Liberal kuramın merkezinde birey ve onun tercihleri vardır. Bugün gündeme oturan birçok konu işin bu tarafına bakılmadan tartışılıyor. Örneğin, bazı vatandaşlar bir yandan Başbakan’ın kadın ve erkek öğrencilerin aynı evlerde oturması konusunda sarf ettiği sözleri ve bu doğrultuda yapılmakta olan düzenlemeleri haklı bir öfke ile eleştirirken, öte yandan aynı vatandaşlar “andımız”ın okullarda her sabah okunmuyor olmasına da benzer bir kızgınlıkla tepki gösteriyorlar. Oysa “andımız” gibi vatandaşlığı Türklük üzerinden kurgulayan ve bu ülkede yaşamakta olan Kürt, Ermeni, Rum vatandaşlara adeta bir zulüm gibi her gün tekrar ettirilmiş olan bu metnin “zorunlu” olarak okunmasının kaldırılması demokrasi adına olumlu bir adımdır. Çünkü bu düzenleme Türklük temelinde tanımlanan ve dayatılan “zorunlu” bir millet anlayışının ortadan kaldırılmasını içeriyor. Oysa böyle bir metnin “zorunlu” olarak okutulmasını ortadan kaldırarak olumlu bir iş yapan hükümet aynı haftalarda bir başka “zorunlu” düzenleme ile karşımıza çıkmakta bir beis görmüyor. Kadın ve erkek öğrencilerin birlikte kaldıkları öğrenci evlerine yönelik Başbakan ve hükümet çevrelerindeki düşünceler ve düzenlemeler insanı dehşete düşüren bir buyurganlığın ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha açık ediyor.
Andımız okullara geri mi gelsin?
Andımızın okullara dönüşünü isteyenler gösteriler yapıp meydanlarda bağıra çağıra bu ayrımcı metni okurken aslında tam olarak neyi istiyorlar diye düşünüyorum. Eğer bu metni sesli olarak okuma özgürlüğünü istiyorlarsa buna elbette hakları olmalı; bu özgürlüklerini kullandıkları için kesinlikle polis şiddetine maruz bırakılmamalılar. Ancak acaba bu andın okullarda yine “zorunlu” olmasını istiyor olabilirler mi? Yani meydanlardaki andımız fetişizmi bu konuyu devletin düzenlemesine razı olmayı mı içeriyor yoksa “tercih”leri için mücadele eden bireylerle mi karşı karşıyayız? Andımızı seven insanların yeni düzenleme karşısında infial içine düşmeleri anlaşılabilir. Peki, biz istediğimiz yerde bunu okuruz mu demek istiyorlar yoksa andımız okullarda yine zorunlu mu olsun istiyorlar? Bu ikisi arasındaki farkın ne denli büyük olduğunu anlatabiliyor muyum? Bana öyle geliyor ki Başbakan’ın buyurgan ve otoriter söylemi bu ince çizgileri hızla yok ediyor. Tepkiselliğe gark olan vatandaşlar bir zorunlu düzenlemeye karşı çıkarken bir başka zorunlu düzenlemeyi savunabiliyorlar. Buyurganlık tepkilere de bulaşıyor ve siyasetin ince çizgilerini siliyor.
Türkiye, Kürtçe’nin bir dil olarak yıllarca yasaklandığı bir ülke. Muhsin Kızılkaya’nın Bir Dil Niye Kanar? kitabındaki o müthiş ifadesiyle söylediği gibi Kürtçe yasak olduğu ve korktukları için “içinde tek bir Kürtçe kelime geçmeden Kürtçe ağlayan” çocukların ülkesi… Bejan Matur’un Dağın Ardına Bakmakkitabında anlattığı gibi Kürt gençlere “annenizle yasaklı bir dil konuşuyorsunuz, keseceğim” diyen telefon santral memurelerinin olduğu bir ülke… İnsanların en temel hakkı olması beklenen dile ilişkin tercihlerin uzun yıllar yapılamadığı bir ülke… O halde, verilen mücadelelerin amacı devletin zorunlu düzenlemelerini yerine koymak mı olmalı yoksa tercihleri mi öne çıkarmalı? Çünkü tercihleri öne çıkaran bir yaklaşım, andımızın okullarda zorunlu olarak okutulması düzenlemesinin kaldırılmasına da onay verecektir. Sanırım Gezi sonrasında biraz da birbirine karışan milliyetçi ve liberal akımların arasındaki en önemli fark da buralarda yatıyor. Artık bunların arasındaki farkları vurgulamanın zamanıdır. Otoriter söyleme ve polis şiddetine duyulan tepkinin aynı bohçaya attığı muhalifler aslında birbirlerine pek benzemiyorlar.
Bir başka örnek ise başörtüsü ile ilgili. Demokratların başörtüsüne verdikleri destek bunun bireysel bir tercih olması temelinde verilmiş bir destek idi. Kendi inanç özgürlüğü temelinde değil de aile ve koca baskısı sonucu başını örten kadınlara ise tercihleri doğrultusunda yaşayabilmeleri için destek verilmesi gerektiğini biliyor ve söylüyorlardı. Konu başörtüsü değil “tercih”ti...
