02 Şubat 2025

Miray Aydın: Sanat alanında işler ayyuka çıkmış durumda; beğenmek, alaşağı etmek, ne kadar kolay...

Miray Aydın: E aykırı insanlarız tabii, aksi düşünülmemeli. Edebiyat ortamında işler nasıl ilerliyor pek bilmiyorum doğrusu. Ben bazı öyküler yazdım, bu öyküler el ele tutuştu, kitap haline geldi. Sonrasında bir boşluğa bıraktım. Ara sıra sesler geliyor o boşluktan, “Kitabınızı okudum…” diye başlayıp, devam eden. Birileri hikâyeleri duyuyor...

Miray Aydın

Biz naif insanlar değiliz, biz nahif insanlarız. Bu yüzden kalem tutuyor, bu yüzden yazıyoruz. Hiçbir teknolojinin yenemeyeceği edebiyatla birçok şeyi değiştireceğimize inanıyoruz. Öykücü Miray Aydın’la her sektörde olduğu gibi edebiyatta da köşe başlarının nasıl tutulduğunu ve öykülerinin derinliklerinde dirilen kahramanlarını, “Yazmakla gayemiz ne imiş bizim?” Bütün bunları konuştuk:

- İlk kitabınız “Ben Burada Yapamam” geçen yıl Sel Yayınları'nca yayınlandı. Temiz Türkçe, sade ve olaylara, durumlara ve çözülüşe odaklanmış bir metin. Biraz geç fark edilen her güzel şey gibi karşılığını almasını dilerim, fakat kitabın yayınlanma aşaması kadar yayınlandığından bu yana üzerine pek kalem sallanmamış. Edebiyat ortamında köşe başlarını tutan, tuttuğunu sanan bir kesim var, her sektörde olduğu gibi. Açık konuşacağım, çıkar ortaklıklarına dayanan bir düzen var burada da her yerde olduğu gibi. Oysa ben sizi hiç tanımıyorum. Bazı büyük şehirlerde kimi sektörlerde ve konumlarda bulunmanın edebiyatın merkezini belirlediği üzere bir yargı da var. Şüphesiz ki var! Bütün bunlar kitaplaşma sürecinde ve kitap çıktıktan sonra da sizi etkiledi mi? Birçok çağdaşım geçmişte olduğu gibi bugün de bu zorluklarla karşılaşıyor, bir yerde bir metin yayınlamaktan tutun da kitapları hakkında bir köşede yer bulabilmek dahi bazı bedellere, küslüklere yol açıyor. Bunları yaşadınız mı, edebiyat ortamında bu bağlamda bir yalnızlık duyuyor musunuz?

Öncelikle “Ben Burada Yapamam” üzerine söyledikleriniz beni mutlu etti, eksik olmayın. Güzel dileğiniz için de ayrıca teşekkür ederim.  Ben de kitabın anlaşılmasını, birilerine iyi gelmesini umuyorum. Fakat öyle ya da böyle ilerleyen bir düzeneğin içerisindeyiz. Söylüyorsunuz ya, “her yerde olduğu gibi…”  Doğru. -Bunu söylemek bile çirkin geliyor kulağa, sanki kanıksadık.- Üç yıl öncesine kadar İstanbul’da yaşıyor, tiyatro alanında çalışıyordum. Tespitlerinize hak verecek ve doğrulayacak kadar tecrübe biriktirdim. Ayrıca hangi sanat disiplini için karşıt bir durum geçerlidir ki… Diğer meslek gruplarına nazaran sanat alanında işler ayyuka çıkmış durumda. Beğenmek, alaşağı etmek, özensizce konuşmak ne kadar da kolay... E aykırı insanlarız tabii, aksi düşünülmemeli. Edebiyat ortamında işler nasıl ilerliyor pek bilmiyorum doğrusu. Ben bazı öyküler yazdım, bu öyküler el ele tutuştu, kitap haline geldi. Sonrasında bir boşluğa bıraktım. Ara sıra sesler geliyor o boşluktan, “Kitabınızı okudum…” diye başlayıp, devam eden. Birileri hikâyeleri duyuyor. Hatta belki yazılanın ötesinde bir şeyler işitiyor. Ne müthiş! Yalan yok, bu durum beni tatmin ediyor. Kitap bir yerlerde “yazılsın, görülsün” diye uğraşmadım. Sırf bu sebeple birileriyle ilişki kurmadım. Bunun nasıl yapıldığını bilmediğimden değil. İşin bu tarafıyla ilgilenmediğimden… Ayrıca edebiyat çevresine de uzağım. Kendi halinde bir yaşamım var. Ailem ve üç beş dostum. Şimdi her şey sosyal medya üzerinden ilerliyor. Orada varım, ama yokum. Şunu da eklemekte fayda var; “uzak kalayım, aman kimseyle iletişime geçmeyeyim” gibi bir amacım yok. Akışa, samimiyete güveniyorum. Tıpkı sizinle bir araya gelişimiz gibi. Ben bu gerçeklikten yanayım. Anlayacağınız üzere kalabalıklar içerisinde değilim. Bu sebeple yalnızlıkta çekmiyorum.

"Avucumuzdaki ekranın üzerinde parmaklar hızla geziniyor, o parmağı durdurmanın, dikkati çekmenin güç olduğu rekabet ortamındayız”

- Yazı ciddi bir iştir. Fakat artık bazı yazarlar da toplumun dikkatini çekiyor diye TikTok fenomenlerine özeniyor ve onlar gibi davranıyorlar. Oysa yazı, toplumsal bir sahada toplumu gözlemlemeye dayanan bir iş, onun bir parçası olmak değil. “Ben de yazdım, oldum bitti” değil yani. Bu türlü birçok yazarın da toplumun bugünkü halinden sorumlu olduklarını söylemeye gerek yok sanırım ayrıca. Sizin için yazının hayatınızdaki mahiyeti nedir? Yazıdan, yazarlıktan gayeniz nedir? “Ailemizin Yazarı” adlı öykünüzü de dikkate alırsak eğer, bu gayelerin bu kitapla birlikte gözettiği hedef nedir?

Avucumuzdaki ekranın üzerinde parmaklar hızla geziniyor, o parmağı durdurmanın, dikkati çekmenin güç olduğu rekabet ortamındayız. Kimileri çarpıcı bir cümlenin, peşinde kimileri de hap bilginin. Haliyle en uygun “hashtag” öyle kolay seçilemiyor! Bir bakmışsınız kitaplarınızı pazarlamaya başlamışsınız. Sosyal medyanın karanlık yüzü... Evet, “yazdım” demekle olmuyor. Ardını düşünmeli. Öte yandan yazının hayatımdaki önemi üzerine uzun uzun düşündüğümü, çıkarımlarda bulunduğumu hatırlamıyorum. “Kendimi yazarak tamamlıyorum” gibi bir başlıkta veremem size. Etrafımda olup bitenler, duyumsadıklarım, insanı anlama çabam ve peşine hissettiklerim ekseriyetle üzerime üzerime geliyor. Bunları yazı aracılığıyla dışa vuruyorum yalnızca. Kendimi edebiyatla sağaltıyorum. Edebiyat, katlanma gücümü arttırıyor belki. “Yazarlıktan gayeniz nedir?” sorusu bana değil de “Ailemizin Yazarı” adlı öyküdeki kendini yazıya adamış o gence sorulsaydı herhalde ne mutlu olurdu. Kabul görmek iyi hissettirebilirdi. Sözünü ettiğimiz toplum için yazarlık ne anlama geliyor… Bir uğraş, hobi, boş zamanını değerlendirme… Eğer kitabınız binler satmıyorsa tabii. Zira öyküdeki abi sıklıkla altını çiziyor, hatırlatıyor, “Öyle hikâyelerdeki gibi yaşamıyoruz oğlum biz. Ekmek aslanın midesinde dedikleri…” İşte gevezelik etmeden bu karşıtlığı göstermek isterim. Taraf tutmadan, yol göstermeden, anlamaya çalışarak belki. Oturduğunuz yerde kitap okurken kimi duygular açığa çıksın, okuyanın aklı çelinsin, gerekirse içerideki düzen yıkılsın niyetindeyim. Zira kendimden biliyorum. Edebiyat bu işi çok iyi beceriyor.

