13 Kasım 2024

50’de ne biter?

Bu hafta, taze 50’sine girmiş bir kadın olarak, toplumun ve erkeklerin oluşturduğu saçma güzellik standartlarını kabullenen kadınların, kendilerine nasıl zulmettiklerini anlatan, son günlerin en çok konuşulan filmi, The Substance’ı yazdım

Harvey: İnsanlar, her zaman, her şeyin yenisini ister. Bu kaçınılmaz. 50’de bitiyor.
Elisabeth Sparkle: Ne bitiyor?

The Substance, Coralie Fargeat

 

Güzelliği ölmeyen her şeyi kıskanıyorum.

Dorian Gray’in Portresi, Oscar Wilde

Not: Filmden alıntılar içerir.

The Substance filminden bir kare

Filmin ilk on beş dakikası yaşlanmayı özetleyen şahane bir kısa film bana kalırsa. Ünlü aerobik hocası ve TV yıldızı Elisabeth Sparkle’ın adı Hollywood’daki Şöhretler Kaldırımı’na yazılır. Işıl ışıl parlayan pembe, mermer yıldızın üzerinde Elisabeth tüm çekiciliğiyle etrafa gülücükler atarken, hayranları “Seni seviyoruz Elisabeth” diye bağırır.

İlk günlerde ışıl ışıl parlayan bu mermer yıldızın, yıllar içinde rengi solmaya, kirlenmeye, çatlamaya başlar. Üzerinden geçenler “Aaa, hatırladın mı onu?” diye birbirine sorar. Bir noktada yıldız artık kimsenin dikkatini çekmez. Evsizler, turistler çöplerini, yemeklerini döke saça, solmuş yıldızın üstüne basarak ilerler.

Daha sonraki sahnede, TV’de uzun yıllardır devam eden aerobik şovunun setinde, daracık bir mayo ve taytla ter döken ve muhteşem görünen Elisabeth'le (Demi Moore) tanışıyoruz. Ancak Elisabeth, parlak takım elbiseleri, şıngırdayan çizmeleri ile Hollywood’daki maskülen, cinsiyetçi yapının temsili, TV yöneticisi Harvey (Dennis Quaid) için yeterince muhteşem değildir.

50’nci yaş gününün hemen akabinde Harvey, bir öğle yemeğinde, çarpık yüzünü ve ağzını kameraya dayayıp, kilolarca karidesi, bir daha karidesi değil yemek, görmek istemeyeceğimiz şekilde şapırdatarak ve etrafa sıçratarak yerken, Elisabeth’i işten kovar.

  • Harvey: İnsanlar, her zaman, her şeyin yenisini ister. Bu kaçınılmaz. 50’de bitiyor.
  • Elisabeth Sparkle: Ne bitiyor?

Harvey bu soruya cevap vermez. Elisabeth hayal kırıklığıyla arabasına koşar. Arabayı sürerken dev bir reklam panosunda yüzünün soyulduğunu görür, dikkati dağılır ve kaza yapar. Hastanede herhangi bir yara almadığı kendisine söylense de pırıl pırıl mavi gözlerinden ışık saçan, genç bir tıp asistanı paltosunun cebine, "Cevher: Hayatımı değiştirdi" yazan bir not ve bir telefon numarası bırakmıştır. İşini ve şöhretini kaybedince umutsuzluk sarmalına düşen Elisabeth Sparkle, ışıltılı günlerine tekrar kavuşabilmek adına, sözde kendisinin daha genç ve daha iyi bir versiyonunu yaratacak olan “Cevher”i denemeye karar verir ve Sue’yu (Margaret Qualley) yaratır.

Hikayenin bundan sonrası, aslında aynı kişi olan ve tek bir yaşamı haftalık olarak paylaşmak zorunda kalan Elisabeth ile Sue’nun oldukça kanlı ve irrite eden sahnelerle dolu varoluş savaşı. En büyük ironilerinden biri de Elisabeth’i, günümüzün en güzel, en şahane 62 yaş temsilcilerinden biri olan Demi Moore’un canlandırması. Filmi izledikten sonra, Demi Moore’un bir oyuncu olarak, erkek egemen Hollywood’da benzer şeyler yaşayıp yaşamadığını, dünyalar güzeli Margaret Qualley’nin hayatının belli bir döneminde kendi güzelliğini sorgulayıp sorgulamadığını ve yönetmen Coralie Fargeat’ın hangi düşüncelerle bu filmi yazdığını merak ederek, filmle ilgili bazı röportajlar izliyorum. Buyrun “The Substance” notlarına.. 
The Substance filminden bir kare

Yönetmen Coralie Fergaat: Kadın varoluşu gençlik ve güzellik üzerinden tanımlanıyor

  1. Coralie Fergaat, yaşlanma ile ilgili korkularından ve kendi dahil hemen her kadının toplumun dayattığı saçma güzellik standartlarına uymaları gerektiğine inanarak, kendilerine hem psikolojik hem fiziksel şiddet uyguladığı gerçeğinden yola çıkarak böyle bir film çekmek istemiş. “İçimdeki şiddetin dışarı çıkarak, kadınların hayatında bir fark yaratmasını ümit ettim”
  2. Fergaat yaşlı, doğum yapma yaşı geçen kadının toplum gözünde bittiğini ve her zaman yenisiyle, yani daha genç ve seksisiyle değiştirilmek istendiğini söylüyor. Sanki bir eşya gibi... Bozulmasa da modası geçen ve yeni modeliyle değiştirilip kenara atılan bir cep telefonu gibi. Kullanım tarihi geçtiği için, lavaboya dökülen süt gibi... Kadınlar ister istemez kendilerine olan sevgilerini, güvenlerini ve varoluşlarını bu kriterler üzerinden tanımlamaya başlıyor. Gençlik bitince varoluş bitiyor.

Demi Moore: Kadınların kendilerine uyguladığı zulmü, hiçbir erkek bir kadına yapamaz.

  1. Tam bu noktada Demi Moore sözü alıyor: “Hikâye Elisabeth’in kendisiyle olan deneyimi. Hissettiği terk edilmişlik, unutulmuşluk ve hatta yaşarken ölmüş olma duygusuyla cevheri kullanması, herhangi bir erkeğin ona uygulayacağı psikolojik ve fiziksel şiddetten çok daha fazlası.”
  2. Filmde fazla diyalog yok. Demi Moore filmde en zorlandığı anları saatlerce makyaj masasında oturduğu, rol yaparken kambur durduğu anlar olarak anlatıyor. Onun haricinde çok fazla yalnız sahnesi olduğunu ve bütün hayal kırıklığını ve duygularını, gözleriyle, mimikleriyle anlatmak durumunda kaldığını söylüyor. Birçok kişiyle birlikte ben de bu filmin Demi Moore’un hayatının performansı olduğu konusunda hemfikirim.

Margaret Qualley: Gençliğimde ellerim ve ayaklarımın büyüklüğünden utanırdım

  1. Demi Moore kendi yaşlanma süreciyle ilgili ise şunları anlatıyor. “Genç bir oyuncuyken korkularım, performans kaygım çok fazlaydı. Bu yaşımda biliyorum ki hata yapmak kaçınılmaz ve çok da sağlıklı bir durum. Hatalarımızdan öğreniyoruz. Artık hayatta hiçbir şeye “Başıma ne geldi?” diye bakmıyorum. “Başıma bu niye geldi? Bundan ne öğrenebilirim? Hayatımda hangi amaca hizmet ediyor” diye bakıyorum.”
  2. Margaret Qualley lise yıllarında ellerinin ve ayaklarının büyüklüğünden çok utandığını, ayağına küçük ayakkabılar giyerek ayaklarının şeklini bozduğunu, ellerini uzun kollu kazaklarla kapattığını, bir arkadaşı dizlerinin çirkin olduğunu söyledi diye uzun süre mini etek giymediğini anlatıyor ve güzellik baskısını kadınların her yaşta yaşadığından bahsediyor.

Demi Moore: Hepimiz kadınların yaşlandıkça değersizleştiğini düşündüren toplumsal hafızanın kurbanıyız.

