24 Nisan 2022

Yay kemana el yaraya değdiği zaman: Ötelere bir şair, bir şair daha!

Siz, kalbiniz kırılınca o kırılmışlığı yüzünüzde sonsuza kadar kalacak bir çizgi gibi taşıyacağınızı, her gün aynaya baksanız da onu görmeyeceğinizi ama yüzünüze ne zaman baksanız saçlarınızı düzeltirken alnınıza düşecek perçemin altında daima sızlayacağını, bunu hep hissedeceğinizi ama ona bir isim veremediğiniz için içinizde bir şeyin sızladığını neden kolay kolay anlamayacağınızı biliyor musunuz? Bir şiiri okurken o şiiri şairin neden yazdığını hiçbir zaman bilemeyeceğiniz için

"…içimizden gelen bir şeyi yazıyorsak,
İçimizden gidenlere çare bulamıyoruz demektir."

Geçen hafta yazdığım yazıda demiştim ki, "Mezarlıktan korkanın sevdiği ölmemiştir, bunu diyen ne güzel demiştir." Biz de bazen ne dediğimizi bilmeyiz, onu neden söylediğimizi bildiğimizi sanırız sadece. Dünya sanrılarla dolu yanılgılar divanıdır, burada insanı sudan çıkarmış ateşe bırakmışlardır. Bir söyleten var elbette. Söz köz gibi düşüp de dilimize sızıların en geçmezi kendini bir gergef gibi işlediğinde kalbimize, anlarız ki söyleyenden öte bir söyleten var elbette. İçimizde bir şey kaynar, genzimize bir şey kaçmış gibi batar. Onu oradan nasıl çıkaracağız diye çabalarken sarılırız şairlerin dizelerine. Yazamadığımız o dize bir başka şairin yazıp bize kendini bu biçimde söyletebilmesidir. O gün o cümle öyle bir şeydi işte. Ardı sıra şairlerin ölüm haberleri üst üste. Tıkanmış bir damar açılır gibi kendi kendine. Ölmüyorsun belki ama iyileşmiyorsun da… Şu açık ki artık geriye kalan hayatımız yas tutmakla, hasret duygusuyla gelişerek geçecek. Buna alışmak, dünyaya alışmak gibi bir şey aslında. Alışabilirseniz ama! Her metinde yarın bir başka şair gönlü kırık geçip gidecek diye bu diyardan tasa ederken şairin de dediği gibi "yarım olan kendini tamamlamış" olacak, pare pare parçalanarak. Bir rüyadan uyanır gibi ama yatarak sonsuz uykusuna her şair bir daha yazamayacağı o son şiirinin devamı gelmeyecek ilk dizesini hayatın doğal akışına uygun bir biçimde söyletiyor giderken herkese. Söylenenleri söyletenin kendisi gibi… Dirimine bir ölüymüş gibi muamele edenler, ölümünü bir diriyi kucaklar gibi kucaklıyorlar bir şair ölünce. En çok da bu yüzden, ölümün çok sonra duyulsun isterim ben. Etlerim kemiklerimden ayrıldığı zaman. Gözlerim ve göğsüm çöküp sesim de bakışlarım da karıştığında toprağa. Artık ölüm haberleri tesir etmediğinde insanlara…

Susan Sontag, "Bir insan öldüğünde bir kütüphane kaybederiz" der. Okuduğu kitapları, izlediği filmleri, söylediği şarkıları-türküleri, ılgın bir manzarada donup kalmış kederini, öğrendiği dilleri, bildiği her şeyi ve henüz söyleyemediklerini yanında götürür çünkü giden kişi. Bir insan kaybederken aslında çok şey kaybederiz. Onun görme biçimini, onun ifade ettiği her şeye verdiği biçimi kaybederiz. Yalnız o söylediğinde, yalnız onun sesiyle güzelleşen şeylerin güzelliğini, anlamını kaybederiz. Fakat bir şair ölünce bir başka şaire yer açılmaz ayrıca, biz onun boşluğuna bakmakla da yetiniriz. O boşluğa da bel bağlar, o boşluğun sesine de kulak veririz. Sanki dönüp gelecekmiş gibi birden bir anlığına da olsa bekleriz. Bu bekleyiş kendi ölümümüzdür oysa. Ölüm, yer çekiminin başka bir halidir. Hayattan çekilmenin vaktinin geldiğini gösteren bir saat gibidir. Biz onunla mücadele edemeyiz. Şairin kendi deyimiyle, "Güzel ölmek için" çabalamalıyız.

