlıklı ve huzurlu bir hayat vadetmiyor roman. Salgın salgını kovalıyor. Bilim insanları gezegenin ömrünü uzatmaya çalışsa da kaçınılmaz sonun önüne geçilemiyor. Şiddet ve savaşın yasaklandığı dünyayı bir göktaşı yok etmek üzere.
Toplumsal ilerlemeyi bireysel mutluluğun üstünde tutan kapitalist düzeni eleştiren romanda gelecek zaman yok. Bizim kuşak hep geleceği düşünerek, durarak, adım atmaktan korkarak büyüdü: Bekle mezun olunca yurt dışına gidersin, iş bulunca kendi evine çıkarsın, emekli olunca hobine vakit ayırırsın… Belirsiz bir gelecek sevdasıyla bugünü unuttuk. Toz pembe bir gelecek vadetmeyen roman, hayatta bizi mutlu edecek ne varsa bugün başlamamızı öneriyor. Hem de hemen! Şimdi! Çünkü belki de yarın yok.
Naz Bulamur kimdir?
Prof. Dr. Ayşe Naz Bulamur, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden mezun oldu ve Yeditepe Üniversitesinde İngiliz Tiyatrosu üzerine yüksek lisans yaptı. University of Wisconsin-Milwaukee'de Edebiyat Çalışmaları dalında doktorasını tamamladıktan sonra akademik kariyerine Boğaziçi'nde başladı.
Çağdaş romanda İstanbul temsillerini incelediği Tales of Istanbul in Contemporary Fiction (2011) adlı doktora tezi, Edwin Mellen Press tarafından yayımlandı. Victorian Murderesses: The Politics of Female Violence (Cambridge Scholars, 2016) başlıklı kitabı, 19. yüzyıl İngiliz romanlarında kadın katillere odaklanır ve kadınların ekonomik ve kanuni hakları olmadığı için şiddete başvurduğunu savunur.
Amerikalı, İngiliz, Türk yazarlar (Elif Şafak, Julia Kristeva, Orhan Pamuk, A. S. Byatt, Edith Wharton, Elizabeth Gaskell, Erendiz Atasü, Theresa Cha, Martin Amis) üzerine yazdığı makaleler, uluslararası akademik dergilerde yer aldı. Boğaziçi Üniversitesinde roman, tiyatro, edebiyat teorisi dersleri veren Bulamur, feminizm, oryantalizm ve kültürel çalışmalar ışığında kitap, film, dizi eleştirileri yazıyor.
|