03 Ocak 2021

Gülce Başer: İnsan ne olursa olsun sözcüklerle düşünüyor

Dünyayla iletişim kurma biçimim yazı olduğu için, çok çeşitli tarzları korkmadan deniyorum

Yazmayı şiirle başlatıp şiirle sürdüren bir şair Gülce Başer. En çok şiirden ve her türden, kadın olmaktan ve insan kalmaya çalışmaktan, insanlarla aramızdaki mesafeden, kitaplarından ve bir sektör olarak edebiyatı konuştuk.

- Uzun bir aradan sonra bir polisiye roman ve hemen arkasından da bir şiir kitabıyla yeni bir çıkış yaptınız. Öncelikle neden uzun bir ara verdiniz yazmaya/kitap yayınlamaya? Bu uzun ara yoğunluktan mıydı, yoksa kırgınlıktan mı?

Aslında şiir kitaplarım hep dört yılda bir çıkıyor… Öyle planlamıyorum. Öyle denk geldi, gidiyor. Bir kere gerçek şu: Çok kısa sürelerde çok şiir yazabilen biri değilim. 12 yılda 4 incecik şiir kitabı çıkarmış olmam da bunu söylememi bile gereksizleştiriyor. Az yazmıyorum, çok atıyorum. Evde tomarla yarım defter var, belli dönemlerde bir defteri kullanmaya başlıyorum. Sonra bazen daha rahat kullandığım bir deftere geçiyorum. Kâğıt kıymetli, o defterleri de atmıyorum. Zamanı gelince yeniden kullanıyorum. İşte o defterler var ya… Dizelerle dolu. Bir şiirin çalışılma süreçleri… On on beş kez temize çekerim şiiri… Sile boza, çize yaza, kendimce dengeli bulduğum hale getirmeye çalışırım. Bazılarında ısrarcı olmam, öyle beş on dize, bazen bir iki dize, halinde… Öyle kullanılmamış onlarca dize o defterlerin arasında kalır. Sonra bir tane açılan dize bulur, onu şiire dönüştürmeye uğraşırım. İşte yapabildiğim bu…

İlk romanım 2015'te, ikincisi de 2020'de çıktı.

Ama o arada iki kitabım daha çıktı, tezlerimin İngilizce kitap halleri… Libra'dan çıktı, doğrudan yurtdışına gitti… Kitaplar Türkiye'de de satışta ama onların hiç olmazsa doktora tezimin Türkçe olarak yayımlanması anlamlı olacak. Yüksek lisans ve doktora tezlerimi İngilizce yazdığım için Türkçesi için ekstradan uğraşmam gerekiyordu. İşte bu arada o metinle de epey uğraştım. Bir kısım kaldı, çıkış alıp okuma aşamasına geldim, sayılır. Hatta belki bu hafta o minicik kısmı hallederim. Sonuçta tez konum da şiir ve sosyal bilimlerdi, 1980-90'da kadında şiirimizde siyasetin dönüşümünü inceledim.

Hepsini alt alta koyduğumda kendimi sürekli bilgisayar başında yazarken görüyorum ama işler bitmiyor…

- Çok yakın zaman yeni bir şiir kitabınız yayımlandı. Ama bundan evvel ilk şiir kitabınız bir delinin gülcesi'nden belki kendinden bile çoksundur / varlığını bile bilmediğin bir defterde / yeni doğmuş kadar parlak kendine / onu baştan yazmaktır, sevmek bir şairi / bu yüzden hâlâ pek bilmem yüzünü şiirinden yola çıkarak şiiri ve şairi neden önemsemek gerektiğini sormak istiyorum?

O şiiri Attilâ İlhan'a ithafen yazmıştım. Çocukluğumun ve ilk gençliğimin önemli bir figürüdür Attilâ İlhan… Ama onunla tanışmak konusunda şaşırtıcı ölçüde hevessiz oldum, vefatından birkaç ay önce tanıştım. Onunla Yasakmeyve'de "Şair ve Okuru" söyleşisini yapmaya niyetliydim, ömrü vefa etmedi. Şair önemliydi tabii, şiirini sevdiğim kişi. Ama buna karşılık şairlerle tanışmak konusunda kendimce nedenlerimden ötürü hep biraz çekimser, hep biraz yavaş oldum.