Bir insan ne çok şey ve dünya ne az zaman değil mi? Aslında ölüm değil insanı dumura uğratan, sanki bir türlü sırası gelmemiş gibi beklenenin tam kadraja girecekken gözden kaybolması gibi bir şey ölüm. Fotoğraflardan değil belki ama hafızalardan siliniyor olması insanın korkunç olan. O birdenliğin ilk anlarında insanı sarsan da bu işte. Yani hızlanan üç bacaklı darağacı gibi koşan ölüm ya da yavaşlayan insan değil. Çok mu soğukkanlı sözler ediyorum ölüm hakkında? Etmiyorum aslında. Bir hengâme esnasında dertlerin, felaketlerin en büyüğünü atlattığım için belki de, farkında olmadan. O da böyle bir şairdi. O ilk hengâmede dertlerin, felaketlerin en büyüğünü atlatmıştı bilmeden. Yeryüzüne ilk indiğinde kuyuya itilmiş Yusuf gibi şehrin azizi olduğunda da dinmemişti, ilk kaybettiğinin içine yerleştirip zehirli bir sarmaşık gibi yeşerttiği keder. Biz kırk yaşına da gelsek çocukluğumuzda yitirdiğimiz her şeyin, herkesin yetimi olduğumuzu bilerek yaşarız. Dünyalar bizim olsa boş, avunamayız. Unutmayız, unutamayız. Bu yüzden şiir yazıyoruz. Bizden yıkılmaz duvarlar örseler ve ne kadar yükselsek de hep eksik kalacağımızı biliriz. Bekleriz, çağırırız ölümü, gelsin kurtarsın bizi bu hasret duygusundan. Kaybettiklerimize kavuşacağımızı sanırız, o kaybolmanın girdabına girdiğimiz zaman. 

Bülent Parlak, çok küçük yaşlarda önce babasını kaybetti. Çocuk yaşta babasını yitiren iyi şairlerin şiirlerini yan yana getirin, bakın o boşluk niye dolmuyormuş da şiir diye bir şeyle uğraşıyormuş bu insanlar göreceksiniz. Siz senelerce bir fotoğrafa bakarak yaşamak ne demek biliyor musunuz? "Hayat güzeldir" diye, uydurdukları o şarkıya dizlerimize vura vura ritim tutarken yüzümüzdeki gülümsemeye aldananlar aslında dövündüğümüzü anlamazlar. Her şey yolundadır çünkü ama bu yol nerden gelir nereye gider, bilmezler. Oturduğumuz sofralarda dünya nimetleri niye geçmez kursağımızdan bilmezler. Sofrayı biz kurmuşuz, sofra da bizim üstelik. Yazmak, şiir yazmak karnınızda taşıdığınız bir uru çıkarıp çıkarıp havalandırmak gibi bir şeydir. Hava aldıkça sızlayan bir yara başkalarını sevindiriyor diye yaparız üstelik bunu. Şiir, sadece bir sanat değildir; delirmemek, intihar etmemek, devam etmek için de tutunduğumuz bir şeydir. Hem ona tutunuruz bir elimizle hem başkalarına da uzatırız öbür elimizi, onlar da tutunabilsinler diye. Biz bazı şairler nereden nasıl kırıldığımızı öyle iyi biliriz ki, hayatta olmanın başkalarına dayanak olmayı gerektirdiğine inanırız. Ölümü aklımızda tutarız hep. Hep ona nazır, hep ona hazır olmuşuzdur. Öyle tabii ya, elbet bir gün bitecek bu dünya. Herkesin ölüm karşısında metanetli olmadığını, olamadığını biliriz. Aksayan ayağımıza tekmeler yeriz, ama ayağımızın aksadığını da kimseye göstermeyiz. Bir anamız bilir, ayağımızın da kalbimizin de aksadığını. Onu da kaybettiğimiz gün kollarımız kısalır, kötürüm kalırız. 

