16 Şubat 2025
Beşir Ayvazoğlu
Her yeni kitabı bir davetiye olan, edebiyatımızın son büyük çınarı Beşir Ayvazoğlu, 57 yıllık Edebiyat araştırmalarına konu kitapları ve yeni kitabı “Dersaadet’in Kalbi”ni anlatıyor. Yazdığı her kitapla biyografisini yazdığı her yazarın yaşadığı dönemi yaşayabilmenin kapılarını açıyor.
- Külliyatınızı ne zaman “işte bitirdim” desem, hemen yeni bir kitap çıkıveriyor. Yetişmekte güçlük çekiyorum size. Herkesi geçmenin üzüntüsünü taşırken, size bir türlü yetişememenin de bende yarattığı bir sevinç var. Bu Şubat’ın 11’inde yetmiş yaşı iki yıl daha geride bırakmış olacaksınız. Bana kalsa, Allah ömürler versin, bir bu kadar daha yaşamalısınız. Siz ne yazarsanız yazın, nasıl anılırsanız anılın, benim için “Hem gelmeni istedim hem bekletmeni / Sen mi daha güzelsin, beklemek mi seni” satırlarının şairi olarak kalacaksınız. Edebiyat, ne ekseniz yutan bir bahçe, sizi yutamamış ve sizin gibi kendinde ne varsa edebiyata vermiş, kendini, kendi şiirini feda etmiş çok kimseler yok artık çünkü. Bunca yıl bu kendini feda edişin “ilahi” bir amacı olmalı. Bu hizmet, bu feda ediş kendini, kendi şiirini, bunca yıl ne içindi?
Önce teşekkür etmek istiyorum. Bir yazarın sizin gibi bir okuruyla karşılaşmasının ne büyük bir saadet olduğunu tahmin edersiniz. Evet, şiirle başladım, fakat modern çağın şiirine ayak uyduramadım. Şairliğim için Rabia Hatun’un şu mısrasını hatırlatmak isterim: “Bir ses içimde kaldı, canan unutmuş zahir!” Kısacası benim şiirim mevcut şiir ortamında anakronik görünüyordu. Ayrıca gazetecilik mesleği hiç de bir şairin yapabileceği bir meslek değildir. İstesem de şiirde devam edemezdim, çünkü şiir, bütün diğer sanatlar gibi adanmışlık ister. Gerçek şair, yirmi dört saat şairdir. Şunu da mutlaka ifade etmem gerekir: Yahya Kemal’i çok erken keşfetmiş olmak hem şansım, hem şansızlığımdı. Şansımdı, çünkü onun şiiri Osmanlı tarihine, kültürüne, şiirine, eski musikiye, İstanbul’a, hat sanatına vb. açılan altın kapım oldu. Şanssızlığımdı, çünkü şiire onu taklit ederek aruz vezniyle başladım. Aruzu on beş yaşımda bile kusursuz kullanabiliyordum; gazeller, kıt’alar, rubailer yazdım, hatta bir kasidem ve Yahya Kemal’in “Veda Gazeli”ni tahmîsim var. Garip şairlerini hiç ciddiye almamıştım, ama İkinci Yeni şairlerini daha önce keşfetmiş olsaydım, belki bugün başka bir yerde olurdum. Zamanla Yahya Kemal’in açtığı kapıdan kültürümüzün zengin dünyasına daldım ve öğrendiklerimi yazarak paylaşma ihtiyacıyla kıvranmaya başladım. Bu yönelişimde eski harfleri çok erken öğrenmiş olmamın da payı vardır.
1968 yılında yazmaya başlamış olmakla beraber ilk ciddi denemem, kelimenin tam anlamıyla cahil cesaretinin bir ürünü olan “Aşk Estetiği”dir; Türk-İslâm sanatlarının arka planına, felsefî ve estetik dünyasına nüfuz etmek amacıyla yazdığım, büyük bir kısmı Hareket Dergisi’nde yayımlandıktan sonra 1982 yılında –tam kırk üç yıl olmuş– kitaplaştı ve galiba bir boşluğu yakaladığı için çok okundu, konuşuldu, tartışıldı. Hâlâ hemen her yıl basılır. Son baskılarının başında bu kitabın macerasını anlattığım uzun bir “giriş”im vardır. Bu kitabı yazmış olmamın en büyük faydası, felsefe, estetik ve tasavvufa dair bir yığın kitap okumuş olmamdır. Velhasıl, nesrin tadını almıştım, ama gazetecilik mesleği beni teorik meselelerden kopardı ve kültür ve edebiyat tarihine yöneltti. Çünkü çalıştığım bütün gazetelerde kültür sayfalarını yönettim. Çok ve hızlı yazmamda gazetecilikten kaynaklanan yazma pratiğinin payı yüksektir. Artık şiir yazmıyor, büyük şairleri okumayı tercih ediyor ve onların hayatlarına ilgi duyuyorum. Tuhaftır, on beş yaşımda yazdığım ve Sivas’ta haftalık bir mahalli gazetede beş hafta tefrika edilen ilk uzun soluklu metnim bir Ali Şîr Nevaî biyografisiydi.