Şiiri önemsemek ilke olarak, onu sevmiyorsanız, gerekmiyor. Bir sanat dalı olarak saygıyı elbette hak ediyor ama sanat dalları içinde itibarı en zayıf olanlardan biri de şiir ülkemizde kabul etmeli ki… Bu kadar büyük bir şiirin ülkesinde itibar görmeyişi de ilginç aslında…

Şiiri tutkuyla seviyorum, bu işin kişisel yanı. Sevmesem yazmazdım.

Ama şiiri önemsiyorum da, çünkü dillerin şiirden geliştiğini düşünüyorum ya da şiir tekniğiyle… Şiir, dil üreten bir sanat dalı, linguistik anlamda… Sözcüklerin anlam evrenini, dilin kurgu tekniklerini geliştiriyor, sanatı bu. Bu buluşların tutanları bir süre sonra dile dâhil oluyor.

İnsan ne olursa olsun sözcüklerle düşünüyor. İyi şiir okurunun zihnini bu zeminden değerlendirebiliriz. Ya da yüksek kapasiteli zihinlerin şiir okumayarak neler kaçırdıklarını…

- Yeni şiir kitabına da geleceğiz, ama önce roman. Bir polisiye roman da aldın kaleme. Ödüllü bir seri olan Bir Ceset Bir Söz'ün devamı olan Yanığı Bulmak… Şairlerin bilinç dışı yaklaşımı polisiye yazmaya pek elverişli bence de. Fakat şunu sormak istiyorum, bir şair olarak roman yazmak hele ki polisiye roman yazmak nasıl bir süreç yaşattı sana?

İki doğru var. Birbiriyle ilgisiz. İkisi de doğru. Birincisi, polisiye romanı ilk olarak doktora tezimi yazarken köşeye sıkıştığımı düşündüğüm bir anda yazdım. Bir Ceset Bir Söz sayesinde bilgisayarın başına oturdum. Bir sayfa tez bir sayfa roman, derken, ikisini de şükür ki, bitirdim. Bu madalyonun bir yüzü. Ve gerçek.

Yıllar önce bir roman yazmaya niyetlenmiştim. Kuramsal donanımım buna yeterli değildi. Yüksek lisansa dönmek o ara lüks gibiydi… Yüksek lisansa dönüşümü bir gün o romanı bitirmek gibi bir gayeye de bağlayınca kendimde meşru zemini yaratabildim. Bu da gerçek. O roman da polisiye unsurlar barındıran bir romandır.

Bütün bunların dışında polisiye yazarken eğlendiğim ve yaratıcılığımın kışkırtıldığı da bir üçüncü dip not gerçek olsun. Şu ilginizi çeker mi, bilmiyorum: Bütün yazma serüvenim, yazmayı tutkuyla sevdiğim ve sevdiğim şeyleri yazmayı sevdiğim üzerine kuruludur. Bu cümleyi yıllar önce kurmuştum. Yazı olağan bir parçam haline geldi… Bir boşluk doldurmak ya da bir mesaj vermek için yazmıyorum. Yazarak kurduğum dünyayı seviyorum, hepsi bu… Dünyayla iletişim kurma biçimim yazı olduğu için, çok çeşitli tarzları korkmadan deniyorum. 

- Bu yıl pek çok şiir kitabı basıldı. Yoğunluğu kadın şairler oluşturdu. Pek çok yeni yayınevi de yayın hayatını başlattı. Bu yayınevlerinden biri de İzmir'de kurulan Pikaresk oldu. Yeni bir yayınevi için ilk baskılar arasında şiire yer vermek büyük iş, büyük cesaret. Gözde Bir Kordon adını taşıyan yeni şiir kitabın da bu yayın adı ile matbu eserler arasında yerini aldı. Kitabın ve yayınevinin bir araya gelme hikâyesinden biraz söz eder misin?