Kuşkusuz, devletin bu konuda zorunlu düzenlemeler yapması (gerek başörtüsünü yasaklamak gerekse de zorla dayatmak) yanlıştır. İnsanların kendi kararlarını verebileceğini varsayan bir devlet bunu yapmaya kalkışmaz. Ancak Türkiye Cumhuriyeti devletinin gelmiş geçmiş hükümetlerinin varsayımı hep vatandaşlarının kendi kararlarını veremeyeceği yönünde olmuştur. Bunu Kemalist hükümetler tarih boyunca yaptığı gibi bugün AKP de yapıyor.
Çoğunluğun tiranlığı
Geçen hafta Yeni Şafak’taki (8/11/2013) köşesinde kadın-erkek öğrenci evleri konusuna değinen Hayrettin Karaman tüyleri diken diken eden bir yazı kaleme aldı. Bu yazı siyaset biliminde “çoğunluğun tiranlığı” olarak ifade edilen konuya örnek teşkil edebilecek bir yazı idi. Şöyle diyordu Karaman:
“Bir toplum içinde yaşayan birey, topluma olan ihtiyacı ve zorunlu alış-verişi uğruna bazı özgürlüklerinden fedakârlık edecektir. Hem toplumu kale almamak, toplum değerlerini takmamak, bu değerlere isyan etmek, hatta fiilen veya kavlen küçümsemek, tahkir ve tezyif etmek hem de o toplum ile alış-verişe talip olmak, o toplumun varlığından yararlanmak mümkün değildir.”
Öyle görülüyor ki bir yanda “Türklüğün tahkir ve tezyif”inin bir suç olarak tanımlandığı bir ülke olan Türkiye’de bugün iktidarda olanlar bu sefer de “toplumun tahkir ve tezyif” edilmesinden dert yanıyorlar. Türklük ve cemaat arasında sıkışmış bir ülke… Tercih etme hakları kâh Kemalistler kâh Kemalist devlet kodlarını devralan bugünkü iktidar tarafından boğulan bireyler. Karaman yazısının insanı irkilten bölümünde ise bizlere şunu salık veriyor:
“Liberal demokraside ısrar edilecekse hükümetlerin, bu rejime ters düzen devlet davranışlarına teşebbüs etmemesi, ama bireylerin, muhtaç oldukları çoğunluğun hatırı için bazı özgürlüklerini 'gönüllü olarak' kullanmamalarıdır.”
Bunları okuyunca insan nefes almakta zorlanıyor gerçekten. Bir yandan andımızın devletin zorunlu bir düzenlemesi olarak okullarda yeniden okutulmasını isteyenler, bir yandan da erkek egemen bir eda ile “siz bu tercihlerinizden muhtaç olduğunuz çoğunluğun hatırı için gönüllü olarak vazgeçin” diyenler. Nefes alacak alan kalmamış durumda. Her iki taraftan da epeydir dayak yiyen, tüm bunlar sizin yüzünüzden oldu türünden suçlamalara maruz kalan liberaller ayağa kalkıp konuşmak zorundalar. Her taraftan azarlanmalarına rağmen… Çoğunluğa muhtaç olunabileceğini söyleme cüreti bile başlı başına bir sorun. Bu çatışmada asıl yok edilenin tercih hakkı olduğu son derece aşikâr.
Bugün demokratları milliyetçilerden ayıracak olan en temel mesele tercih hakkını savunmalarıdır. Kılık kıyafete, konuşulan dile, insanların nerede ve kiminle oturacağına karışan bir devlet bu ülkede hep vardı. Nüfus cüzdanlarımıza bile dinimizi, hatta evli mi, boşanmış mı olduğumuzu bize sormadan yazdı… Adlarımızı, soyadlarımızı bizim tercihimiz dışında değiştirdi. Bir dönem Türklük üzerinden hayatımıza karıştı, şimdi de “çoğunluğun hatırı” diyerek karışmaya kalkıyor. Erkeklik üzerinden ise eskiden de şimdi de küstahça ve her daim hayatımıza karıştı ve hala da dur durak bilmeden karışıyor… Demokratlar zaten bunlara hep karşı çıkmışlardı. Şimdi de karşı çıkmalılar. Bu muhalefet milliyetçilere bırakılmayacak kadar önemli. Konu artık başörtüsü, andımız ya da öğrencilerin nasıl yaşaması gerektiği değildir. Asıl konu bu konulara ilişkin olarak insanların kendi tercihlerini yapabilmelerine getirilen engellerin sürüyor olması ve yeni engellerin ufukta görünmesidir. Bu sefer de örneğin konuşulan dil yerine özel hayata ilişkin farklı konulara müdahale söz konusudur. AKP özel yaşama müdahaleci devlet kodlarını Kemalistlerden devralmıştır. Savunulması gereken ne başörtüsüdür, ne andımızdır, ne de belli bir yaşam biçimidir. Savunulması gereken vatandaşların “tercih hakkı”dır.