"Çünkü “Seyir” adlı öyküdeki gibi gözümüzün önünde cereyan eden vahşete nasıl oluyor da bu denli soğukkanlı yaklaşabiliyoruz, fark edilsin istiyorum"

- Yukarı söylediklerimi toplumun her kademesinde sıradan hayatta da görmek mümkün... Öykülerinizde de bunun daha toplum içre biçimini yaşayan karakterler var. İlk öykünüz “Saklamak Doğurmak”da örneğin, kadın karakterlerin yaşadığı toplumsal baskılar ve cinsiyet rolleri, ilk hikâyenin de kitabın da büyük kısmının da ana temasını oluşturan içsel çatışmaları ilk ağızdan dile getiriyorsunuz. Toplumun cinsiyet üzerinden bireylere biçtiği roller, bireylerin kendilerini gerçekleştirme süreçlerinde karşılaştıkları engelleri görüyoruz bu öykülerde. Aslında böylece toplumsal baskının içsel baskıyı şiddetlendirdiğini de... Bu çoğul güce karşı tekil bir baskı uyguluyorsunuz aslında, ama hikâyenin kahramanından çok metnin yazarı olarak bunları yazma ihtiyacını neden duydunuz?

Kimi sanat üreticisi yaşamın içinde var olan sorunları, engelleri yapıtına taşımak istemez. Hususi kaçar buradan. Kimi sanat alıcısı için de aynı durum söz konusudur. “Zaten boğazımıza kadar batmışızdır,” denir. “Yine mi erkek şiddeti yine mi çocukluk travması yahu… Bari kendi yarattığımız dünyada bu tip sorunlarla muhatap olmayalım.” Görmek, duymak, okumak istemezler. Kendilerine alan tanır, yaşamdan soyutlanır ve uzaklaşmayı seçerler. Doğru ya da yanlış, “öyle olmamalı” gibi keskin sınırlar çizmekten kaçınıyorum. Ben bu hikâyeleri yazıyorum, çünkü benim bu hikâyelerle bir alıp veremediğim var. Bu dert beni harekete geçiriyor. Çünkü “Seyir” adlı öyküdeki gibi gözümüzün önünde cereyan eden vahşete nasıl oluyor da bu denli soğukkanlı yaklaşabiliyoruz, fark edilsin istiyorum.  Çünkü “Saklamak Doğurmak”daki Hatice’nin utancını, ayıplanma-cehennem korkusunu, kadınlığına bakışını dert ediniyorum. Son öyküde erken yaşta büyümek zorunda kalmış oğlanın yaşadığı yokluğun anlaşılması, görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu duygularla yaşamak, yaşamayı sürdürmeye çalışmak ve çoğalmak, bu kaygının aktarımını sağlamak çetrefilli. Açıkçası üzülüyorum. Canımı acıtıyor. Bu kadar kısa ve net.

Miray Aydın

"Nasıl davranmamız, nasıl konuşmamız, ne zaman susmamız, neler hakkında düşünmemiz gerektiğini bize öğretmediler mi? Hatta böyle doğmadık mı?"

- Öykülerinizde, bireylerin kendini bulma ve özgürleşme çabalarının yanında kendileriyle de giriştikleri bir mücadele var. Görünmez kurallardan duvarlar yıkılıyor üzerlerine… Bu mücadeleyi sadece bireysel bir hikâye olarak mı görmek gerekir, yoksa toplumsal yapılar da bu sürecin bir parçası mı? Yazım süreci bittikten sonra daha da netleşir böyle şeyler, yani bütün bu metin bittikten sonra durup baktığınızda, bireysel özgürlük ve toplumsal sınırlamalar arasındaki dengeyi gördünüz ve bu kadarı topluma bu konularda bir şey söylemiş olmaya yetti mi sizce?

Toplumsal yapı sürecin dosdoğru kendisi. Nasıl davranmamız, nasıl konuşmamız, ne zaman susmamız, neler hakkında düşünmemiz gerektiğini bize öğretmediler mi? Hatta böyle doğmadık mı? Ezbere yaşadık belki. Ahlaki-toplumsal yapı her an tepemizde. Sinsi bir düşman gibi bekliyor. Üstelik ayıplanma korkusuyla, toplumun dışına itilme ihtimaliyle birlikte, koyun koyuna yaşıyoruz. Aslında kitaptaki öyküler farklı zamanlarda ortaya çıktı. Suskunluk ve konuşamama üzerine yazma isteğim belirgindi. Fark ettim ki bunun için bir çabaya gerek yok. Ne yana dönsem, dinlesem görünenin altında yatan sebep zaten tam da buydu. “Saniye ile Konuşmak Şart Oldu” adlı öykünün akışı bu soru için iyi bir örnek olabilir. Saniye’nin yaşamı orta sehpaya konmuş kısır ve patates salatası eşliğinde ne de tatlı yorumlanıyor. Lakin kimse, önündeki tabağa bakmıyor. Bu öyküler gündelik ve normal görülenlerle ilgileniyor. Yanı başımdaki hikâyelere azıcık yaklaşıyorum, bakıyorum. Kim bilir sezinleyemediğim daha ne hikâyeler var. O yüzden yeterlilikten söz etmenin mümkünatı yok.

Gelgelelim sözünü ettiğim ilk öyküde kumbarayı boşaltan kişi aslında çocuğun annesi mi, yoksa için de bulunduğumuz sistem mi?

- Yani öykülerinizde, bireyin toplumla ve çevresiyle olan ilişkisini olduğu gibi ele alıyorsunuz. Bu yüzden anlatımı süslü değil, dili sade. Daha kapalı bir toplumken daha derin, daha katmanlı metinlerden söz ederdik, oysa artık her şeyi su yüzüne çıkmış bir toplum var ve bu toplumun bireyden beklentileri ve bireysel özgürlük arasındaki çatışma, karakterlerinizin hayatındaki seçimleri nasıl şekillendiriyor? Bu çatışma, günümüz toplumuyla öykülerinizi karşı karşıya getirdiğimizde okura eksik olanı mı fazla geleni mi gösteriyor, onlar ne mesela?

Hikâyeler oltama eksiklikleri sebebiyle takılıyor. Tabii bu bir çıkış noktası, henüz yolun başı. Mesele eksiklikle mi yoksa fazlalıkla mı dile gelecek, işte bunu hikâyenin kendisi biliyor, bana fısıldıyor. Ben karar vermiyorum, tasarlamıyorum. Çoğunlukla iki yöne de meylediyorum sanırım. Ya da ortada iç içe geçmiş bir durum söz konusu.

“Teneke Kumbara” adlı öyküde anlatıcı, çocuğun kumbara ve para biriktirme eylemiyle kurduğu ilişki çocukça bir oyun/sevinç değil elbette. Hikâye boyunca yoksulluk çeken hanenin eksikliklerini sezerken, beraberinde ekonomik düzenin gerçekliğini, eşitsizliğini bir fazlalık olarak gözler önünü serdiğini düşünüyorum. Tabii burada iş okura düşüyor. Keza “Yol Yorgunu” adlı öyküde anlatıcı kadının kendinden kaçma çabasını, bir yere sığamamasını, içinde doğup büyüdüğü aileye mesafeli tutumunu iç konuşmalarıyla anlıyoruz. Anlatıcının karşısına yerleştirilmiş geveze bir karakterin varlığı fazlalıklar üzerinden işaret edilen eksikliğe varıyor. Gelgelelim sözünü ettiğim ilk öyküde kumbarayı boşaltan kişi aslında çocuğun annesi mi, yoksa için de bulunduğumuz sistem mi? Bir diğer öyküdeki kadın karakterin sıkışmışlığı alelade bir can sıkıntısından mı kaynaklı, yoksa toplumsal dayatmalarının birer sonucu mu?  Sanırım karakterlerin seçiminden bahsedebilmek pek de mümkün görünmüyor.

"Boynumuza indirilmesi muhtemel bir kılıçla yaşıyoruz"

- Bu öykülerde, sadece modern toplumun değil, daha Anadolu daha kırsal kesimlerdeki toplumsal inanma biçimlerinin de birey üzerindeki baskıları sıkça vurgulanıyor. Bu baskılar, özellikle genç bireylerin kimlik arayışını nasıl etkiliyor? Sosyolojik açıdan bakıldığında, bu tür içsel çatışmaların toplumsal normlarla muhakkak ki bir ilişkisi var, ama bu ilişkiyi öyküler üzerinden yorumlayan sizin üzerinizdeki etkisi nedir?

Yukarıda da bahsettiğim gibi boynumuza indirilmesi muhtemel bir kılıçla yaşıyoruz. Toplumun yaşattığı bir değersizlik duygusu var. Dahası üzerimizde sorumluluğu olan devlet tarafından dahi yok sayılıyoruz. Hal böyleyken bireyin kendine farkındalıkla yaklaşması, anlamlı bir yaşam inşa etmesi gibi başlıklara sıra gelemiyor. Zira önce rahat bir nefes almamız gerek. Bu baskılar kendimizi arayış yolcuğumuzun en büyük eşlikçisi sanırım. Süreci değerlendirirken siyaseti, ekonomiyi ve sosyolojinin etkisini hafife alamayız. Birçok madde arasından benim gözüme çarpan, üzerinde durduğum bireyin katılaşma sorunsalı. Duyguları tarafından yönetilen, dürtüsel kimsecikler. Bu durum, insanın kendisine bakmasını da engelliyor. Tepkisel, esnekliğini yitirmiş, sözde prensipli bireyler çıkıveriyor karşımıza. Yaş fark etmeksizin bu durumu bireylerde sıklıkla görüyorum.  Normlarla bezeli yolda ben de yürüdüm, yürümeye de devam ediyorum. Evvelden üzerimdeki etkilerini düşünür, sıklıkla da konuşurdum. Ama artık bu konu hakkında “ah vah” etmiyorum, iyi hissetme peşinde koşmuyorum. “Hikâyemi nasıl devam ettireceğim?” Bu soruyla ilgileniyorum. Ve esasında bir cevap da aramıyorum. Lakin yine de sormaktan vazgeçmiyorum.

Miray Aydın

"Her an bir olayın öznesi olabiliriz"

- “Siz İyi Olun Yeter ki!” adlı öyküde karakterin dış dünyayla olan etkileşimi, içsel dünyasını yansıtan bir araç olarak kullanılıyor. Yolunda gitmeyen bir evlilik ve ekranlarda benzer bir başka hikâyenin kötü sonunu hayretle yorumlaması karakterin mesela, bireysel sorunların toplumsal yapılarla bağlantısının bir yansıması mı, yoksa dosdoğru kendisi mi? İnsanın kişisel mücadelesi, toplumdaki sorunlarla örtüşüyor aslında, o halde her öykünüz toplumdan alınıp topluma göstermeye çalıştığınız bir durum mu?

Tabii, yukarıda da belirttiğim gibi toplumda rastladığımız bu meseleler benim ilgimi çekiyor, var olanı ele alıyor ve öykülerime yansıyor. Bahsettiğiniz öyküde evliliğe hapsolmuş ve bir çıkış yolu aramaya gönüllü olmayan bir kadına bakıyoruz. Konuşmaktan kaçıyor. İçten içe neler işiteceğini biliyor belki. Bir çözüm gerekiyor, farkında. Gelgelelim farkında olmakla eyleme geçmek arasında upuzun bir mesafe olabiliyor bazen. Ve ortada duran acıyı görmezden gelerek bir strateji geliştiriyor karakter. Sahte bir strateji… Öyküdeki kadın karakterin televizyondaki habere olan hayretini mühim buluyorum. Ekranda izlediklerimiz insana ait gelmez ya çoğu vakit. Bunca şeyi göğüsleyenler nasıl kimselerdir, hangi mahallelerde yaşar bu insanlar? Esas soru şu: “Olaylar bu raddeye nasıl gelir?” Kadının hayretini işte bu soruya bağlıyorum. Belki de bu hayret kılıfıyla gizlenmiş bir korku. Sanırım bu bir süreç. Yansıma olabileceği gibi birkaç adım sonra dosdoğru kendisi de olabilir. Her an bir olayın öznesi olabiliriz.

"Arka planda bir hayatta kalma mücadelesi var, bir ekmek meselesi var; çarkın dönmesi, sistemin tıkır tıkır işlemesi gerek"

W İlk kez bir öyküde bir baba figürü bu kadar durgun ve yorgun anlatılıyor. Adı da “Yorgundur” zaten öykünün. Genel olarak gerçek hayatta da, kitaplarda da baba şiddetiyle tekrar tekrar tanışan okur ilk kez haklı bir yorgunluğun sessizleştirildiği ve sessizliğin de yabancılaştırdığı bir baba figürünü ortaya koyuyor. Bu yabancılaşma, sadece bireysel bir sorun olarak mı kalıyor, yoksa daha geniş bir toplumsal sorunla mı bağlantılı? Peki, nedir o?

Kadına atfedilen toplumsal roller gibi erkeğe de belli başlı görevler, tanımlar yükleniyor. Güçlü kudretli, dayanıklı olsun, duygusal yönden gelişmiş, yiğitliğe toz kondurmayan, ekmeğini taştan çıkaran… Uğrunda mücadele edilen bu kalıplaşmış yargılar toplumsal bir mesele elbette. Peki, bu güç mü yoksa bir güç yanılsaması mı? Bu zorlama tanımlar bireyleri olduğundan başka biri gibi görünmeye, olmaya itecektir.

“Yorgundur”da ki baba karakteri için de aynı durum söz konusu. Babanın yorgunluğu ve peşi sıra gelen yokluğu çocuğun ağzından dinliyoruz. Oğlana göre her bir şeyin sebebi yorgunluk. Sevilmediğini düşündüğü de oluyor. Fakat derhal susturuluyor. Çünkü hanenin önde gelen sorunu bu değil. Arka planda bir hayatta kalma mücadelesi var. Bir ekmek meselesi var. Çarkın dönmesi, sistemin tıkır tıkır işlemesi gerek. Hal böyle olunca zihinlerimize ortak bir imge olarak kazınıyor bu baba figürü: Köşesinde sessiz sedasız, pek dâhil olmayan, uzanıp uzaklara dalan, aklı hep başka bir yerde. Türk sinemasının o meşhur fakir ama gururlu, şefkatini göstermekten çekinmeyen, sevgi dolu babalarından olamıyor herkes ne yazık ki.  Hoş, öyküdeki baba için sevgisiz diyebilir miyiz, sevginin geçtiği yollardan yürümemiştir, belki çabadan yoksun demek daha uygun olur onun için.

"Şiddete uğrayanı, istismar edileni susturuyoruz, gizlemeye teşvik ediyoruz"

- Kitabınızda, insanların birbirleriyle olan ilişkilerindeki iletişimsizlik ve yanlış anlamalar da öne çıkan unsurlar arasında. Burada bireylerin duygusal bağlarını şekillendiren toplumsal faktörler de var ki, olmazsa olmaz. İletişimsizliğin toplumsal yapılarla bağlantısı üzerine ne düşünüyorsunuz? Bunu hangi öykünüzde “işte burada tam olarak anlattığım budur” diye açıklayabilirsiniz?

Kitaptaki tüm öykülerde bir iletişim sorunu, yok sayma, dile getirememe sorunsalı mevcut. Dilin iletişimi kolaylaştırması beklenirken, aksi bir durum hâkim. Hatta kelimeler çoğu zaman gerçek hislerimizi örtbas etmek için kullanılıyor. Bu durumun en temel sebeplerinden biri de bireylere suskunluğun öğretilmesi olduğunu düşünüyorum. Herkesin dilinde bir beterinden kaçınma, saklanmayı dileme arzusu sonra her durumda şükretmeyi sürdürme çabası ve ne yaşanırsa yaşansın şikâyet etmeme hali var. Şiddete uğrayanı, istismar edileni susturuyoruz, gizlemeye teşvik ediyoruz. “Şunu değil de bunu istiyorum, tercih ediyorum” diyebilmek hoş karşılanmıyor. Hatta bu durum ukalalıkla bağdaştırılabiliyor.

Sessiz kalmak ile sözsüz kalmak kavramlarını iyi ayırt etmek gerek. Sessizlik çoğu vakit iyileştirici bir alan açabilir insana. Huzurlu, sıcak bir yerdir. Çareye yaklaştırır. Sözsüz kalmaksa, sessizliğin aksine boğucu bir yerdir. Soğuk, çıkışsız bir yer. Zihinde bir gürültüye sebebiyet verir. Tıpkı “Ben Burada Yapamam” adlı öyküde “Emre”nin başına geldiği gibi. Kitaba ismini veren öykü iletişim sorunsalına iyi bir örnek olacaktır. “Emre” adlı karakter bir heves, öne attığı fikirden hızla uzaklaşır, cayar. Hikâye boyunca kendince haklı sebepleri sıralar. Fakat karakter içten içe yapar hesabını. Karşı tarafa duygularını aktaracak gücü bulamamakla beraber bir üslup sorunu da çıkıyor karşımıza. Haliyle söylenemeyen sözler birike birike bedene, yüze yansıyor. Bir yerden taşması gerekiyor bunların.  Söylenemeyenler beden diliyle görünür olmaya başlıyor. Bu da başka bir sorunu doğuruyor. Zira çoğunlukla içeride yapılan konuşmalar, kendi kendimize attığımız o uzun tiradın dışa vurumu pek de sevimli görünmüyor. Birilerini incitmekten korkup sözsüz kalmayı yeğliyoruz. Kendimizce bahaneler sıralarken, geç iyileşeceğini bildiğimiz hasarları almaktan vazgeçmiyoruz.

Miray Aydın

"Kendi acısıyla, öfkesiyle uzun süre baş başa kalmamış birinin söyleyecekleri eksik kalacaktır"

- Öyküler boyunca öfkelerin sevgilerden daha kolay daha çabuk daha açık edildiğini görüyoruz. Bu toplumun öz kültürüyle de ilgili bir şey. Birçok yazar bunun aksini kaleme alır metinlerinde “öyle olsun” diye mi, yoksa metinlerin otobiyografik kısmını yazarın psikolojik tarafını da değerlendirdiğimizde “öyle bir kültürden gelmiş ki öyle yazmış” diyelim diye mi yazarlar? Bilemiyorum, ama siz bu konuda ilişkilerin gerçekliğini kurgulamaktan ziyade, sanırım bunu kişilerle kişiler ve toplum arasındaki biçimiyle, olduğu gibi aktarmışsınız… Anne, baba, çocuk ilişkilerinde, arkadaşlıklar çerçevesinde ne kadar acımasız ve saklı tutuluyorsa işte öyle. Bu biçimde ilişkileri, iletişim biçimlerini sadece gözleme dayanarak yazdığınızı söylemek eksik kalır diye düşünüyorum. Zira ne yazarsak en azından yarısını yaşamışızdır, öyle mi?

Marquez, “Eserlerime gelen övgülerin de genellikle hayal gücü konusunda olması beni güldürüyor. Çünkü gerçek şu ki kitaplarımda gerçeklik temeline sahip olmayan tek bir satır bile yok,” diyor. Bence de bu böyle. Dışarıya bakmadan önce içime dönme cüreti gösterdim. Kendi acısıyla, öfkesiyle uzun süre baş başa kalmamış birinin söyleyecekleri eksik kalacaktır. Tatsız, tuzsuz. Önce kendi gerçeklerimle ilgilendim. Ama bu demek değil ki yaşadıklarımı yazıyorum. Yalnızca kendimden yola çıkıyorum. Sokakları, evleri dolduran, yanı başımdan geçip giden insanlara bakıyorum sonra. İçeride ve dışarıda gözlemlediklerimin pek de farklı olmadığını anlıyorum. Birbirimizden habersiz aynı uykuları uyuyor aynı kâbusları görüyoruz. Aslında hep beraber didinip duruyoruz. Hepsi bu.

- Bütün genç yazalar ve ilk kitabını yayınlayıp yalnız yürümekte ısrar edecek çünkü yalnız kalacak herkes gibi sizi de önce tebrik ederim ve böyle iyi bir metinle, böyle sabırla bu yolu yürümeye kararlı olduğunuz için. Bana vakit ayırdığınız için de teşekkür ederim. Bir sonraki kitaplarınızda da mutlaka yan yana geleceğimizi umarım. Yine burada olacağım…

Bu yaşamın biz insanlara en kıymetli hediyesi birileri tarafından anlaşılmak sanırım. Kitabı anlamakla yetinmeyip üzerine kafa yorduğunuz için minnettarım. Sorularınızı keyifle yanıtladım. Beni yeniden düşündürmekle kalmadınız, başka başka kapılar araladınız, ilham oldunuz. İyi ki karşılaştık bu yolda. Yan yana geleceğimiz günleri iple çekiyorum.

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Topluma sosyolojik bakmak: Müge Anlı sizi neden rahatsız ediyor?

“Toplum” denen yığının talebi gündüz kuşağı programlarının sürmesinden yana. Hiç şüphesiz gerekliliği günü ekranların karşısında eğlemekle ilgili de bir talep bu. Zira bunca yıllar yayınlanan bu tür programların izleyici sayısı kadar bu programlara konu olan olayların da sayısı düşmemekle birlikte artmakta

Nefret, sanat, edebiyat, toplumsal barış?

Nefretle inşa edilen ve sanat ve edebiyat dışında artık hayatın büyük bir bölümü kitle edinmek isteyenlerin birbirlerini ifşalaması dışında hiçbir yerde kendine yer bulamadı. Birbirlerinden nefret eden üretici bu sınıfın ortaya koyduğu her şey için “Sanat da artık budur” diyeceğiz galiba

Ne kadar da etten, kemiktenmişim meğer: Kanım Açıkta

Gömleğin gerisi de yok, derisi yok, gömleğin içi yok, gömleğin içinde kimse yok ve aynı denizde yüzmeye devam eder demirden birer başsız kuğu gibi ticaret gemileri. “Dert bu mu?” diyecekler, bu dert değil de ne?

"
"