Çok güzeldi. Dosyamı tamamladım. Altay Ömer Erdoğan şiir serisinin yayın yönetmeni olmuş. Bir şeyler duyuyorum yayıneviyle ilgili, yeni kuruluyor, Ömür Özçetin kuracak, filan… Bir yandan da sağlık meseleleri başlamış, bu yaz biraz sağlığımla uğraştım. Altay'ı bir şey için aramıştım herhalde… Dosyam bitti dedim. Ama gerçekten Pikaresk'te idari bir görev aldığını bilmiyorum o ara… Yine İstanbul'da bir yayınevinde yayımlanır herhalde, diye düşünüyorum. İsmi de sonunda bulmuştum, galiba… Altay dosyayı bir görmek istedi. Sonra basmak istediklerini söyledi… Çok heyecanlandım. Pikaresk yeni bir yayınevi. Ömür de bir Yasakmeyve şairiydi… Düşünmeden "Tamam," dedim. Sonra neler çıkaracaklarından haberdar oldum. Bir iki hafta sonra Altay yeniden aradı. Derya Çolpan'la birlikte şiir serisinin çıkışı olacağımızı söyledi. Daha da sevindim. Yaş günümün ertesi gün, ameliyatlıydım, sözleşmeyi getirdi.

Yayınevlerimde mutlu ve samimi bir ortamda olmayı önemsiyorum. Yasakmeyve evimdi, zaten. Şimdi Pikaresk evim… Önemli bir boşluğu dolduracak, biliyorum. Yazar yüzlü bir yayınevi olması çok önemli.

- Gözde Bir Kordon şu ithafla başlıyor: Sokağın Gözlerinin İçine Baka Baka Öldürülen Kadınların Anılarına. Bugün artık bir "mesele" olarak her zamankinden çok daha ciddi bir mesele kadın olmak, kadın yazar olmak. Ben kendi adıma kadın yazarları her zaman her konuda destekledim, ne bir kadın ne de erkek, salt insan olarak. Ama şunu söylemeden olmaz, pek çok kadın yazanın bile kadın yazanları/şairleri okumadığını, görmezden geldiğini gördüm, yaşadım. Tuhaf bir burjuvalılık söz konusu sanırım… Peki, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Kadın okurun bu kadar çok olup da kadın yazanların okunmamasının sizce sebepleri ne olabilir? 

Burjuvalılık değil. Bu soruyu yanıtladığım gün, bir kadın akademisyen evinde katledildi. Kafamda kadın gettolarına mı gidiyoruz, gibi düşünceler dönüp duruyor. Toplumsal çalkantı dönemlerinde, fiziksel kuvveti ve statüsü düşük kesimler, mesela kadınlar, mesela çocuklar, mesela sokak hayvanları canlarına mukayyet olmak zorunda kalırlar.

Kadın olarak okurda yer etmek daha mı zor? Bilmiyorum. Çok fazla parametre var aslında… Şiirde olmak biraz daha zor, çünkü kadın okur tek tip değil, başlıca iki farklı okur türü oluşturuyor. Biri, kendine yazıldığını düşleyerek kadına yazılmış şiiri arayanlar… Bu kesim, kendisini "kadın şairler yetkin değil," varsayımıyla meşrulaştırarak, kadın şaire bir şans bile vermeksizin erkek şairlere yöneliyor. Diyeceksiniz ki, kendi dilini, kendini temsil eden şiiri arayan kadın okur da erkek şiiri okumuyor? Yo, okuyor. O denli bilinçli okur, zaten iyi şiiri okuyor.

Daha başka bir perspektife dikkatinizi çekeyim: Çoksatar romanlarda ciddi bir kadın yazar patlaması var. Dizisi çekilen kitapların yazarları birden enteresan bir şöhrete kavuşup, okur ediniyorlar.

Her bir kadın şairin tek tek ne okuduğunu bilmiyorum. Yazan biri olmak, bütün diğer yazanlarla edebiyat tartışmak anlamına gelmiyor. Benim yakın diyalogda olduğum kesim, sevdiği şiirleri, metinleri, kadın / erkek ayrımına gitmeden okuyor.

2018'den bu yana İzmir'de yaşıyorum, sözgelimi oraya birçok İstanbul yayını hepten gelmiyor, bunu biliyorum. Bu başka bir hiyerarşi türü değil.

Kimseyi tercihleri nedeniyle yargılayamam. Okumak benim hem işim hem en büyük eğlencem. O yüzden insanların okuma tercihleri konusunda dürüst olduklarına inanmayı tercih ediyorum.

- Gözde Bir Kordon'da Hastalık adlı şiiriniz Dağlarca'ya ait bir dizeyle başlayıp ona bir nazire ile açılıyor. Epigraflar içeren metinler sıradan metinler ya da şiirler değildir benim için. Bu şiirin ayrıca bir öyküsü olmalı? 

Doğru bu şiir olmaktan korktuğum karanlık kişiliği tarif ediyor. Kudret için ruhunu şeytana satmanın şiiri… Vicdanın uykuları bölmesinin şiiri… Kalabalığa saklanıp Allahın gözüne çarpmamaya çalışmanın şiiri… Herkes kendiyle baş başa kaldığında doğruyu yanlışı gayet iyi bilir, ne de olsa… Dağlarca'nın ‘Ağır Hasta'sı masum bir erkek çocuğunun hastalığının şiiridir… Ben o korkuyu aldım, tersine çevirdim. Kudret hastalığının şiirini yapmayı denedim.

- Siz sadece bir yazar-şair değilsiniz. Elbette birebir bir yakınlığımız olmadı, ama ben iyi bir okurum ilk kitaptan bu yana da sıkı takip ettiğim bir şairsiniz. Yazmanın ve yayıncılığın mutfağından da geçmiş birisiniz. Artık bu çağda bütün günler gibi bütün insanların da aynı marka olduğunu söylememe izin verirseniz eğer, farklı bir şairi ya da yazarı çok kişi değil de az ama iyi bir okurla buluşturmanın dışına çıkan yayın anlayışlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? İyi metinler yazarken bir yandan da kişiliği ile topluma zarar verenleri göz göre iktidar sahibi yapan yayıncılar hakkında bir fikriniz var mı? 

Biz sizinle tanıştık aslında… Bir gün Yasakmeyve standına gelmiştiniz. Kısaca sohbet etmiştik. Çok yorgundum. Gün sonuydu. İstanbul Kitap Fuarı'ydı. Stantta tektim.

Ben bir butik yayınevinde görev yaptım. İnanmanın, denemenin, bir şiir yayınevi kurma hevesinin yayıneviydi.

Büyük yayınevlerinde zaman içinde gelişen enteresan bir şeyler oldu. Bakın ben üniversite öğrenimimi işletme branşında yaptım. Ve aslında o alanda düşündüğünüzden çok çalıştım. Her müessese bir işletmedir çünkü aynı zamanda… O yüzden bu soruya o alandaki yapılandırılmış bilgi ve deneyimimden yanıt vereyim: 1990'larda Türkiye'de ilk defa profesyonellikten ve kurumsal kültürden söz edilmeye başlandı. Hizmet standardizasyonu da o zaman ilk gündeme geldi, kalite standardını garantilemek içindi. Her şey gibi korkunç yanlış anlaşıldı. Sadece ülkemizde değil, dünyada da böyle oldu. İnsanlar çağrı merkezlerinde insan sesine ulaşamamaktan, ulaşsalar da sorunlarını çözememekten yakınıyorlar. O hizmet standardı asgari olacaktı, azami oldu.

Büyük yayınevleri de o rüzgâra kapıldılar… Ne var ki, tabii, işletmecinin bir miktar entelektüel olması dahi onu profesyonel kılmıyor. İşyeri sahibinin zihni kurum ortalamasını tayin ediyor. Ben önüme maaşım olan paranın fırlatıldığı (bana özel değil, herkese öyle yapıyorlardı. İlk maaşımı alıp masama döndüğümde hınçtan gözlerim dolmuştu.) bir büyük yayınevinde de çalıştım.