  1. Demi Moore gençliğinde zayıflık obsesyonu olduğunu, yeterince zayıf değilse kendini çirkin hissettiğini, ayna karşısında kendine bakıp, vücudunu başkalarıyla karşılaştırarak kendine zulmettiğini, kadınların yaşlandıkça değersizleştikleri gibi bir toplumsal hafızanın kurbanı olduğunu ve görevlerinin bu toplumsal hafızayı değiştirmek ve güzellik uğruna kendine acı çektirmeyen, sağlıklı yeni nesiller yaratmak olduğunu söylüyor.
  2. Demir Moore ünlü ya da ünsüz, çok güzel ya da değil, erkeklerin standartlarını belirlediği “idealize kadın” tanımını, kadınların kabullenerek, bu tanıma uymaya çalıştığını ve kadınların bir sistemin kurbanı olduğunu söylüyor.
  3. Bol kanlı filmin Demi Moore’a göre en vahşi sahnesi Dennis Quaid’in karides yeme

Margaret Qualley: Gerçek hayatta mükemmel gözükme gibi bir takıntım yok. Rolü bile beni tüketti.

  1. Qualley, mükemmel görünmeye çalışmanın kadınlar için çok yorucu ve duygusal olarak çok yıpratıcı bir şey olduğunu, çünkü ne yaparsak yapalım mükemmel olamayacağımızı söylüyor ve ekliyor: “Gerçek hayatta Sue gibi değilim ama Sue’yu oynamak bile mental olarak beni tüketti.”
  2. Fergaat bu filmi çekerken birçok filmden, yapımdan, edebiyat eserinden etkilendiğini söylüyor. Filmin girişindeki Elisabeth Sparkle’ın aerobik şov sahnesi, Jane Fonda’nın 80’lerdeki aerobik TV şovundan esinlenilmiş.
  3. Filmin bir diğer ilham kaynağı Oscar Wilde’ın tek ve zamanının çok tartışılan romanı Dorian Gray’in Portresi. Dorian Gray, portresindeki kendi güzelliğine hayran kalır. Bu güzelliğin zamana yenileceğini fark etmenin acısıyla bir dilekte bulunur ve kendisinin değil portresinin yaşlanmasını ister ve bu dileği kabul olur. Oscar Wilde, herkesin Dorian Gray’in portresinde kendi günahını göreceğini savunuyordu. Tıpkı, The Substance’da Elisabeth’in kendi günahıyla yüzleştiği gibi.

Demi Moore: Bana da gelen iş teklifleri azaldı ama bu ailemle bol zaman geçirmek için fırsat oldu.

  1. Demi Moore, erkek egemen toplumda, erkeklerin belirlediği güzellik standartlarına karşı savaşmanın tek yolunun da öz sevgiden ve özgüvenden geçtiğini söylüyor.
  2. Demi Moore, Elisabeth Sparkle’a benzer yönleri sorulduğunda ise şöyle diyor. “Gençliğimde zayıflık konusunda kendime zulmetsem de yaşlılığımda bu duygu tamamen geçti. Elbette, bana da gelen iş teklifleri azaldı ama benim hayatımın merkezinde sinema değil, her zaman ailem oldu. Kızlarım birer şahane kadına dönüştü. Torunum hayatımın en büyük mutluluğu. Özgürüm, kimseye hesap vermiyorum. İlgi alanlarıma daha çok vakit ayırıyorum, hayatın tadını çıkartıyorum. Elisabeth çok yalnız bir kadın ve tüm mutluluğu işindeki başarısına bağlı. Onu kaybedince, kendini de kaybetmiş oluyor. Varoluşunun bir anlamı kalmıyor.”

Bana gelince ancak 50’imden sonra varoluşumun kıymetini bildim

Bana gelince ancak 50 yaşımdan sonra varoluşumun kıymetini biliyorum. Artık kendime daha az haksızlık ediyor, daha az pişmanlık duyuyor, özgüvenimin çok daha arttığını hissediyorum. Ara sıra sırtımı okşayıp, kendi kendimi motive edip “Aferin sana kız!” diyorum. Çocuklarım büyüdü, kendimi kuş gibi özgür ve her istediğimi yapabilecek güçte hissediyorum. Yeni şeyler denemekten korkmuyorum, “En kötü ne olabilir ki” diyorum. Güzellik baskısı konusunda ise aslında Demi Moore ve Margaret Qualley ile aynı fikirdeyim. Gençlikte bu baskı çok daha fazla hissediliyor. Yaş ilerledikçe önemini kaybediyor. Kendini sevmeyi, saymayı öğrenen insanın -ki bu inanın gençlikte olmuyor- ne kendisine ne başkasına eyvallahı olmuyor. Artık istemediğim insanlarla görüşmüyor, istemediğim işleri yapmıyor, başkalarının ne dediğini umursamıyor, kendi yolumda yürüyor, merakımı cezbeden şeyleri büyük bir açlıkla öğrenmeye çalışıyorum.

“50’de ne biter?” sorusunun cevabına gelince... Kendimle savaşım ve kendime yaptığım zulüm sonunda bitti. Kadınların varolma savaşı sadece gençlik ve güzellikle değil, toplumdaki gördükleri değer, eşitlik, kendilerini hem iş, hem aile hayatında yeterli hissetmek gibi birçok kriterle sınanıyor. Ben çok uzun süre kendimi çok eleştirdim. Gelecekten korktum. Yolumu bulamadım. İşin içine göç girince, yol iyice karıştı. Ama artık “Onu öyle yapsaydım ne olurdu?” gibi olmayan şeylerin, olası sonuçları üzerine kafa yormuyor, olanın içindeki dersi öğrenmeye çalışıyorum. Bu da ruhuma çok iyi geliyor. 

Tahmin edersiniz ki 50 yaş duygularımı “The Substance” filminin uzantısı olarak, iki paragrafta anlatmak bana yetmedi. Yakında pırıl pırıl bir 50 yaş yazısıyla karşınızda olacağım. Şimdilik, 50’li yaşlarımın hayatımın en güzel yaşları olarak, sevgiyle kucaklıyorum. Cevher içimizde...


Not: Röportajları izlemek isterseniz linkler aşağıda:

The Substance Interview: Demi Moore, Margaret Qualley & Coralie Fargeat

Demi Moore talks ‘The Substance,’ her 60s, being a grandma

Demi Moore Thinks the Scariest Scene of The Substance Involves Dennis Quaid and Shrimp

Ayşe Acar kimdir?

Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı. 

Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu. 

Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü. 

Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı. 

Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı. 

2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu. 

Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Yeşil Defne’m ve Mavi Ege’me mektup

Hayatın inişli çıkışlı yollarında birlikte yürümeye devam edin. Bu dünyaya kutsal Defne ağacı gibi köklenin, Ege Denizi’nin sakin, şifalı sularında yıkanın. Ben her nerede olursam olayım, sizi daima bekliyor, izliyor, destekliyor, alkışlıyor olacağım canlarım. 20’inci yaşınız kutlu olsun

'Bir Gün, 365 Saat'in yönetmeni Eylem Kaftan: Saraybosna gösteriminden sonra bir kadın 20 yıl önce başına gelen olay için polisi aramış

“Bir Gün, 365 Saat” filmi aile içi istismar kurbanı üç genç kızın dayanışmasını ve hukuk mücadelesini anlatıyor. Kızlar kendi hikayelerini kendi oynuyor. İzlerken zorlanıyorsunuz ama filmin sonunda içiniz umutla doluyor. 25 Aralık’ta vizyona girecek olan filmin yönetmeni Eylem Kaftan’la konuştum

Tehlike ölçme radarı: Anksiyete

2024 yılı benim anksiyetemle barıştığım, onu küçük bir çocuk gibi şefkatle sarıp sarmaladığım bir yıl oldu. Boynuma taş bağlanmışcasına düştüğüm karanlık dipten, yunus gibi fırlayarak çıktım. Artık içindeyken, konuya dışarıdan bakabiliyorum. Eskiden içinde sıkışıp kalırdım. Umarım bu yazı içinde sıkışanlara umut olur

"
"