Gençlik gençlerde harcanmayacak kadar değerli bir şeydir.
George Bernard Shaw
Geçen hafta “The Substance (Cevher)” filminden yola çıkarak kaleme aldığım, “50’de ne biter?” yazısıyla, “Ageism (Yaş Ayrımcılığı)” konusuna girdik, bakalım kaç yazıda çıkabileceğiz. Ageism, Robert Butler tarafından 1969 yılında tanımlanan ve insanların yaşlarından dolayı iş ve sosyal hayatlarında ayrımcı davranışlara maruz kaldıklarını savunan bir terim. 50 yaş üzerindeki kişilerin iş yerinde üretken olamayacakları, yeni teknolojilere ayak uyduramayacakları gibi bahanelerle ayrımcılığa uğramaları kadar, gençlerin mesleki bilgi ve deneyimlerini sorgulamak, fikirlerini ciddiye almamak da ageism’a giriyor.
George Bernard Shaw’ın “Gençlik gençlerde harcanmayacak kadar değerli bir şeydir” lafı şahanedir. Tanrı’nın pırıl pırıl beyinleri gençlere bahşederek, taptaze, fıldır fıldır nöronların çoğu kişide potansiyel buluşlar, icatlar, sanat eserleri yaratamadan israf olduğu konusunda Shaw’la hemfikirim. Gençlerin hayattaki en iyi eserlerini yaratabilecekleri bir deneyimleri yok. Yaş ilerledikçe de beynimizdeki nöronlar küçülüyor, diğer hücrelerle iletişim kuran dendritler kısalıyor, nöronların birbiriyle iletişim kurmasını sağlayan sinaps sayısı azalıyor. Tüm bunlar da öğrenme ve hafıza güçlüğü yaratıyor.
Kavramsal yaratıcı mısınız, yoksa deneysel mi?
Bu durumda “Bir insanın en yaratıcı yaşı nedir?” sorusuna mantıklı bir cevap vermenin pek mümkün olmadığını düşünüyordum. Ta ki Ohio Devlet Üniversitesi’nin, insanın sadece gençlikte yaratıcı olmadığını söylediği araştırmaya rastlayana kadar. Araştırma yaratıcılığın insan hayatında iki farklı dönemde zirve yaptığını söylüyor; biri yetişkinliğin ilk yıllarında, diğeri de ilerleyen yaşlarda... Bunun nedeni de yaratıcı düşüncenin kavramsal ve deneysel olarak iki farklı türünün olması ve her ikisinin de yaşamın farklı evrelerinde ön plana çıkması.
Kavramsal yaratıcılar geleneklere meydan okuyan yenilikçi kişiler ve yaratıcılıklarının zirvesine 25 yaş civarında ulaşıyorlar. Deneysel yaratıcılar ise, yaşamları boyunca bilgi ve deneyim biriktirip, daha sonra bu bilgiyi yorumlayıp sunmanın yenilikçi yollarını bulan kişiler ve yaratıcılıklarının zirvesine 55 yaş civarında ulaşıyorlar. Müjdemi isterim; 50’li yaşlarınızın başındaysanız ve deneysel yaratıcı iseniz hala hayatınızın işini, projesini, sanat eserini hayata geçirme ve bunu yeni nesillere bırakma şansınız var.
The Cure ve 16 yıl sonra gelen sanat eseri
Araştırmaya tesadüfen rast geldiğim günlerde, The Cure uzun yıllardır beklenen yeni albümü "Songs of a Lost World"ü çıkarttı. Tam 16 yıl sonra... Gençlik aşklarını “Lovesong” ile yaşamış bizim jenerasyon son hızla haberi sosyal medyada kulaktan kulağa yaydı; “Koşun, The Cure yeni albümünü canlı konserle tanıtıyor.” İşimin ortasında şöyle bir bakmak amacıyla Youtube’u açtım; açış o açış. Konseri sonuna kadar büyülenerek izledim. İlk dinlemede bile albümün büyük bir ustalıkla hazırlanan, bir sanat eseri olduğunu fark ettim.