İşte o yayınevinin genel yayın yönetmeni de üslup sıkıntısı çekebiliyor. Kurum kültürü öyle bir şey değil, tam da böyle bir şey…

Bu durum bazı centilmenlik anlaşmalarını da bozdu. Mesela benim ilk öğrendiğim ilkelerden biriydi: Aynı anda iki yayınevine dosyanı asla gönderme… Tamam da, burada yayınevinin birkaç hafta içinde yayın kararını bildirmesi gibi bir karşılık olmalı… Genç kuşak ne yaptı buna karşılık? Prensibi bozdu. Tatsız ve yazarların ve yayınevlerinin kültürel konumuna yakışmayan şeyler oluyor.

Büyük yayınevlerinde yazar keşfetme hevesi kalmadı. Hazır ve medyatik isimlere gidiyorlar. Yazarının arkasında durmuyor. Biri gelecek, oyunun kâğıtlarını baştan dağıtacak. Yani inanıyorum, bir yayıncı çıkacak, şakır şakır yazar keşfetmeye, hem de iyi yazar keşfetmeye başlayacak. Dosyalar onda yığılacak.

Yayıncı neoliberal olamaz. Yazar da yazardır, tüccar değil…

Bunları diplomasi adına söylemiyorum. Arada duygularım kabarıp sinirlensem de yaşama ortalamam bu.

- Toplum nereye nasıl sürüklenirse sürüklensin şiir basmaktan kaçınan yayıncılar da şiir basmaya başladılar. Bu bence hâlâ şiiri bir tür olarak beslemek-geliştirmek anlamına gelmiyor. Şiir konusu dışında pek çok türde daha iyi elemeler yapan editörlerin şiir konusunda bu ciddi elemeyi yapamadıklarını düşünüyorum. Editör olarak baktığınız zaman sizce şiir matbu eserler arasında nasıl bir yere doğru sürükleniyor? Şiir basan yayıncıların sayısı artsa bile hızla eksilen o şey sizce ne? 

Popüler roman kadar popüler şiir de var, bunu kabul etmeliyiz. Üstelik yeni bir popülerlik türü gelişiyor, sosyal medyanın sağladığı olanaklarla kuşakların kendi ajandasını belirlediği bir kültür gündeminden söz ediyorum. Kuşakların, kesimlerin… Ne değişti? Eskiden gençliğin gündemini medya tayin ediyordu, onun da patronları orta yaşlıydı. Bugünse aşağıdan hareketlerin yukarıdaki gündemi belirleme ihtimali doğdu. Kesin olarak bundan böyle bu olacaktır, demiyorum. Sonuçta büyük medya büyük reklam, demektir, onlar da yıldız çıkarmayı sürdüreceklerdir. Ancak artık küçük networklerin kendi içlerine dönük manevraları da kolaylaştı. Bunun şiirle ilgisine gelirsek, evet, yayınevleri popülerliği yakalamış şairleri de basmaya eğilimliler, öyle de olacaklar. Yayıncılık yaptınız bilirsiniz, kurumun kendini döndürmesi gerekiyor.

Bazı yayınevleri geçen yıllarda bir iki şiir basacak oldu, yine yayın programından şiiri ya tamamen çıkardı, ya da azalttı. Bir şiir basma rüzgârı çıktı ama pandemiyle hafifledi bence. Gezi eylemlerinde insanlar dizeleri hatırladılar, diye şiir satacak sanan yayınevleri, yanıldıklarını anladılar. Bu da bir başka boyut…

Şiir satmaz mı? Satabilir. Ancak bunun için yayıncıların strateji geliştirmesi, gerçekten de kitaplarının arkalarında durmaları gerekiyor. Ancak yayıncılar isteksiz. Çok boyutlu bir soru sordunuz, iki üç kelimeyle toparlamam olanaksız bunu…