- Yazdığınız kitapları ne ben ne akranlarım bir araya gelsek yazamayız. Bunca arşiv taraması, bazen çeviriler, bunca görseli bulup ayıklamak, tasnif kendi başına büyük bir iş zaten. Yanı sıra her kitabın içinden ayrıca bir kitap çıkarıyorsunuz. Bir kitabı hazırlarken başka kitaplara da hazırlanıyor, onların böylece temellerini de dinlenmeden atmış oluyorsunuz. Böyle olunca sizi dinlenirken görsem, dinlendiğinize inanmam. Bugünün yazarları beni taşa tutabilirler, “gül attılar” derim, ama böyle çalışamazlar, çünkü böyle donanımlı değiller. “Ateş Denizi” herkesin yazabileceği bir kitap değil mesela. Romanlarınızda dahi edebiyat tarihine katkıda bulunuyorsunuz. Şeyh Galip’den Tanburî Cemil Bey’e, Yahya Kemal’den Necip Fazıl’a gerçekçi yaklaşımınız kurguyu rafa kaldırtır. Bir edebiyatçıyı “mahir” yapan kurguyla gerçeği ayıramayacak duruma düşürmek mi okuru?
Çok yazdığım doğrudur. Yazdıklarıma yetişememekten yakınan birçok okuyucumla karşılaştım. Bazı okuyucularım da hemen her kitabımın yeni baskılarının zenginleşmiş olmasından yakınıyorlar. Hepsine hak veriyor ve hatta suçluluk duyuyorum. Ama bilgi yerinde durmuyor, yazılanlar eskiyor, güncelleme ihtiyacı doğuyor. 2005 yılında emekli oldum, o tarihten beri serbestim ve sadece şiiri değil, zihnimi çok meşgul edecek köşe yazarlığı ve televizyon programcılığı gibi işleri de terk ettim. Kitaplarımın geliri kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmemi sağladığı için kalan ömrümü biriktirdiklerimi kendimle beraber götürmemeye kararlıyım, o sebeple çok çalışıyor, günlerimin en az on saatini okuyarak ve yazarak yaşıyorum.
“Yaşıyorum” dedim de aklıma geldi; aslında çok boyutlu bir zamanda yaşadığımı söyleyebilirim. Biyografisini yazdığım kişi hangi devirde yaşamışsa, o devre eskilerin tabiriyle “tayy-i zaman” ediyorum. Şeyhi Galib’i yazarken 18. yüzyılda, Tevfik Fikret’i yazarken 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında, Mehmed Âkif’i, Yahya Kemal’i, Hâşim’i, Peyami’yi, Asaf Hâlet’i, Nurullah Ataç’ı vb. yazarken 20. yüzyılın ilk yarısında yaşadım. Hatta “Ateş Denizi”nde –yarı belgesel bir romandır– Galip Tahiroğlu kimliğiyle hayatlarını yazdığım şair ve yazarların arasına karıştım, biliyorsunuz. Dersaadet’in Kalbi’nde de bazı bölümlerde mesela Sait Faik’in “Havuzbaşı” hikâyesinin içine girdiğimi, İbnülemin’in Bakırcılar’daki konağında hayalen bir pazartesi gecesi buluşmasına katıldığımı vb. fark etmişsinizdir. Birçok okuyucumu “Ateş Denizi”ndeki hatırat metinlerinin tamamen kurgu olduğuna inandıramamıştım. Geçmişle ilgili bir şeyler yazmak istiyorsanız, yazdığınız devri bütün yönleriyle iyi tanımanız ve derinliğine hissetmeniz gerekiyor.
- Yazarlarımız, özellikle şairler, birbirleri hakkında pek hoş konuşmazlar, hep bir yarış, hep bir rekabet. Birbirleri hakkında övücü sözler edenlerin de çıkar ortaklıkları vardır. Saygı, sahte bir mefhum... Edebiyat bunun için değil oysa. Yanılıyor muyum? “H’nin İki Gözü İki Çeşme”de canım Asaf Hâlet’in yaşadıklarında da görüyoruz bunu. Hiçbir şair Asaf Hâlet kadar acımasızca alaya alınmamıştır. Alaya alınmalar, aşağılanmalar, hedefe konmalar ona kimselerin yazamayacağı şiirler de yazdırdılar, ama yaralanmaktan kaçamadı hiç. Yazdığınız biyografiler arasında en hüzünlüsü de odur kanımca. Kitapta yer alan kimi karikatürlere durup durup baktım da, ben dayanamazdım doğrusu. Konak günlerinden birden alaşağı olmak dışında bu alaya alınışların da onun intihar girişiminde payı olabilir mi? Olmak istediği yerde istenmeyenin akıbeti hep bu mu olmuştur? Asaf Hâlet’ten bu yana pek değişen bir şey de olmamış bu konuda. Peki, ama neden bu düşmanlık? Hiç mi değişmeyecek bu gidişat?
Şu sıralarda sıra dışı bir tarihçi olan İsmail Hami Danişmend’i çalışıyorum. Biliyorsunuz, 1940’larda dillerden düşmeyen ve başlı başına bir edebî hadise olan Râbia Hâtun şiirlerinin şairi odur. Bu şiirlerin meşhur olan ilk üç kıt’asını Nâzım Hikmet Bursa Cezaevi’ndeyken Ulunay’ın bir yazısında okumuş ve hayran olmuş, hatta bir mektubunda Piraye Hanım’a aşkını bu şiirlerle dile getirmiş. Ziyaretine gelen herkese de okurmuş. Memet Fuat, kendisiyle yapılmış bir röportajda bakın ne diyor: “Yahya Kemal’den söz ederken, elini göğsünün üstüne bastırıp ‘Hocamdır!’ diyen, ‘Dinle, bak, ne kadar güzel!’ diye, cezaevinin görüşme yerinde Râbia Hâtun’dan şiirler okuyan Nâzım Hikmet, benim daha baştan sanatta yobazlığa düşmemi engellemiş, yazdığı mektuplarda birçok konuyu açık seçik anlamamı sağlamıştır.”
Doğrusu, hem Nâzım Hikmet’in sözleri, hem de Memet Fuat’ın bu sözleri naklediş tarzı çok hoşuma gitmişti. Eskiler, dünya görüşü itibariyle çok ayrı yerde dursalar da gerektiği zaman aynı masada buluşup görüşebiliyor, medenice tartışabiliyorlardı. Bu anlayışı keşke iki taraf da “içselleştirmiş” olsaydı. Dostluklar kavga ede ede de devam ettirilebilir. Ahmet Hamdi Tanpınar (belki biraz da Oğuz Atay) olmasaydı, son zamanlarda iki tarafın üzerinde birleştiği hiç kimse kalmamış olacaktı. 1940’lardan itibaren, ama özellikle 1960’lardan sonra mahalleler arasına kalın duvarlar örüldü. Bu duvarlara aldırmayanlar var, ama çok değil. Modern şiirimizin en önemli isimlerinden biri olan Asaf Hâlet Çelebi’nin niçin aşağılandığını biliyorsunuz; Şeyh Galib’den, III. Selim’den, Cüneyd’den, Mevlânâ’dan, Tasavvuf’tan, Budizm’den, Mısır medeniyetinden vb. beslendiği için... Aşağılamayı şairin şekline şemaile kadar uzatmaları inanılır gibi değildir. Yahya Kemal aleyhinde yazılıp çizilenler de aşağı kalmaz. Tanpınar da Asaf Hâlet Çelebi gibi eski şiirden, Emir Sultan’dan, Aziz Mahmud Hüdai’den, klasik şiirden, eski musikiden dem vurduğu için “sükût suikasti”ne –bu kendi tabiridir– uğramıştı, o bir “Kırtipil”di. Bu gidişat maalesef değişecek gibi görünmüyor.
- Biyografisini kaleme aldığınız isimlerin ortak noktaları olmakla birlikte her biri apayrı bir istisna. Namık Kemal, Tevfik Fikret, Nurullah Ataç… Mizaçları birden değişen ve orijinal fikirleri olan “aykırı” kimseler. Bugünün içi boş “modern” insanlarından değil, donanımlı, bilgililer. “Hâşim” mesela, yalnız bir edip, kendini sevemediğinden herkesi de kendine düşman bellemiş, fakat hakkı varmış, o cepheyi de kimseler boş bırakmamış. Ruhunu, ruhumda taşıyormuş gibi anlıyorum onu. “Haşim’in yaşarken de sevildiğine dair kanaatim, ölümü vesilesiyle yazılanları okuyunca pekişti” diyorsunuz o kitapta. Üzerine üzerine acımasız adımlar atan Peyami Safa’nın pişmanlık dolu sözleriyle devam ediyor bu satırlar. İnsanın ettiği sözden önce ölümü hatırlaması lazım belki de, ama Hâşim’in “kabiliyetlerinden çok daha fazla komplekslerinin de bütün bunlarda bir payı vardı” diyebilir miyiz? Yazarların, şairlerin en büyük kabiliyeti de “arıza” diye tabir edebileceğimiz bu yanları mı yoksa?
Çok haklısınız, her biri ayrı bir karakter, ayrı bir dünya... Sayıları az, fakat çok donanımlı, çok yönlü, birkaç dil bilen ve tabii kendilerine has fikirleri, öfkeleri, isyanları olan aykırı adamlardı. “Arıza”ları onları daha atak, dahi asi ve daha çalışkan yapıyordu; “müsellah” olmaya ihtiyaçları vardı. Bu sebeple birileriyle çatıştıkları zaman daha çok arızalarının üzerine gelinirdi. Boksörlerin maç sırasında rakiplerinin en zayıf taraflarına çalışmaları gibi… Cumhuriyet’in ilk yıllarında Araplık “tu kaka”ydı, biliyorsunuz, bu yüzden Hâşim’i sürekli olarak Araplığıyla vurmaya çalışırlardı. Peyami Safa bile… Hâşim ve Yakup Kadri’nin nazarında Peyami Safa ise, “bir çekirge vücudu üzerinde bir katır kafası taşıyan adam”dı. Nâzım Hikmet’in Hâşim’e ve Yakup Kadri’ye yazdığı hicviyelerdeki hakaretlerden söz etmeme gerek var mı? Necip Fâzıl’ın da tik’ine takmışlardı. Bunları biyografik çalışmalarımda çok üzülerek anlatmışımdır. Ama hepsi Peyami Safa’nın Hâşim hakkında yazdıklarından pişman olması gibi zamanla pişmanlık duymuşlardır, eminim. Evet, dediğiniz gibi, ölüm var! Bunu hiç unutmamak lâzım…
- Bir şairi, bir yazarı kendisinden çok çevresindekiler bir yerlere konumlandırır çoğu kez. Yazdığı mecra, içine doğduğu topluluk vs. Ben yaşadıkça hep eşikte duracak biri dahi bir yerlere kondurulup duruyorum, pek çok kişi gibi. Oysa biz kimiz ki? Kendisine uygun görülen yere göre vaziyet alanlar dünyaya ayak uydurmaktan çok ayakkabılar eskitirler ve bir yere de varamazlar. Ben geniş bir ovada koşarken birbirlerini deviren bu çılgın ve şuursuz atlar arasında yaralı olana hayran ve sekerek yürüyen bir at olmayı yeğlerim. “Şunu da çamurdan yarattık” deseler, alır bağrıma basıveririm. Bir söyleşide, oradaydım, en dipte, “Sevmediğim yazarları bile severim ben” demiştiniz. Öyle bir söyleyişti ki bu, sevilmeyecek durumda olanı dahi sevmek ilk gençliğinizde olmayan bir şeymiş gibi gelmişti bana. Sanki bir dönem gelmiş, bu konuda kimi fikirlerinizi değiştirmiş… Belki de yanılıyorumdur, ama değişen şey sadece fikirleriniz de değil gibi. Yüzünüze, sesinize kadar işlemiş. Çocuk yaşınızda edebiyata hâkim olmuş birisiniz, peki ama en başından beridir, sevmediğiniz yazarları da sevmiş miydiniz? Bir şey değişmiş, neden, nasıl, ne zaman?
“Sevmediğim yazarları bile severim” dediğim söyleşiyi hatırlamıyorum, ama söylemişimdir, çünkü öyleyim. Aslında “sevmediğim” değil de “fikirlerini yanlış bulduğum” deseymişim, daha doğru olurmuş. Mesela Tevfik Fikret’in ve Nurullah Ataç’ın fikirlerinin çoğuna katılmam, ama ikisini de severim. Biyografi yazarlığında tecrübe kazandıktan sonra yazdığım biyografilerimden ikisi onlarınkidir. Bu kitapların önsözlerinde de düşüncelerimi açıkça yazmışımdır. Fakat niyetim asla onları yerin dibine batırmak değil, hatalarıyla sevaplarıyla birer insan olarak anlatmaktı. Hiçbir ciddi biyografi yazarı put yontmak veya şeytanlaştırmak amacıyla yazmaz. Sevmesem, önemsemesem, yıllarımı verip üç-beş kuruş telif ücreti için 650’şer sayfalık biyografilere yıllarımı harcar mıydım? Elbette, gençken insan daha katı, daha kavgacı oluyor. Zamanla değişiyoruz, sertliklerimiz törpüleniyor, kalbimiz yumuşuyor, hayata, eşyaya, insana daha rahat, daha bilgece bakmayı öğreniyoruz. Ne diyor Mevlâna: “Der neyâbed hâl-ı puhte hîç hâm / Pes suhan kûtâh bâyed vesselâm” (Pişmişin halinden hiç anlar mı ham? Söz az ve öz gerektir vesselam).
- Mademki Mevlana’dan bahsettiniz, “Hüsn ü Aşk”ı yazarken esrarını onun Mesnevi’sinden aldığını söyleyen “Kuğunun Son Şarkısı Gâlib”i anmadan olmaz. Sivri dilli ve“pirim”dediği Mevlana gibi Gâlip de büyük bir şair. Benim de ona ilgim bir takım sufi eğilimlerimin dışında durduğu yerde tutulması güç ve aykırı bir şair olması aslında. Kitapta Abdülbâki Gölpınarlı’nın “Şeyh Galip” adını taşıyan kitabında sözünü ettiği rivayetlerden siz de söz ediyorsunuz. Bu rivayetler arasında ona “Pamuk Şeyhim” diye hitap eden Beyhan Sultan’la aralarında bir gönül ilişkisi olduğundan, lll. Selim’in dizine yatıp kendisinden şiirler dinlediği de var. Fakat genç yaşında hüzün hastalığına kapılan şairin ölümüne giden içe kapanışıyla ilgili muğlâk bir konu var. Bir tekke şeyhi olmakla şair olmanın farklı disiplinleri vardır. Rivayet o ki, Beşiktaş Mevlevihanesi’nde usule aykırı davranıp çıktığı kürsüde gönül kırmış, gönle uğramıştır. Gölpınarlı, “Onda tasavvuf hiçbir zaman esas unsur olmamıştır” der. Kendini terbiye etmek için kapandığı günler onu öldüren şey Hakk’a yönelişi miydi, yoksa onu utandıran aykırılığı mı?
Divan şairlerinin hayatları hakkındaki bilgilerimiz ne yazık ki çok sınırlıdır. Şuara tezkirelerindeki hal tercümeleri bilgi kırıntılarından oluşur. Bir şairin biyografisini inşa edebileceğiniz gerekli belgeler, mektuplar, hatırat metinleri vb. bulamazsınız. Dilden dile aktarılan ve her merhalede değişikliğe uğrayan rivayetler vardır. Şiirlerinden de bilgi edinilemez, hangisini hangi tarihte yazdıkları belli değildir. Gençliğinde yazdığı şiirler divanının sonunda, ihtiyarlığında yazdıkları en başında yer alabilir. Şiirlerden şairinin ruh hali hakkında da bilgi edinemezsiniz. Divan şiirinin estetiği şahsi duyguları ifadeye imkân vermez; ama asıl manasında beşeri duyguları ifadede benzersizdir. Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi, Tanpınar ve Ataç gibi şiirden çok iyi anlayanlar, divan şairlerinin divanlarını süzüp böyle mısralar, beyitler keşfetmekte çok mahir idiler. Sözü dolandırdım galiba; söylemek istediğim, Şeyh Gâlib’in Beyhan Sultan’a yahut Beyhan Sultan’ın Şeyh Gâlib’e âşık olup olmadığı hakkında kesin bir şey söyleyemeyiz. İnce hastalığa yakalanmasının yaşadığı bir aşk derdi veya derin bir hüzün yaşayıp yaşamadığı hakkında da… Söyleyebileceğimiz, 1001 günlük çilesini doldurup Galata Mevlevihanesi’ne şeyh olmasına rağmen “ben” duygusunun çok güçlü olduğudur. “Hüsn ü Aşk”ta, özellikle “Fahriyye-i Şairane” bölümünde kendisini nasıl övdüğünü bilenler bilir. Postnişin olduktan sonra pek fazla şiir yazmamıştı; fakat “Tarz-ı selefe tekaddüm ettim”, “Ben açtım bu genci ben tükettim”, “Sultan-ı suhan menem diğer nist”, diyen ve devrinin bütün şairlerine meydan okuduğu gibi eskilerle de hesaplaşan bir şairin içindeki ateşi oturduğu post söndürememiş olabilir. Bir terci-i bendinin vasıta beytinde, kendini engin bir denizde azgın dalgaların yarattığı girdaba kapılmış kaptansız bir gemide yapayalnız hissettiğini söylediği beyit hakikaten çok farklı bir ruh halini ifade etmektedir:
“Belâ mevcâver-i girdâb-ı hayret nâhudâ nâbûd
Âdem sâhillerin tutdu dirîgâ bang-ı nâ-mevcûd”
Tanpınar, bu beyti, Osmanlı Devleti’nin yaşadığı derin inkırazın ve medeniyet krizinin Şeyh Gâlib’in ruhundaki bir yansıması ve “angoisse” anının ifadesi olarak görme eğilimindedir. Mehmet Kaplan ise, bu fikri daha ileri götürerek Gâlib’in ifade ettiği yokluk sıkıntısıyla Kierkegaard ve Heidegger gibi varoluşçu filozoflarda çok önemli bir kavram olarak karşımıza çıkan “angoisse” arasında ilişki kurmuştu.
- “Yunus Ne Hoş Demişsin”de de kaynağı rivayetlere dayanan pek çok Yunus hikâyesi görüyoruz. Şimdiye kadar yan yana getirmekte güçlük çekeceğimiz herkesi yan yana getirebilmeyi başarabilmiş tek şair de Yunus. “Buğday mı, nefes mi?” diye sorulduğunda verdiği ilk yanıtta yanıldı diye belki de hiçbir zaman bir tarafa ait olamadı. Böylece hep eşikte beklemiş, eşiği en yüksek şair olarak kaldı. İçeriyi bildi, dışarıyı gördü. Edebiyat tarihine en hafif tabirle “aşırı milliyetçi” geçen pek çok şairi bile yumuşatabilmiş bir şair Yunus Emre. Çocukluğumda olduğu gibi hâlâ hep başucumdadır Divan’ı. Sizin büyüdüğünüz evde olduğu gibi. Yunus hakkında da sahih bir kaynak bulmak güç, öyle ki öne sürülen rivayetler dahi birbirleriyle çelişmekte. Fakat Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “hüviyeti kolayca nüfus kâğıdına sığmayanlardan” dediği Yunus, nasıl oluyor da kendini bu kadar var edebiliyor yokluğunda bile?
Yunus Emre, bana sorarsanız “kolektif” bir karakterdir. Asırlar boyunca İslamî nitelik taşıyan bütün farklı inançlar, duyuşlar, renkler, sesler kendilerini onun ismi altında ifade etmişler gibi gelir bana. Divanına kendini onunla özdeşleştiren o kadar çok isimsiz şairin şiiri sızmıştır ki, hangilerinin gerçek Yunus’a ait olduğunu tespit etmek imkânsızdır ve bütün ayıklamalar bence beyhude bir gayret olmanın ötesine geçemez. Bunların hepsi birden Yunus Emre’dir ve aynı macera modern zamanlarda da yaşanmıştır. Sünni, Bâtıni, Mevlevi, Vefai, Bektaşi Yunus, modern zamanlarda da milliyetçiliği, sosyalizmi ve hümanizmi “soğurmuş” görünüyor. Yunus’un yokluğunda bile kendisini böylesine var edebilmesinin sırrını bence burada aramak lazım.
- “Dersaadet’in Kalbi” raflara çıkalı bir hafta oldu-olacak. “Günün edebiyatı” denen yüzeysel, köksüz metinlerden kaçmak isteyenler için gidilecek en güzel yer ancak bir mekân biyografisidir. Çok kalabalık bir yere ıssız bir tepeden bakmak gibi. Kitap boyunca okuyanların kulaklarından “Sana dün bir tepeden baktım aziz Istanbul” mırıl mırıl dudaklara dökülebilir. Kitapta yer alan fotoğraflar artık yerinde olmayan mabetlerin, yapıların, bizden önceki nesillerin hatıralarına nasıl muamele ettiğimizi de gösteriyor. Sizin dışınızda “Kültürel Muhafazakârlık”ın başkaları için bir anlamı olmadığını mı görüyoruz aynı zamanda?
Bu sorunuzu somut bir örnek vererek cevaplandırmak isterim: Ayasofya’nın karşısındaki Adliye Sarayı 1933 yılında yanınca, yeni bir Adliye Sarayı için yer aranmış, bula bula tarihi yapıyı bulmuşlar. Devrin tanınmış mimarlarından Sedat Çetintaş, Adliye Sarayı yapmak için yıkılmak istenen yapının içini dışını mimar gözüyle inceledikten sonra viraneye dönüşmüş muhdes binalar arasında 16. asırdan kalma bir Türk Sarayı’nın uyuduğunu, bunun meşhur “İbrahim Paşa Sarayı” olduğunu, üzerindeki “palaspâre”ler kaldırıldığı takdirde altındaki “asilzade”nin uyanıp ayağa kalkabileceğini fark etmiş ve yıkılmasını önlemek için mücadeleye başlamış. 1930’ların, 40’ların gazeteleri taranırsa, birtakım aydınların günümüze ulaşabilmiş tek vezir sarayı olan bu binanın yıktırılması için nasıl canla başla çalıştıklarını görür ve hayretler içinde kalırsınız. Bir tarafta “Bu saray önüne ve etrafına 18. asırdan beri yamanan değersiz binalardan temizlenirse, dört yüz yıl önce Türk sanatkârlarının vücuda getirdiği, Sultanahmet Camii ile mükemmel bir armoni teşkil edecek olan başka bir ihtişam ve başka bir güzellik ortaya çıkarılmış olacaktır” diye düşünenler, bir tarafta “her binayı tarihîdir diye muhafazaya lüzum yoktur. Ne kadar eski olursa olsun, artık bir işe yaramayan, hatta yaramak şöyle dursun, zarar vermeye başlamış olan bir binayı yıktırmamak için tepinmenin ne mânâsı vardır?” diyenlerin yıllarca süren kavgası…
İki yakın arkadaş, Tanpınar ve Ataç… Tanpınar, birinci grubun önemli temsilcilerinden biridir, “Ben İstanbul imar işlerinin mesuliyetini taşıyan bir adam olsam, değil İbrahim Paşa Sarayı gibi ayakta duran bir binayı yıkmak, ecdad elinden çıkmış küçük bir taş parçasını bile yerinden oynatmak için yüz defa düşünür ve galiba yüzüncüsünde gene yerinde bırakırdım,” diyor. İkinci grupta yer alan Ataç ise, İstanbul’un tarihîliğinden rahatsızlığını her vesileyle ifade ediyordu. Tanpınar bir kültürel muhafazakârdı, Ataç koyu bir Batıcı… Sonuçta İbrahim Paşa Sarayı’nın büyük bir bölümü yıkıldı ve yerine bu ameliyeye kararlı bir şekilde karşı çıkması gereken Mimar Sedat Hakkı Eldem tarafından yakın zamanlara kadar “Adliye Sarayı” olarak kullanılan bina yapıldı. Sarayın kurtarılabilen parçası ise, bugün “Türk ve İslam Eserleri Müzesi” olarak kullanılıyor. Bu anlattıklarım, sorunuza cevap olabildi mi, bilmiyorum.
- Oldu tabii.“Dersaadet’in Kalbi”ni 15 yıl önce okumuştum, öğrenciyken, usulca akıp giden küçük bir anlatı gibiydi. Sırasıyla “Geceleyin Dersaadet”,“Divanyolu: Bir Caddenin Hikâyesi”nin küçük ırmaklar gibi akıp birleştiği bir denize benziyor “Dersaadet’in Kalbi”, bu heybetli haliyle. Kitaba gömülenler bu saadet kapısına gömülmüş, yeri gelmiş yerinden sökülmüş kültürü, tarihi görünce utanırlar umarım. Yeniliklere açık, ama “modern” dedikleri yıkıma karşı biri olarak, söz konusu “muhafazakârlık” olunca neyi muhafaza edemediklerini de görecekler mi ama?
Böyle kitapları, asıl mânâsında “muhafazakârlığın” ne demek olduğunu anlatmak için yazıyorum, yazıyoruz. Uyarması bizden…
- Kişiler gibi şehirlerin, mekânların da kimlikleri, şahsiyetleri, ruhu vardır. Ben bu ruhu beş-altı yaşlarında bu meydandan geçerek Süleymaniye’ye namaza giden dedemin elini tutarken hissetmiştim. Kişiler ölümlüdür, mekân ölümsüz. Fakat mekânları tahrip eden bir zihniyet var. Bugün şehirleri ve onların kalbini kimlerin yönettiği konusu çok mühim değil, ama kentsel ve mekânsal dönüşümler mekânların ruhunu yaralıyor. Tarihi mekân üzerinden tahrip etseler de mekânın ölmeyen bir ruhu var. Bu ruhu ölümsüz kılan nedir?
Şunu unutmamak lazım; şehirleri kurarken, onlara kendi ruhumuzu üfleriz. Bu ruhun niçin ölümsüz olduğunu bence Hacı Bayram Veli, altı yüz küsur yıl önce eşsiz bir belagatle özetlemiş: “Nâgehan ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm / Ben dahi bile yapıldım taş ü toprak âresinde”. Bu ne demektir? Nasıl inanıyor, dünyayı nasıl kavrıyor, hayata nasıl bakıyorsak, yaşayacağımız şehre de öyle şekil ve düzen verir, daha da önemlisi, şehrimizi kurarken kendimizi de yeniden inşa eder, bir yaşama iklimi yaratırız. Bu, bizden sonraki nesillerin de hayatını kuşatacak, onların hamurunu kendi teknesinde yoğurup şekillendirecek bir iklim, bir çerçevedir. Bu çerçeve, insanlar arasındaki ilişkilere, yani toplum hayatına düzen verir; içine almak zorunda kaldığı yabancı unsurları kendine benzeterek bir parçası haline getirir. Başka ne diyebilirim?
- Yine önsözde bahsettiğiniz ve kitap boyunca da kendisinden söz ettiğiniz Turgut Cansever’in ne hikmetse uygulanmasına dair söz verilip bir benzerinin tercih edildiği projesi var. Kitaptan anladığım kadarıyla uygulanacağına söz verilen proje ile uygulanan proje arasında çok fark var. Şu muamma da çok kafa karıştırıcı değil mi, yani sunulmuş bir projenin bizzat kendisinin değil de bir benzerinin uygulanması, bir maket uygulama ile bu meydanın zamana bırakılıp yeniden bir ihaleye konu olacağı anlamına mı geliyor?
Son uygulamayla meydanın büsbütün ıssızlaştığını, insansızlaştığını söyleyebilirim, o kadar. Ülkemiz bir gün bütün meselelerini halledip zenginleşirse, sadece Beyazıt Meydanı’nın değil, Nefs-i İstanbul’un, yani bütün Suriçi’nin yeniden ele alınması gerekecektir. Suriçi, bütünüyle bir üniversite, kültür, sanat ve turizm şehri haline getirilmelidir. Tabii tarihine yaraşır şekilde…
- Dünyada bir benzeri daha olmayan bir meydan Bâyezid Meydanı, öyle ki Bâyezid Camii ve civarındaki eski kahvehanelerle Gérard de Nerval’in metinlerine dahi konu olmuş, hem tarihi varlığıyla hem de kültürel varlığıyla merkez olma kimliğini hiç kaybetmemiş, “Taşı toprağı altın İstanbul” deyişinin de vücut bulmuş hali bu olsa gerek. İsmini bile kendisine layık bir biçimde yazıp telaffuz edemiyoruz. Neden?
Evet, maalesef… Kitabın önsözünde de belirttim. Meydanın ismi 1928’den sonraki metinlerde “Bayezıd, Bayezit, Bayazıd, Bayazıt, Beyazıd” ve “Beyazıt” şekillerinde karşımıza çıkıyor. Bu tuhaflığın herhalde dünyada bir benzerinin bulunduğunu sanmıyorum. Bu meydan, hatırat kitaplarında hep büyük bir hasret duygusuyla birlikte anılır. Çok sevilen bir cazibe merkeziydi. Sadece İstanbul’da yaşayanlar için değil... Önemli yazarları, şairleri, üniversite hocalarını, ressamları, gazetecileri vb. görmenin mümkün olduğunu bilenler de İstanbul’a yolları düştüğünde buraya mutlaka uğrarlardı. Ayrıca kütüphanelerden yararlanmak isteyenler... Beyazıt Meydanı aslında İstanbul tarihinin her döneminde çok önemli bir meydandı. Ama Cumhuriyet yıllarında, özellikle, 1930’lardan itibaren kültür hayatımızın merkezinde yer almıştır. Başta İstanbul Üniversitesi mezunları olmak üzere kitapla, kültürle, edebiyatla ilgili herkesin hayatında önemli bir yer tuttuğuna inanıyorum. Üniversite, kütüphaneler, Sahaflar Çarşısı, Kapalıçarşı, biraz ötede Babıâli... Biyografilerini yazdığım sanat ve edebiyat adamlarının hemen hepsinin bu meydanla yakın ilişkileri vardır. Hemen hepsi bu meydandaki kahvelerin müdavimleriydi. Biyografik metinlerimle inşa etmeye çalıştığım edebî ekosistemin ana mekânının Beyazıt olduğunu söyleyebilirim.
-1960 darbesiyle birlikte ismi bir dönem değişen bu meydan tanıklık ettiği darbelerle, bağrında kurulan darağaçlarıyla, büyük yangınlarla her defasında aslına bir şekilde en yakın biçimde kendine geri dönmeyi başarmış. Tanpınar gibi pek çok ismin hocalık ettiği eski söylenişiyle “Darülfünun”,bugün “üniversite” dediğimiz yapının da bugün hâlâ meydanın tamamen tahrip edilmesine engel olduğunu söyleyebilir miyiz?
İstanbul Üniversitesi merkez binası, biliyorsunuz, Cumhuriyet’ten önce Harbiye Nezareti binasıydı, Darülfünun’a Cumhuriyet’ten sonra tahsis edildi. Meydanın büsbütün tahrip edilmesini önleyen yapılardan birinin bu bina olduğu elbette söylenebilir. Ama asıl koruyucu, bu meydana ismini veren “Bayezid Külliyesi”dir.
-“Söz uçar, yazı kalır”mış… Yazı kalacak. Teşekkür ederim.
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |
"Ben farklı olmanın asla “iyileştirilmemesi” gerektiğine inanıyorum, onun öyle hayatını sürdürmesi gerektiğine, toplumun da ona uyum sağlaması gerektiğini düşünüyorum..."
Miray Aydın: E aykırı insanlarız tabii, aksi düşünülmemeli. Edebiyat ortamında işler nasıl ilerliyor pek bilmiyorum doğrusu. Ben bazı öyküler yazdım, bu öyküler el ele tutuştu, kitap haline geldi. Sonrasında bir boşluğa bıraktım. Ara sıra sesler geliyor o boşluktan, “Kitabınızı okudum…” diye başlayıp, devam eden. Birileri hikâyeleri duyuyor...
“Toplum” denen yığının talebi gündüz kuşağı programlarının sürmesinden yana. Hiç şüphesiz gerekliliği günü ekranların karşısında eğlemekle ilgili de bir talep bu. Zira bunca yıllar yayınlanan bu tür programların izleyici sayısı kadar bu programlara konu olan olayların da sayısı düşmemekle birlikte artmakta
© Tüm hakları saklıdır.