The Cure
32 yıl sonra The Cure yeniden liste başı
Robert Smith’in son albümlerini 16 yıl önce değil de sanki geçtiğimiz yıl çıkarmış gibi kendinden emin sahne hakimiyetine hayran kaldım. Sesi sanki biraz değişmiş, ama bozulmamış, aksine biraz daha olgunlaşmış ve güzelleşmiş. 33 şarkılık konserde, yeni albüm şarkıları ve birçok eski hitleriyle birlikte “Lovesong”, “Friday I’m in Love” ve “Boys Don’t Cry”ı da söylediler ve bizi gençliğimize ışınladılar. Roxy, Kemancı, Körfez, Adamik gibi mekanlarda bu şarkılarla nasıl dansedip, coştuğumuzu hatırlayıp duygulandım. Başkalarının da albümden ve konser performansından benim kadar etkilenip etkilenmediğini merak edip sosyal medyayı taradım. Herkes büyülenmiş gibiydi ve albümü yere göğe sığdıramıyordu. İngilizce’de dahiane işleri tanımlayacak kelime sayısı fazla olmadığı için, albümü tanımlamak için seçilen kelime çoğunlukla “Epik”ti. “Songs of a Lost World” kısa sürede İngiltere ve Amerika listelerinde 1 numaraya yükselerek, The Cure’u 32 yıl aradan sonra ilk kez zirveye taşıdı.
Ateş küle döndü ve yıldızlar gözyaşlarıyla söndü
Albümün açılış şarkısı “Alone”un sözleri Ernest Dowson'ın "Dregs" adlı şiirinden esinlenerek yazılmış. Bu şarkı solmakta olan hayallerin, yaşlanmanın, acısıyla, tatlısıyla hayatın canlı bir resmini çiziyor, gençliğin rüyalarda kaldığını vurguluyor. "The fire burned out to ash and the stars grown dim with tears, Ateş küle döndü ve yıldızlar gözyaşlarıyla söndü" gibi dizeler kayıp duygusunu ve zamanı elde tutmanın imkansızlığını anlatıyor. Tekrarlanan "Her şarkının sonu" ve “Her şey duruyor” dizeleri, kafamıza vura vura değişimin kaçınılmaz olduğu gerçeğini ve kabullenmişliği vurguluyor. Şarkı kayıp, yas, yalnızlık gibi temaları melankolik bir duyguyla işlerken, aynı zamanda rüyalarda ve anılarda da güzellik buluyor.
Cure’un bundan 35 yıl önce çıkan ve listelerin ilk sırasından uzun süre inmeyen ve şimdiye kadar ki en ünlü albümleri kabul edilen “Disintegration”da The Cure, insanın yaşlanma korkusunu keşfeder. Robert Smith, 1989'da OOR Magazine'e verdiği röportajda şöyle der: "Bu albümün [Disintegration] en önemli özelliği, yaşlandıkça bazı duyguları derinden hissetme yeteneğimizi kaybettiğimiz gerçeği ve bunun yarattığı dehşet." Bugün, bu röportajı verdiği yaştan 35 yaş daha yaşlı olan Smith, “Disintegration”da sıkı sıkıya sarıldığı korkuyu bırakıyor ve öğrendiklerini “Alone”a aktarıyor. Bu deneyim değil de nedir ki...
Robert Smith
65 yaşındaki Smith belki de en iyi The Cure albümüne imza atıyor
Müthiş değil mi? The Cure ve 65 yaşındaki solisti Robert Smith yeni albümlerini 33 şarkılık bir konserle tanıtıyor, üç saat sahnede kalıyor, şarkılarının içinde “gençliğin rüyalarda kaldığını” söylüyor ve şu anda tüm dünya ağız birliği etmişcesine bu albümün “Disintegration”ı bile gölgede bırakmaya aday olduğunu ve The Cure’un belki de gelmiş geçmiş en iyi albümü olduğunu söylüyor.
Bu da bana Robert Smith’in hem kavramsal hem deneysel yaratıcılıkla ödülllendirildiğini düşündürüyor. Yaratıcılığının zirve anları ise 30 ve 65... Zihnimde 30’luk Robert ve 65’lik Robert’ın birbirine ageism yaptığını düşünüyorum. 30'luk Robert: “Bırak bu işleri. Ununu ele, eleğini duvara as. En şahane işlerini yaptın. Dinlen, seyahat et, gez, emekliliğinin tadını çıkartü torun sev.” diyor. 65’lik Robert cevap veriyor: “Bırak bu havaları, işine bak! En şahane işimi sana kaptıracak değilim. Senden daha iyisini yaptım. Eee... Sen giderken, ben dönüyordum!”
Ayşe Acar kimdir?
Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı.
Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu.
Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü.
Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı.
Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı.
2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu.
Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor.
|