Son olarak Türk şiiri büyük bir şiirdir, en vasat şairin bile birkaç iyi dizesi vardır. Ayrıca, Türk ve Batı edebiyatı fakültelerinin birbirine bigâneliği, gerçekte ne tam Doğulu ne de Batılı olan bu sınır bölgesi şiirini değerlendirmek için sağlıklı estetik kriterler çıkarılmasının önünde büyük engel teşkil etmektedir. Edebiyatımızda bir "iyi şiir" belirsizliği maalesef aşılamadı. Bu yüzden dergiler düzenli aralıklarla şiirde estetik dosyaları yapıyorlar. Böylesi köklü bir şiirde, dümdüz şiirde estetik dosyaları, ne kadar tuhaf değil mi? Estetik ölçüt, estetik yaklaşım tartışmaları… Şiirler yazılıyor ama kriterlerde bir uyuşmazlık var. Bu durum da, yayıncı açısından "satar kitap" kriterini güçlendiriyor. Bir de işin bu boyutu var.

-Hepimiz genç olduk. Hâlâ çok genciz o ayrı. Bugün genç yazanlar arasında geçmiştekinden çok daha fazla birbirlerini destekleyenlerin-geliştirenlerin ve hatta birbirlerine yol verenlerin sayısı. Şiir üzerine ya da farklı türde bir metin ekseninde genç yazanlara destek olmak için iktidar olmaya gerek yok. O konuda kimi bilgilere sahip olmak kâfi bence. Bugün bu konuda düşününce ya da gözlemler yapınca siz genç yazanlara destek oluyor musunuz? Birbirlerini destekleyenleri ya da genç yazanları destekleyenleri nasıl gözlemliyorsunuz? 

Bana şiiriyle ilgili soru soranlara, önce düşüncemi ve bunu hangi açılardan savunduğumu anlatıyorum. Sonunda da, "şimdi bütün bu dediklerimi unut ve kendi şiirini ara," diyorum. Çünkü sanat yalnız gidilen bir yoldur. Dediklerimi söylemeyi de bir bakış açısı ve yapacakları okumalar için yol haritası geliştirebilmeleri için söylüyorum zaten… Yoksa özgün şiirin nereden ve hangi yoldan çıkacağı belli olmaz ne de olsa…

Destek meselesine gelince… Bu hep oldu.

Bakın, yazmaya başlarken kendime şunu söyledim: Hedef ne? Yüz yıl sonra okunmak, mesela, değil mi? Yüz yıl sonrasını görecek miyim? Hayır. Öyleyse otur, yazmak istediklerini yaz ve kimseye kulak asma… Zaten sevmem, kimseyle de rekabet etme… Rekabeti hiç sevmem, bu arada… Güvensizlikten, diyebilirsiniz, itiraz edemem. Sevmediğimi biliyorum. Öyle özgüveni çok yüksek biri de değilim. Yalnız rekabetçilerin de özgüvenlerinin çok yüksek olmadığına çok tanık oldum. O yüzden öyle dedim.

Gelelim soruya… Böylesi bir karar aldıktan sonra kim ne amaçla ne network kurmuş, mesele etmem. Sevdiğim şiirlerden yüksek sesle söz ederim. Ve bir konuma da oynamıyorum. Ödüllere katılıyorum, çünkü kadınlara vermiyorlar. Belki bundan sonra onlara da göndermem, bilemiyorum. İyi ve bana benzeyen bir şiir yazmaktan başka hedefim yok. 

- Gülce Başer şiirlerinden de anlaşılacağı gibi toplumun geçirdiği değişimlere ve uğradığı hiçbir kötü evrime duyarsız bir şair değil, benim gözlemlediğim kadarıyla. Siz kendinize dışarıdan baktığınız zaman tepki gösterdiğiniz meselelerde "şurada az bile etmişim" yahut "biraz fazla üsteledim belki de" diyor musunuz? Okumayan bir toplumuz biz, Orta Doğulu olduğumuz gerçeği bu bir açıdan da. Orta Doğu'nun kültür ve metinler açısında bir kaynak olmasına rağmen yanlış evrilmesi elbette kadın olma konusunu da bir mesele haline getiriyor. Buradan bakınca ne düşünüyorsunuz?

