01 Mart 2023

Kaybedecek neyimiz kaldı?

Depremin artçı sarsıntıları hem bölgede, hem toplumda devam ediyor. İzi bulunamayan kayıp kişiler, kumdan kaleler, Kızılay, tribünler, helallik derken elimizde kalan tek şeyin "sesimiz" olduğunu fark ediyoruz. Sesimizi duyan var mı?

Unutmayalım ki cesur bir kez, korkak bin kez ölür
Önemli olan insanın böyle bir toplumda "mezar taşı" gibi susmamasıdır

Uğur Mumcu

* * *

Sahtekarlığın evrensel derecede egemen olduğu
dönemlerde gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir.

George Orwell 

Depremin artçı sarsıntıları hem bölgede, hem ruhumuzda, hem toplumumuzda devam ediyor. Toplumun sarsılması, hareket etmesi, büyük bir gürültüyle uyanması, yaratılan korku imparatorluğundan korkmaması, susmaması değişim hareketinin bir parçasıdır.

İnsanlar korkmuyor, çünkü kaybedecek hiçbir şeyleri kalmadı. Depremin ilk günlerinde aile apartmanları çöken ve kendisine mikrofon uzatılan bir adam şöyle diyor; "Annem burada, kardeşim burada, yengem burada, oğlum burada, gelinim burada, torunlarım burada... Devlet nerede? Devlet nerede?"

İnsanlar bir dikili taşa razı

Ölen 45 bin kişi, birilerimizin yakınıydı. Ailesiydi, arkadaşlarıydı, arkadaşlarının ailesiydi, bu felaketin ucu o ya da bu şekilde herkese uzandı. Bir de kayıplar var ki, o durum daha da beter. 1999 Gölcük depreminde kayıtlı olarak 5840 kişi kayboldu. Bu kişilerin yakınları bir ümitle beklemeye, sevdiklerinin yollarını gözlemeye devam etti, ediyor. Kahramanmaraş depreminin, 1999 depremine göre katbekat büyük olduğu düşünülürse, kayıp sayısının on binler olabileceğini tahmin etmek zor değil. Ancak tam rakamı bilmiyoruz. Resmi bir açıklama henüz yapılmadı. Kayıp yakınları türlü çilelerden geçiyor, toplu mezarlarda yakınlarını arıyor, DNA testlerine başvuruyor, çocuklarının organ mafyası tarafından kaçırılmış olabileceğini düşünüyorlar. Yine bir başka vatandaşımızın "Kızımın bir dikili taşı olsun yeter" diye ağladığı video yürek dağlıyor. Son görevlerini yerine getiremeyen, yasını tutamayan insanlar için hayat oracıkta donup kalıyor. Bir vedaları bile olamıyor. Canlarını kaybetmişler, kaybedecek daha neleri var.

Kumdan kaleler başlarına yıkıldı

Yüzbinlerce insan evini kaybetti. Sadece kafalarının üzerindeki çatıyı değil, eşyalarını, anılarını, mutlu günlerde toplanılan aile sofralarını kaybettiler. Ev insanın kalesidir, en korunaklı yeridir. Çocuklarının boylarını işaretledikleri kapı eşiklerinin altına sığındılar ama olmadı. Bu binalar ihmal, rant, ahlaksızlık, hırsızlık nedeniyle yıkıldı. Yıkık bir binanın enkazında gördüğüm deniz kabuğu fotoğrafı benim için bu depremin simgelerinden biri oldu. İnsanlarımıza deniz kumundan yaptıkları, demirden çaldıkları, yapı denetime rüşvetle onaylattıkları evleri "lüksün yeni adresi, yeni yaşam" sloganlarıyla sattılar. Kumdan kaleler başlarına yıkıldı. Kaybedecek neleri var.

Yüzbinlerce insan işsiz, gelirsiz kaldı. Hataylı depremzede bir kadının "Bana 10 bin TL vereceklermiş. Neyime, kimime vereceksin 10 bin TL? Bana annemi, babamı verebilir misiniz? Ben size vereyim 10 bin TL. Bana annemi babamı geri verin." çığlıkları kulağımda yankılanıyor. İşten, güçten, paradan da vazgeçti insanlar. Zaten para geçmiyor oralarda, parayla alınacak bir şey kalmadı. Kaybedecek neleri var.

Çocukluğumuzun kalbini kırdılar

İlkokulda dağıtılan Kızılay zarflarının içine harçlıklarından ayırdıkları kuruşları hevesle koyan, öğretmenine mutlulukla teslim eden çocukluğumuzun kalbi kırıldı. İlkokulda Kızılay Kolu'nda olmak, hele Kızılay Kolu Başkanı olarak kolumuza beyaz üstüne kırmızı hilal işlemeli pazu bantını takmak, ecza dolabının eksiklerini listelemek, ilk yardım çalışmalarını öğrenmek ve öğretmek ayrı bir gururdu. Yetişkinliğimizi geçtim, elleri çocukluk anılarımıza da uzandı.

Yıllarca Kızılay emekçisi olarak çalışmış, kendi çocuklarına ayıramadıkları vakti ihtiyaç sahiplerine ayırmış, onlar için canla başla çalışmış insanların evlatları, Kızılay'ın Ahbab'a çadır sattığını öğrenince sosyal medyada sinir krizi geçirdi. Evet, yanlış duymadınız sosyal medya üzerinde sinir krizi geçiren, öfkesini, isyanını içinde tutamayan bir toplum haline geldik. Çünkü muhattap yok. Kuruluş amacı kendi internet sitesinde "... her nerede görülür ise , hiçbir ayrım yapmaksızın insanın acısını önlemeye veya hafifletmeye çalışmak, insanın hayatını ve sağlığını korumak, onun kişiliğine saygı gösterilmesini sağlamak ve insanlar arasındaki karşılıklı anlayışı, dostluğu saygıyı, işbirliğini ve sürekli barışı getirmeye uğraşmaktır. Kızılay ihtiyaç anında dayanışmanın, ıstırap anında eşitliğin, savaşın en kızgın anında insancıllığın, tarafsızlığın ve barışın simgesidir." diye açıklanan Kızılay'ımızı kaybetmişiz, kaybedecek daha neyimiz var.

Futbol sadece futbol değildir

Geçtiğimiz haftaya damga vuran olaylardan biri, Beşiktaş taraftarının Beşiktaş-Antalyaspor maçının 4'üncü dakika 17'inci saniyesinde "Memleketim" şarkısı eşliğinde, depremzede çocuklara iletilmek üzere sahaya peluş oyuncak fırlatmasıyla başlayan eylemdi. Arada tabii "Hükümet istifa" sloganları da atıldı. Benzer sloganlar Fenerbahçe tribünlerinden de yükseldi. Vay efendim, kıyamet koptu. Hani sadece "Futbolla siyaseti karıştırmak doğru değildir" filan gibi yorumlar yapılsa yine anlayacağım. Görüştür en azından. Ama çirkinleşildi. Detaylar için Sevgili Talat Kırış'ın yazısını okuyabilirsiniz, ben oralara girmeyeceğim.

Futbol sadece futbol değildir (Simon Kuper'in neredeyse bir dünya turu yaparak futbolun politika ve çeşitli kültürlerle ilişkisini araştırdığı Futbol Asla Sadece Futbol Değildir kitabını ilgilenenlere öneririm). Taraftar tek ses, tek nefestir. Taraftar halktan farklı bir örgüt filan değil, halkın ta kendisidir. Halkın protesto hakkı da Anayasa'nın 34. maddesinin birinci fıkrasında, "Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir." şeklinde belirtilmiştir. Tribünde slogan atmaya gösteri bile denemez ama neyse. Demokratik haktır bu!

Elimizde kalan tek şey sesimiz

Elimizde kalan tek şey sesimiz! Onu da kısmaya çalışıyorlar. "Sesimi duyan var mı?" çığlıkları beynimin arka fonunda yankılanıyor. Ardından depremin ilk günlerinde Adıyaman'da canlı yayında Habertürk mikrofonunu kapan sağlık çalışanımızın sözleri geliyor: "Ben Adıyaman'da özel bir hastanede sağlık çalışanıyım. Şu an hastanemiz tahliye oldu. Adıyaman'ı üç gün boyunca kaderine terk ettiler. Herkesin biz yolda yürürken sesini duyduk, 'İmdat yardım edin' diye. Kulaklarımızı kapattık çünkü kimse buraya gelmedi. Üç gün sonra geldiler. İnsanlar burada soğuktan dondular, soğuktan öldüler, açlıktan öldüler. Enkazın altında 3 gün boyunca soğuktan dondular. Ne yapalım biz?"

O önemsemediğiniz, cümle içinde kolaylıkla geçirdiğiniz, arzu ettiğiniz çalışmayı gerçekleştiremediğiniz için helallik istediğiniz ilk birkaç gün var ya, o ilk birkaç gün binlerce kişinin hayatı demekti. Sağlık çalışanımızın anlattığı gibi binlerce kişi bağırdı, yardım istedi, çevredeki vatandaşlar tırnaklarıyla toprak kazdı, kimi enkaz altına ulaşabildi, kimi yardım edememenin çaresizliğinden ağlaya ağlaya elleriyle kulaklarını kapattı. Sonunda enkaz altından gelen sesler kesildi. O yüzden helallik veremiyorlar, kusurlarına bakmayın lütfen. Geride kalanlara gelince... Onların sesi kolay kolay kesilmez. Çünkü artık kimsenin kaybedecek bir şeyi kalmadı.

Ayşe Acar kimdir?

Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı. 

Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu. 

Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü. 

Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı. 

Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı. 

2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu. 

Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Dış politikalar uzmanı Ziya Meral: Yeni bir Cumhuriyet mutabakatına ihtiyacımız var

Geçtiğimiz haftaki yazımda AKP seçmeninin tercihini değişimden yana kullanması için "Daha ne olması gerekirdi?" diye bir soru sordum. Bu hafta sizden gelen cevapları derledim ve Kraliyet Birleşik Kuvvetler Enstitüsü (RUSI) ve Avrupalı Liderler Netwörkü kıdemli uzmanı akademisyen-yazar Ziya Meral ile konuştum

Daha ne olması gerekirdi?

14 Mayıs Seçimleri'nin ardından aklımda tek bir soru var. Erdoğan seçmenlerinin değişim istemesi için daha ne olması gerekirdi?

Prof. Dr. Selçuk Şirin: İyi ebeveynlik, çocuğunun geleceğiyle ilgili kararları sandıkta vermekle başlar

Çocuklarım ilk oylarını kullanırken aklıma yazar-akademisyen Prof. Dr. Selçuk Şirin hocamızın bir röportajımızda söylediği "İyi ebeveynlik bilinçli seçmen olmakla, çocuğunun geleceğiyle ilgili kararları sandıkta vermekle başlar. Siyasete karışmıyorsan, siyaset senin çocuğunun geleceğine karışır." lafı geliyor. Tarihi seçime günler kala kendisiyle temasa geçiyor, görüşlerini soruyorum