01 Aralık 2015

Dört Ayaklı Minare'nin gözleri

Gerçekler gün gelip toprağın altından çıkacaktır. Kadim Diyarbakır’ın taşı toprağı, minaresi, kilisesi bu süreçte tanıklık yapacak

2011 yılında Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği "Diyarbakır ve Çevresi: Toplumsal, Ekonomik Tarihi" konulu bir konferans için Diyarbakır’daydık.  Konferans, Diyarbakır Belediyesi'nin işbirliğiyle düzenlenmişti. Konferans arasında hep birlikte yeni restorasyonu yapılan Surp Giragos Ermeni Kilisesi’ni ziyaret etmiştik. Dört Ayaklı Minare ve bitişiğindeki Şeyh Matar (Şeyh Mutahhar) Camii biraz ilerideydi. Bu sokakların ruhunu en iyi anlatan kişi 1938 doğumlu ve 15 yaşına kadar kentin –kendi ifadesiyle- “küçelerinde” (sokaklarında) gezinmiş olan Mıgırdiç Margosyan’dır (Gavur Mahallesi'nden Çıktım Yola,  Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi Konuşma Metni, 20 Ocak 2010). Bu ruhun izlerini aynı konferans sonrası akşam yemeğinde yanyana oturup  uzun uzun sohbet ettiğimiz Şeyhmus Diken’in sözlerinde de gözlemlemiştim. Elbette silahların patladığı yerde artık bu ruhtan eser kalmıyor. Artık yok olan o ruhu yaşatmaya çalışanlardan birisiydi Tahir Elçi… Faili meçhullerin ve bölgede yaşamını sürdürmeye çalışanların avukatı olmanın yanısıra bunu da yapıyordu. Öldürüldüğü gün orada bulunmasının nedeni de Dört Ayaklı Minare’ye zarar verilmiş olmasına, minarenin silahlarla ayağından vurulmuş olmasına tepki vermek içindi. Tarihi bir eserin silahlar ile hırpalanmasına tepki gösteriyordu. Ayakları kurşunlanan Dört Ayaklı Minare’nin altında yatan bedeni artık zihinlerimize mıhlandı… Hiç ama hiç zihnimizden çıkmayacak o fotoğraf… Tahir Bey’in bedeni orada yatarken silahlar patlamaya devam ediyordu. O gün, bizler daha henüz Tahir Bey’in öldürüldüğü haberini almadan, onun için ilk gözyaşları Dört Ayaklı Minare’nin gözlerinden döküldü. 16. yüzyılın başından bu yana Dört Ayaklı Minare ismi ile bilinen yapı bundan böyle artık “Gerçekleri Bilen Minare” olarak bilinecek. Ve emin olun ki Diyarbakır’da gerçekleri bilen ve kim bilir belki de bu yüzden zarar verilen çok sayıda tarihi yapı var.

Halk arasında Dört Ayaklı Minare’nin altından yedi kere geçenlerin dileklerinin gerçekleşeceğine inanılırmış. Bundan böyle minarenin altından, onun bildiği gerçekleri ögrenebilmek için  geçilmeli diye düşünüyorum. En önemli dilek bu olmalı. Bu topraklarda insanca yaşayabilmek için gerçekleri bilmek istiyoruz artık.  Tahir Bey’i katıldığımız birkaç toplantıda tanımıştım.  Bir keresinde ikimiz de toplantıya erken geldiğimiz için toplantının gerçekleşeceği otelin lobisinde sohbet etmiştik. Onu içtenliği, yaptığı her işi doğru yapmaya çalışan, herkesten önce kendi vicdanına karşı sorumluluk duyan insanlara özgü, güven veren gülümsemesi ile hatırlayacağım. Devletin onun faillerini bulup çıkaracağına olan inancımız öyle zayıf ki, iki gündür sosyal medyada birçok insan adeta dedektif gibi öldürüldüğü sırada kayıtta olan MOBESE kameralarının kayıtlarını izleyip gerçeği kendi başına deşifre etmeye çalışıyor. Çünkü biliyorlar ki devlet bunu yapmayacak. Gerçekleri ortaya çıkaran ve yayınlayanların ise tutuklandığı bir ülkede yaşıyoruz.

Sevgili Tahir Bey’in cenazesinde konuşan Selahattin Demirtaş “Tahir’i öldüren devlet değil, devletsizliktir” dedi. Kamusal entelektüeller, demokratlar açısından da anlamı olan ve düşündüren bir ifadeydi bu. Kamusal entelektüellerin yaptığı şey devletin ve siyasetin işleyişinin eksiklerine, yanlışlarına ve adil olmayan yönlerine dikkat çekmektir. Oysa bugün Türkiye’nin kamusal entelektüelleri, yıllar süren bir mücadele ile siyasal alanı devletin vesayetinden kurtarmaya çabaladıktan sonra bugün neredeyse devlet kurumlarını siyasetin gölgesinden kurtarmaya çabalar hale geldiler; demokrasi pratikleri o denli geriledi bu ülkede. Demokratların bile devletin olmadığından şikayet ettiği bir yerde totaliter -yani bir siyasal partinin devleti yuttuğu- bir rejimden söz edebiliriz.

 

Rabia ve "Bir, iri ve diri olmak"
ne menem Birşeydir?

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan son dönemde konuşmalarında sık sık “Biz ne dedik?” diye sorduğu soruya kendi kendisine bir cevap veriyor. Cevap: Rabia (bunu söylerken baş parmak içeri bükülüp 4 parmak havaya kaldırılıyor).  Rabia ile kastedilen tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet. Ha bir de “bir, iri ve diri olmak" durumu var ki; sizi bilmem ama benim bu ifadeyi her duyduğumda tansiyonum inip çıkıyor. Nedir bu bir, iri ve diri olmak; ne menem bir şeydir?

Kısa bir araştırma bu ifadenin AKP ve MHP liderlerinin neredeyse birbirlerinin ağzından kaptığı bir ifade olduğunu gösteriyor. Bu ifadeyi MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de kullanıyor, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da, Başbakan Ahmet Davutoğlu da… AKP’li vekillerden Numan Kurtulmuş’un ve Cemil Çiçek’in de yakın geçmişte bu ifadeyi içeren konuşmaları var. Bu ifade 13. yüzyıl düşünürü Hacı Bektaş Veli’ye atfediliyor. Onun “güzel sözleri” arasında bu ifadeye yer verildiğini gözlemlemek mümkün. Abdurrahman Güzel’in Hacı Bektaş Veli El Kitabı’nın başlığında da bu ifade var.

Alperen Ocakları’nın sosyal medya paylaşımlarında da bir, iri ve diri olmaya yapılan atıflara rastlamak mümkün. İnsanın aklına 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında yargılanan MHP yöneticisi Agah Oktay Güner’in mahkeme heyeti önünde savunmasını yaparken söylediği “kendimiz zindanda ama fikrimiz iktidarda” ifadesi geliyor.  Öyle ki bugün MHP camiası “kendimiz muhalefette ama fikrimiz iktidarda” dese yeridir diye düşünmemek elde değil.

 

Kedilerin 4 dilde
kovalandığı mahallenin minaresi

 

Dört Ayaklı Minare onaltıncı yüzyılın başından bu yana kim bilir neler gördü?  Bu minare, Rabia, yani tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet konusunda ne düşünüyordur acaba? Dört Ayaklı Minare, içinde bulunduğu mahallenin doğası gereği, paylaşmayı ve birlikte yaşamayı öğrenmek durumunda kalmış bir minare… Margosyan’ın Gavur Mahallesi isimli kitabındaki bir öyküde anlattığı gibi zaman zaman müezzinlerin çan sesini bastırmak için daha yüksek sesle ezan okudukları bir minare o. Ancak çan sesini  iyi biliyor… Komşuları arasında Surp Giragos Ermeni Kilisesi var, Keldani Kilisesi var. Onlarla birlikte asırlardır yaşıyor o minare. Margosyan 1950’lerin ilk yıllarına kadar Dört Ayaklı Minare’nin bulunduğu Hançepek ya da Gavur Mahallesi denilen mahallede yaşamış (Diyarbakır Belediyesi yaşadığı sokağa geçtiğimiz yıllarda Margosyan’ın ismini vermişti). Evlerinde sofradan yemek çalmaya kalkışan Mestan adlı kedilerini annesi 4 dilde kovalarmış: Ermenice, Kürtçe, Zazaca ve Türkçe. Tarihte kedilerin bile 4 dilde kışkışlandığı bir mahallenin minaresi o… Birden MOBESE kayıtlarında görünen ve kurşunlar arasından sekerek kaçan siyah kedi düştü aklıma…Bugün herkes biliyor ki Dört Ayaklı Minare’nin gözleri Tahir Elçi’nin katillerini gördü… Tarihte teklik söyleminin bedeli olan kırımları da gördüğü gibi. O yüzden teklikten medet ummanın nasıl büyük ve onarılmaz kayıplara yol açtığını muhtemelen insanlardan çok daha iyi biliyordur. Konuşabilseydi bugün, anlatabilseydi gördüklerini, kimbilir neler öğrenecektik Dört Ayaklı Minare'den...

Bugün gerçekleri öğrenmemiz için çabalayan ve gözümüz kulağımız olan Can Dündar, Erdem Gül gibi onurlu gazetecilerin tutuklandığı günlerden geçiyoruz. Ancak hepimiz biliyoruz ki insan olmanın gereğinin yapılması, yani gerçekleri arayışın sürmesi kaçınılmazdır. Hiçbir sır toprağın altında ilelebet gizli kalmıyor. Hatta toprak bile gerçeklerin üzerini ilelebet  örtemiyor. İçkale’de, Saraykapısı’nda bundan birkaç yıl önce bir kazıda ortaya çıkan ve 38 kişiye ait olduğu belirlenen iskelet ve kemik parçaları Adli Tıp raporuna göre 100 yıl öncesine ait idi. 100 yıl önce iskeletlerin ortaya çıkarıldığı arazide bulunan cezaevinde Ermenilere yapılmış olan işkenceler ise dönemin tanıklık öykülerinde yıllardır anlatılıyordu.

Gerçekler gün gelip toprağın altından çıkacaktır. Kadim Diyarbakır’ın taşı toprağı, minaresi, kilisesi bu süreçte tanıklık yapacak…Dört Ayaklı Minare’nin bildiklerini de öğreneceğiz. O güzel insanın  cenazesi o minarenin ayakları dibinde kalmayacak çünkü hayatına değdiği bunca insanın vicdanı buna izin vermeyecek.

  

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yaşlılık ve kadınlık; ya da geleceğimiz ve yapay zekâ mı demeli?

Yaşlanmayı teslimiyet değil de bir tür direniş olarak tasvir edebilirsek eğer, belki de o zaman yaşlıları olumsuz ve pasif varlıklar olarak değil de Nazım Hikmet'in ifadesi ile, bir "isyan bayrağı gibi güzel" özneler olarak görebilmenin kapısını da aralayabiliriz

Yeni demir perde

Eski demir perdeyi diktatörlüklerin hüküm sürdüğü ülkeler inşa etmişti. Günümüzdeki yeni demir perdenin mimarları ise demokrasiler

"Çıkış" mümkün mü; çıkanlar nasıl çıktı?

Özgür olmayan, yani demokrasi olmayan otoriter bir rejimde seçimler ile hükümet değişikliği olabilir mi? Sanırım bugünün Türkiye'sinde yanıt bekleyen en önemli sorulardan birisi bu