Kadın konusu elbette sorun, oradan başlayayım. Bence erkek konusu da sorun ama kadın sorunu çözülürse erkek sorunu da büyük ölçüde çözülür. Hep aynı şeyi söyledim, şiddete odaklanmayın, biz merhamet edilip salınıverecek zavallılar değiliz. Şiddete odaklanmak bizi böyle kılıyor. Statümüzü yükseltin. Erkekle kadının sosyal ve ekonomik statülerini eşitleyin ve geriye çekilin, su akar, yolunu bulur. Ama tabii en zoru ve en ayak sürüneni bu… Çünkü iktidar mekanizmalarını etkiliyor.

Ekonomik statü farkı ortada: Aynı işi yaptıklarında erkek daha fazla ücret alıyor. Buradan başlatın ve bütün eşitsizlikleri saptayın.

Sosyal statü de çok vahim: Erkek öldürmenin cezai yaptırımı daha ağır, mesela. Erkek olmak daha saygın. Bir düşünün: Kadın şairlerin öğrenim ortalaması daha yüksek. Benim hesabımla, kadının doktorası erkeğin lisansına denk, insanların değer skalalarında… Aynı öğrenim düzeyinde kadın uzman konuşurken, muhatapları düzeltilecek eksik ararlar, erkek konuşurken önce dinlerler, spekülatif noktalarda erkek uzmanın söylediğini referans alırlar… Yemek, mesela, kafalarda kadın işidir, ama erkek aşçı daha fazla güven uyandırır. Gelen kuşağın kadınları artık öfkeliler… Ama adını koyamıyorlar, çünkü statüyü eşitlemek hiçbir zaman bir siyaset alternatifi olarak dile getirilmiyor. Oysa aklı başında erkekler bile bunu savunuyorlar.

Toplumsal meselelerde, evet, cinsiyet birinci önceliğim. Ama önceliklerim bununla da sınırlı değil. Adalet, kudret ve kudret gösterileri, iktidar ve hegemonya ve bunların vicdani yansımaları her zaman ilgi alanımda oldu. Aşkı da benliğin bu zaaflarının billurlaştığı alan olarak konu edindim, bu kitaba kadar… Bu kitapta aşkın yakasını bıraktım.

Toplumsal meseleleri biraz bireyin çaresizliği üzerinden yansıtmayı sevdiğimi söylerseniz itiraz edemem… Birey önemli yazdığım şiirde… 

 

-Son olarak birkaç soruyu bir arada soracağım. Yazma sahanız elbette okurlar ve yazamaya yeni başlayanlar için önemli. Yazarken ne dinlersiniz, durup siz kendiniz kimleri mırıldanırsınız? Yazarken masanızda ya da aklınızda sıkı sıkı tuttuğunuz, bağlandığınız ne vardır?

Rehber olacak biri değilim. Ama çalışmam sıkıntılıdır. Binlerce dize kaybettim, bunların içinde pişman olduklarım var. Doğal seçilim vuku bulsun diye hemen kaydetmem. O zaman da ya komple unuturum, ya da daha vasat bir hali aklımda kalır. Bazen bir dize bulduğumda zıp zıp zıplarım. Dizeyi ve çok anlamlılığı severim. İşte, kadın olduğum için belki ;), bazıları düzden okurlar ama kendimce o ikinci anlamı da hedeflemiş olurum. Şiirde bir denge ararım, epey uğraşırım. Kalemler, defterler gider. Kâğıt çöpü ararım. Bir süre deftere yazarım. Bir olgunluğa gelince bilgisayara çeker, bir süre de orada çalışırım. Sonra bir unuturum. Dergiye göndermeden bir daha bakarım. Bakalım bundan sonra ne yapacağım…

-Bana çok uzun gelen bu aradan sonra hem kitabı hem kendimizden bir şey konuşmaya dair vakit ayırdığınız için teşekkür ederim. Bir gün yine yolda bile olsa karşılaşmayı dilerim.

Ben de özenli sorularınıza teşekkür ederim. Karşılaşacağız bence… Hatta, görüşmek üzere diyelim...

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim