Edebiyat, insanın iç dünyasının ve toplumsal yapının hem kurucusu hem de bir yansıması olarak, duyguların ve düşüncelerin en derin biçimde ifade bulduğu alanlardan biri. Bu alanda üretim yapan edebiyatçılar, çeşitli duygusal, varoluşsal ve entelektüel krizler yaşabilir ve üretimlerine de bunları yansıtırlar. Edebiyat eserlerinde karşımıza çıkan en güçlü duygulardan biri de nefret duygusudur bu yüzden. Ancak nefret, sadece bireysel bir his olarak kalmaz, bazen edebiyatçının kendi içine sızar, kendi olarak vücut bulur ve böylece bir kişilik olarak da karşımıza çıkar. “İşte benim de aynam o” dediğinizde sizi çarpar, kırar. Sigmund Freud, “nefretin kendini koruma” sorunuyla bağlantılı olduğunu vurgularken, “mutsuzluğun kaynağını yok etmek isteyen bir ego durumu” olarak da yorumlar. Donald Winnicott ise nefretle ilgili şöyle der, “Büyülü yıkımla karşılaştırıldığında, saldırgan fikirler ve davranışlar olumlu bir değer alır ve nefret, medeniyetin bir işareti haline gelir.”
Gerçekten de “medeniyetin bir işareti” olarak algılanan nefret, kişisel deneyimlerden, toplumsal ve kültürel koşullara da sıçrar ve burada hacmini genişletmeye de devam eder. Öte yandan, edebiyat sektörü de, tıpkı diğer profesyonel alanlar gibi kendi içinde nefret barındıran ve üreten, onu besleyen dinamiklere sahiptir. Rekabet, hiyerarşi, piyasa talepleri, eleştirmenlerin etkisi, sektördeki nefretin sürekliliğini sağlamaya devam ediyor. Şiirden romana birçok kurgu eserden gündemi dile getiren kitaplarda, köşe yazılarında dahi nefretin temel dinamiklerinin toplumsal barışla nasıl bir ilişkisi olduğunu da böylece görürüz. Varoluş ve entelektüel krizlerin kaynağı da olan rekabetin ahlaki değerleri nasıl alt üst ettiğini de… Hakeza bizim edebiyatımızda edebiyatçılar birbirlerinden nefret ederler. Bütün sanat camiası böyledir. Hele ki o şairler yok mu, o şairler! Ortak çıkarlar olmadıkça birbirlerinin yanında asla durmazlar. Bir müddet yan yana duranlar dahi çıkar ortaklıkları bittiği anda birbirlerinden tiksinen, birbirleri aleyhine kötü-kara propaganda yarışına girişirler.
Edebiyat dünyasında yazarlar bazen edebiyat sektöründeki ticari baskılara, yayıncıların çıkarcı tutumlarına veya edebi değerlerin ticari kaygılarla şekillendirilmesine karşı bir nefret duyabilirler. Özellikle edebiyatın "sanat" yönünü savunan yazarlar, sektördeki popüler kültürün ve ticaretin, sanatın özünü zedelediğini düşünebilirler. Bu, bazen eserlerde açık bir şekilde, bazen de dolaylı yollarla dile getirilir. Edebiyat dünyasında rekabet ve ideolojik farklılıklar, zaman zaman yazarlar arasında edebi akımlar bağlamında çatışmalar, fikirsel ya da estetiksel düzeydeki anlaşmazlıklar da nefretin kayganıdır. Bu durum, edebiyatın tarihsel süreçlerinde bazen güçlü polemiklere yol açmış ve bu da eserlerde nefretin bir tema olarak işlenmesine yol açmıştır. Edebiyat, toplumda var olan nefretin ve ötekileştirmenin de bir yansıması olabiliyor bu yüzden. Yazarlar, eserlerinde bu nefret duygusunu eleştirel bir şekilde işleyerek ırkçılık, cinsiyetçilik veya sınıf ayrımlarına karşı yazılan eserlerde, nefret bazen bir toplumsal hastalık olarak ele alınır ve edebiyatçılar bu nefretin kaynağını ve toplumsal etkilerini sorgulayarak toplumsal sorunlara dikkat çekebilirler, ama bunu yaparken de nefret duygusundan ne kadar uzak durabilirler? "Nefret" teması, edebiyat eserlerinde gerçekten de bir sadece tema olarak mı kalır? Hem karakterlerin içsel dünyalarındaki nefret, hem de edebiyatçının sektördeki duruşu veya toplumsal eleştirisi, bu temanın farklı biçimlerde karşımıza çıkmasına neden olurken, işaret ettiği hedefe kimi nasıl koyduğu da bu yüzden önemlidir. Edebiyat eserlerinde nefret, bazen karakterlerin duyduğu bir duygu olarak, bazen de yazarın toplum, kültür, insanlık ya da belirli bir ideolojiye karşı duyduğu bir duygu olarak karşımıza çıkar. Nefret, genellikle olumsuz bir duygu olarak, bir karakterin içsel çatışmalarını, toplumsal eleştirileri veya insanlık durumuna yönelik derin sorgulamaları ifade etmek için de kullanılabilir, fakat bu duygunun bir eserde ortaya çıkması onun sadece “duygusal bir tema” olduğu anlamına gelmez. Kaynağına yöneldiğimizde edebi kitapların, o metinleri kâğıda seren elin sahibiyle karşılaşırız.
Mesela Franz Kafka’nın eserlerinde görülen yabancılaşma ve toplumsal eleştirinin ardında da bir nefret hissi vardır. Çocukluğunda yuttuğu bir tohum gibidir ondaki nefret, bu yüzden Kafka okurlarında bıraktığı iz baba düşmanlığı, aile eleştirisi ve toplumun genel olarak zayıf olanı ezdiğine dair kanaatlerin toplamıdır. Oysa Kafka birçok yazara oranla nefret duygusunda dahi o kadar pasif kalır ki, onu gerçekten idrak edenlerin zihinlerinde nefret ettiği tek kişinin kendisi, kendi benliği olduğunu da görürüz. Nitekim o nefret nefrete karşı duyulan bir nefret olsa da aynı kaynaktan beslenen ve ortaya çıkan bir nefrettir. Bu Dostoyevski’nin metinlerinde de böyledir, ona karşı daha “ahlaklı” tanımlanan Tolstoy’un metinlerinde de. Türk edebiyatında da nefret, yalnızca bireysel bir duygu olarak kalmaz, aynı zamanda toplumsal yapının bir yansıması olarak karşımıza çıkar. Mesnevi’den tutun da ilahi kelamları sadeleştirip Türkçeleştiren metinlerde yer alan yorumlara kadar. Edebiyat, toplumdaki kutuplaşmaların, sınıf farklılıklarının ve ideolojik çatışmaların bir aracı haline gelirken, aynı zamanda bu nefretin toplumsal düzeyde pekişmesine ve daha da derinleşmesine zemin hazırlar. Yazarlar arasındaki rekabet, toplumsal eleştiriler piksel ve inçsel farklara rağmen estetiksel farklılıklar, bireylerin ve grupların birbirlerine karşı duyduğu nefretin pekiştirilmesinde önemli bir rol oynar. Türk edebiyatında bu durum, eserlerdeki karakterlerin ilişkilerinden, toplumsal yapının eleştirisine kadar geniş bir yelpazede yer alır. Edebiyatın bu işlevi, sadece edebi bir anlatım olmanın da ötesine geçer ve toplumun kolektif belleğinde önemli bir yer edinir. Toplumsal gerilimleri, çatışmaları ve kolektif duyguların derinleştirdiği edebiyat edebiyatçıların da bireysel ve toplumsal sorunları eserlerinde işlerken, bazen nefretin toplumda pekiştirilmesiyle bu duygunun edebiyat üzerinden toplumun bir parçası haline gelmesi sürecine tanıklık ederiz. Edebiyat üzerinden şekillen dizileri sinema filmleri ve hatta günlük haberlerde dahi. Bu süreç, hem bireysel rekabetin hem de toplumsal eleştirinin şekillendiği bir zemin oluşturur. Edebiyat, bu yüzden yalnızca estetik bir ürün ve bu ürünlerin teşhir edildiği bir alan olmakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal bir olgudur. Türk edebiyatında da nefret, toplumsal yapıyı ve bireyler arasındaki ilişkileri derinden etkileyen bir tema olarak varlık gösterir. Nefretin pekiştirilmesi, toplumdaki farklı sınıflar, etnik kimlikler, ideolojiler ve toplumsal cinsiyet rollerinin bir yansıması olarak, edebiyatın önemli bir unsurudur.
Türk edebiyatındaki rekabetin doğurduğu nefret, özellikle Cumhuriyet dönemi ile birlikte modernleşme sürecine paralel olarak şekillenen bir olgu olarak karşımıza çıkar. Bu rekabet, bir yandan yazarlar arasında ideolojik ve estetiksel farklılıklar üzerinden gelişirken, diğer yandan toplumsal düzeydeki sınıf farkları ve toplumsal kutuplaşmalarla da edebiyatın bir parçası haline gelir. Toplumsal yapının çeşitli çatlakları, edebiyat aracılığıyla edebiyatçıların ve onların okurlarının da birbirlerine karşı duydukları nefretin pekişmesine yol açar. Bu nefret bazen bireyler arasındaki rekabeti doğurur, bazen de toplumun genelinde var olan ideolojik kutuplaşmayı körükler. Türk edebiyatındaki nefretin pekiştirilmesinin önemli bir yansıması, edebiyatçılar arasındaki rekabette dayanır. 20. yüzyılda özellikle edebiyatçılar arasındaki ideolojik farklılıklar, sosyal sınıflar arasındaki çatışmalar ve bireysel egolar, rekabeti tetiklemiştir. Bu rekabet bazen açığa çıkarak doğrudan nefret söylemleriyle şekillenirken, bazen de dolaylı yollardan toplumsal ve bireysel gerilimlere yol açmıştı. Rekabetin edebiyatçılar arasında yarattığı nefret özellikle Tanzimat ve Servet-i Fünun edebiyatçıları arasındaki mücadeleler örnek verilebilir. Tanzimat dönemi ile birlikte toplumsal değişim ve modernleşme süreci hızlanmış, bu süreç içerisinde yazarlar arasında estetik ve ideolojik farklılıklar daha da belirginleşmişti. Servet-i Fünun topluluğunun üyeleri, edebiyatı toplumsal sorunlara duyarlı bir şekilde ele alırken, divan edebiyatının geleneğini savunanlar arasında sert çatışmalar ortaya çıkmıştı. Bu çatışmaların bir yansıması olarak, farklı edebi akımlar birbirine karşı nefret dolu ifadelerle karşılık vermişti. Bu durumu Recaizade Mahmut Ekrem ve Muallim Naci arasında yaşanan tartışmalarda da görmek mümkündür. Cumhuriyet dönemi sonrası, özellikle ideolojik kutuplaşmaların daha da derinleştiği bir dönemde, Yahya Kemal Beyatlı ile Nedim gibi edebiyatçılar arasında estetik farklılıklar üzerinden rekabetler başlamış, bu rekabet, yalnızca bireysel bir düzeyde kalmayıp, toplumun tüm kesimlerine yayılan bir nefret söyleminin doğmasına neden olmuştur. Bugünse sanatsız bir sanat, edebiyat ve faydasız fikrilerin yarışından öte okur kapmaca, reklam bütçelerinden daha geniş paya sahip olmanın yarattığı bir nefret duygusunu görürüz yazarlarda. Tası daha büyük olanın tası dolsa da daha fazlası için daha saldırgan, daha yıkıcı eleştirilerle yol alma çabalarını.
Türk toplumundaki sınıfsal ve etnik gerilimler de edebiyatın nefret temasını şekillendiren önemli unsurlar arasında. Toplumun farklı kesimleri, edebiyat aracılığıyla birbirlerine karşı duydukları nefretin ifade bulduğu edebiyatı ayrıca bir alan haline getirir böylece. Özellikle toplumda var olan statü farklılıkları ve etnik kimlikler arasındaki gerilim, edebiyatın toplumsal bir araca dönüşmesini sağlar. Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi yazarlar, köy ve kent arasında var olan sınıf farklılıklarını ve bu farklılıkların toplumda yarattığı gerilimleri eserlerinde derinlemesine işlemişlerdir. Orhan Kemal’in "Grev", “Murtaza” ve diğer kitaplarında da toplumsal sınıf farklılıkları ve bu farklılıkların insanları birbirine yabancılaştırması, aralarındaki nefretin bir yansıması olarak ele alır. Nefret, bu kitaplarda yalnızca bireyler arasındaki değil, aynı zamanda toplumsal yapılar arasındaki derin uçurumların da bir sonucudur. Edebiyat, bu tür eserlerle toplumda var olan sınıf çatışmalarının ve etniksel gerilimlerin arttığı bir dönemi yansıtır. Özellikle Yaşar Kemal ve Haldun Dormen gibi yazarların köy ve kent arasında oluşturdukları dikey yapı, sınıfsal farklılıkların edebiyatla nasıl iç içe geçtiğini gösteren önemli örneklerden biridir. Yaşar Kemal'in "İnce Memed" adlı eserinde, köylüler ve ağalar arasındaki nefret ve mücadele toplumsal hiyerarşiyi yansıtan bir sembol haline gelmişti. Halkın ezilmişliğinin ve bireysel hakların ihlalinin bir sonucu olarak, nefretin toplumsal bir tepki olarak nasıl pekiştiğini de gösterir. Bireyle toplum arasındaki bütün çatışmaların ortaya çıkardığı nefretin birini, birilerini nefretin objesi, hedefi haline getirdiği koşulların dışında bir süreci yaşıyoruz şimdilerdeyse, nefret artık bir duygudan çok elle tutulur bir silah. Sanatın, edebiyatın merkezinde yer bulanların merkeze yaklaşmaya çalışanları saf dışı bırakmak için sarıldıkları bir silah. Bütün eşitsizliklerin dengesini dengede tutan nefretle aşılanan yeni nesil ve yazarların durdukları yeri korumak için tatlı dilli narsist bir yaratımın da yakıtı. Toplumsal barış? Nefretle inşa edilen ve sanat ve edebiyat dışında artık hayatın büyük bir bölümü kitle edinmek isteyenlerin birbirlerini ifşalaması dışında hiçbir yerde kendine yer bulamadı. Birbirlerinden nefret eden üretici bu sınıfın ortaya koyduğu her şey için “Sanat da artık budur” diyeceğiz galiba.
Ayfer Feriha Nujen kimdir?
Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.
Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.
|