Her şiirinde önce kendine sonra okuruna merhametli olmak telkinini vermiştir hep. Öyle alelade havadan sudan konuşurken bile. "İyi şiir yazan iyi bir şair, iyi insan da olmalı" derken, onun gibi şairleri kastettim hep. "Beni sevsinler" diyerek, kendini yerden yere atmayan, çıkarını gözetmeyen, küsmeyen, küstürmeyen, kırmayan, incitmeyen… Bilirdi, her aklı başında kişi gibi dünyanın bu geçiciliğine değmeyeceğini haklı da olsa ezip geçmenin başkalarını. Sır tutardı bir kere. Yarasını görünce pansuman koşardı herkese. Her şair değil belki ama bazı şairler tanıdım, yalnızken ağladıklarına tanığım. İlk şiirini canı çok sıkkın bir zamanda bir adisyon kağıdının arkasına yazdığı andaki gibi. Gözyaşı sıcak akar, bunu bilmeyenler hiç ağlamamışlardır. 

İnsan bir kez gördüğü birini unutabilir mi? Benim bir kusurum var, unutamıyorum hiçbir şeyi. O, şiirlerinde hep ölüme hasret bir şairin sözlerini kullandı. İş işten geçtikten sonra telafisi olmaz işlere meyledenleri tatlı tatlı ikaz etti. Ötelerde bekleyeni varmış gibi şiirlerinde çokça ölümden söz etti. Ötelerde bekleyeni vardı tabii, o şiirlere şimdi dönüp bakanlar hayat hikâyesine de bakınca görüyor artık bunu. Yorulmamış, yılmamış ama kalbi kırık bir şair gibi yaşadığını... Annesinin ölümünden sonra kollarının da kısaldığını, kötürüm kaldığını ama yine de dünyaya yarasını daha fazla kan akmasın diye bastırır gibi sarıldığını…

Siz, kalbiniz kırılınca o kırılmışlığı yüzünüzde sonsuza kadar kalacak bir çizgi gibi taşıyacağınızı, her gün aynaya baksanız da onu görmeyeceğinizi ama yüzünüze ne zaman baksanız saçlarınızı düzeltirken alnınıza düşecek perçemin altında daima sızlayacağını, bunu hep hissedeceğinizi ama ona bir isim veremediğiniz için içinizde bir şeyin sızladığını neden kolay kolay anlamayacağınızı biliyor musunuz? Bir şiiri okurken o şiiri şairin neden yazdığını hiçbir zaman bilemeyeceğiniz için. Ancak bir ölüm haberi bir salgın gibi yayıldığında panikle sanki kendi elinizle kendinize bir bıçak saplamış gibi olduğunuzda anlayacaksın. Ama biri öldü diye değil, ölüm size de yaklaşıyor diye. Hüzünden yapılmış, hüzne adanmış şiirler vardır. Genç yaşında bir şairin bu kadar sevilmiş olması ancak öldüğünde anlaşılır hale gelse de, bu onun az hayatını ne kadar uzun yaşadığını da gösterir. Bazıları sadece şiir yazar, o bir efsane yarattı. Kimseyle yarışmadan, kimseyle rekabet etmeden aklında tutarak ölümü, insan yaratıldığını ve bunu bilerek hep… Yayımlanmış ilk şiirlerimden birini o yayımladı. Yarası olan yarası olanı sesinden, sessizliğinden bile tanır. Çünkü biz birbirimizi sesinden, sessizliğinden tanıyanlar, ölümün de bir gün öleceğine inanıyoruz. Yay kemana el yaraya değdiği zaman, iyi şiir artık sığmayıp da köşelere, karanlığa döküldüğünde ortaya bileceğiz ki, ötelere bir şair bir şair daha!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim