04 Nisan 2021

Gökhan Arslan: Etimden et koparıldığını hissettim ve oturup o kopan parçaları kayda geçirdim

Tebeşir Bahçesi, her şeyden önce kendime dair bir hatırlatma kitabı. Ben bu yaşananların hiçbirinin unutulmasını istemiyorum. Buna isterseniz Z raporu deyin, isterseniz tahlil sonucu deyin, isterseniz kayıt defteri deyin

Şair Gökhan Arslan ile gerilen iplerin ucunda sallanıp duran bir dünyadan söz ettik. İntiharın artık bir eylem değil silah olduğundan ve şiirin bir tür olarak insanın trajedisine tercüman oluşundan, şairin son şiir kitabı Tebeşir Bahçesi ve İthaki/Poetik serisini konuştuk.

- Yeni şiir kitabınız Tebeşir Bahçesi İthaki/Poetik etiketiyle yayımlanan şiir serisi içinde yer alan kitaplardan biri. Öncelikle şiirin bir seri halinde yayımlanması beni çok mutlu etti. Pek çok genç şairin şiirleri de böylece matbu eserler arasındaki kalıcı yerini aldı. Şiiri seven biri olarak bu seriye en çok ben sevindim. Bu seride yer alan şairlerden biri olarak dâhil olduğunuz bu seriden biraz söz eder misiniz? Şiir yayıncılığı için büyük ve sessiz bir eylem başladı diyebilir miyiz? Şiir bu yeni başkaldırı ortamında yazıyı başlatan bir tür olarak aslında neden önemli bir tür olduğunu ortaya koydu mu?

İthaki Yayınları'nın Devrim Horlu editörlüğünde başlattığı Poetik serisinin kıymeti sanırım her geçen gün daha da iyi anlaşılacak. Bugün edebiyat ve yayıncılık piyasasında şiir kitaplarına karşı takınılan tutum herkesin mâlumu. Büyük yayınevleri ne yazık ki şiir kitapları basmaktan imtina ediyorlar. Bassalar da kendi bünyelerinde eskiden beri bulunan ya da ismiyle satış yapacağını düşündükleri bildik isimlerin şiir kitaplarını basıyorlar. Üç beş yıl öncesine kadar hatırı sayılır derecede şiir kitabı çıkaran hatta esas çıkışı şiir üzerinden olan yayınevleri bile artık şiir basmaz oldular. Oysa şiir en başından beri yayınevleri için bir prestij meselesiydi. Anlaşılan bu köklü yayınevleri artık prestije de gerek duymuyor. Butik yayınevleri ise zar zor ayakta kalabildiği için haklı olarak bu riske girmek istemiyorlar. Bu durum da doğal olarak farklı bir mecra yaratıyor. Son zamanlarda sıklıkla karşımıza çıkan ve doğrudan yayıncılık adı verilen bir kavram var. Kitaplar sadece sipariş alındıkça ve dijital olarak basılıyor. Kendi adıma etik açıdan çok sorunlu bulduğum bu yöntem, yavaş yavaş şiiri tekeline almaya başladı bile. Kitabınızın kaç adet basıldığını bilmiyorsunuz. Sipariş durumuna göre baskıya gittiği için ikinci, üçüncü vs baskı durumu yok. Ve hepsinden de önemlisi kendi eserinizi kitapçılarda göremiyorsunuz. Başkalarının kitaplarını da ancak online olarak temin edebiliyorsunuz. Tüm bunlar göze alındığında, İthaki Yayınları'nın böyle bir işe soyunması çok cesurca. Bu çıkışın Türkçe şiir için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Dilerim başka yayınevleri de bu çıkıştan cesaret alırlar ve şiire hak ettiği değeri teslim ederler. Ayrıca İthaki Poetik serisinin kitaplarının beklenenden erken bir zamanda tekrar baskıya gitmesi de düzgün kotarılmış işlerin nasıl başarılı olacağını da kanıtlar nitelikte.

- İlk şiir kitabınız yaraya tutulan ayna, ikinci şiir kitabınız babam beni niye öldürdü?, üçüncü kitabınız Güzel Hastalık ve dördüncü kitabınız bozuk oda yaşamınızın gizlerini taşıyor mu? Bir şair şiirine kendi tecrübelerini de ister istemez katabilir elbette ama sizin şiirlerinizde toplumun damarlarında dolaşan bir şairin izlenimleri de var. Gökhan Arslan şiirini yaşamından süzüyor diyebilir miyiz? Tebeşir Bahçesi bu açıdan toplumun bir parçası olarak diğerlerinden daha yırtıcı bir kitap mıdır?

İzninle sondan başlayayım. Yırtıcı sözcüğü doğru bir sıfat mı bilmiyorum ama Tebeşir Bahçesi'nin diğer kitaplarımdan farklı olduğunu söylemekte haklısın. Yaşamdan beslenme noktasında bu kitap da diğerleriyle yan yana duruyor aslında. Fakat dil, biçim ve tema açısından ilk dört kitabımdan ayrılıyor. Her ne kadar bugüne kadar her kitabımda farklı bir ton yakalamaya çalışsam da şiirlerimin beslenme kaynakları belirgindir. Doğa en baştan beri şiirlerimin merkezinde yer alır. Biraz ayrıksı duran ve daha çok 12 Eylül üzerinden ilerleyen nehir şiir babam beni niye öldürdü? bile doğayı yanında gezdirir. Ama elbette her şeyin bir ömrü, bir sınırı var. Kendi adıma bir kırılma yaratmam gerekiyordu ve Tebeşir Bahçesi biraz da bu istekten ortaya çıktı. Kitapta neredeyse 15 yıl önce yazılmış şiirler de var, kitabın çıkmasına çok yakın bir zamanda yazılmış şiirler de. Bu açıdan Türkiye'nin 15-20 yıllık siyasi yaşamına paralel gidiyor diyebilirim. Kitapta yer alan şiirler biraz farklı oldukları için daha önceki kitaplarımda yer alamadılar. Ama aynı tondaki şiirler birikti ve sonuçta bir kitap oylumuna geldi. Ben de bu toplamı kendi şiirimdeki kırılma için bir fırsat olarak gördüm. Yaşamımdan süzülüyor mu sorusuna gelince. Neredeyse 20 yıldır siyasetin bireylerin üzerinde bütün gücünü sınadığı bir ülkede yaşamaya çalışıyoruz. Sanırım devlet ve iktidar sözcükleri hiçbir zaman bu kadar somut olmamıştı. İki kavramın da bize kendini sürekli değişik yollarla hatırlattığı bir süreç söz konusu. Devlet ve iktidar bu kadar baskınken, ikisi de kendi isteği doğrultusunda bir düzen kurmaya çalışırken, yaşamlarımızın bundan etkilenmemesi mümkün mü? Bu nedenle Tebeşir Bahçesi, diğer kitaplarımı da aşarak tamı tamına yaşamın ortasından bağırıyor.

Tebeşir Bahçesi sıradan bir algı yaratmıyor okurda. Yeni Toplumsal Gerçekçi şiir için gözünü budaktan esirgememiş ve sosyolojik ve tarihi açıdan da her dizesinde önemli anekdotlar barındırıyor. Son yirmi yılın anlamını bildiğimiz bütün kelimeleri bozduğunu gösteren bir şiir kitabı da aynı zamanda. İlk kez bir şiir kitabı toplumsal bir sözlük olarak çıkıyor karşıma daha öncekilerden daha farklı bir biçimde.  Tebeşir Bahçesi, anlamını toplumsal eylemsizlikten alan her şeyin eleştirisi midir, bu eleştiriler şiirle nasıl buluştu?

Açıkçası Toplumcu Gerçekçi tanımı beni pek de tatmin eden bir tanım değil. Kavram olarak edebiyat tarihimize yerleşmiş bir kavram ama ben daha çok "politik şiir" demeyi tercih ediyorum. Politik şiiri üçe ayırıyorum ben. İlki Nâzım'la başlayan ve 40 kuşağıyla (Rıfat Ilgaz, Hasan İzzettin Dinamo, A. Kadir, Enver Gökçe, Ömer Faruk Toprak, Arif Damar, Niyazi Akıncıoğlu) devam eden süreç. İkincisi İsmet Özel, Ataol Behramoğlu, Özkan Mert, Süreyya Berfe, Refik Durbaş, Sennur Sezer ve Nihat Behram gibi 60 kuşağı şairlerinin yarattığı süreç. Sonuncusu da 2000'lerde başlayan ve deneysel şiirin de imkânlarıyla bana göre en verimli olan süreç. Sanırım politik şiir anlamında çeşitliliğin en fazla olduğu dönem de 2000'ler sonrası. Bu dönemde 80'lardan gelen Küçük İskender ve Akif Kurtuluş, 90'lardan gelen Cihan Oğuz, Metin Kaygalak ve Şeref Bilsel gibi isimler de var. Öte yandan 2000'ler sonrasında politik şiirde en önemli atılımı yapmış olanlar da eserlerini bu dönemde vermiş olan şairler. Bunların başında da Ali Özgür Özkarcı geliyor. Tabi ki bu isimlerin içine Fatma Nur Türk, Olcay Özmen, Anıl Cihan, Çayan Okuduci, Cenk Kolçak, Kerim Akbaş, Zeliha Cenkci gibi isimleri dâhil edebilirim. Bu üç süreç, Türkçe şiirin içindeki politik yansımaları görebilmek adına iyi bir sınıflandırma gibi görünüyor bana. Yazdıklarım nereye kadar politik şiir sayılır bilmiyorum açıkçası. Ama evet, bu şiirlerle kendi toplumsal sözlüğümü oluşturduğumu söyleyebilirim. Kitapta geçen bütün kavramlar, 2000'ler boyunca anlamı deforme edilen, hatta yeni baştan yaratılan ve bize dayatılan kavramlar oldular. Yaşanan her toplumsal olayda haksız olduğumuz ve bunun bedelini ödememiz gerektiği yansıtıldı bize. Ödettiler de. Bu da doğal olarak toplumda bir eylemsizlik ve sessizlik hâlini yarattı. İnsanların her olayda meydanlara inerek tepki vermelerini bekleyemeyiz elbette. Böyle durumlarda da devreye başka şeylerin girmesi gerekiyor işte. Edebiyat gibi performans sanatları gibi ya da müzik gibi.

- Bütün şiirler dikkat çekici ve toplumsal eleştiriyi ve sosyal tabakalaşmayı zirvede ifade eden şiirler. "feliçita memet vs. ertürk yöndem" adlı şiirinizse benim en çok dikkatimi çeken ve duygularımı ayağa kaldıran şiirlerinizin başında geliyor. Değişmeyen bir ülkenin televizyon arşivlerinden bugüne taşıdığı bir siluet. Bir sokak çocuğunun anlamının “mutluluk” olup olmadığını bile bildiğini bilmediğimiz bir şarkıyı acı dolu bir ifadeyle söyleyişi. Bu şiir bu acı ifadenin dile yansıması mıdır?

90'lar bu ülkenin en karanlık ve en utanç dolu dönemi. Ben 90'ları Batı'da, bir Ege köyünde geçirdim. Çocukluğunu 90'larda Doğu'da geçirmiş birinin yanında, benim yaşadıklarım devede kulak kalır. Politik bir aileden geliyorum. Ailemin bana okuttuğu kitaplarla ve anlattığı anılarla büyüdüm. Doğu'dakiler kadar olmasa da 90'larda yaşananları elbette hissettim. 90'lar denince benim aklıma otomatik olarak hep Ertürk Yöndem geliyor. Televizyonda ne zaman onun sunduğu Perde Arkası programı başlasa televizyon hemen kapatılırdı. Şimdi de durum farklı değil. Özellikle Gezi sürecinden bu yana yaşananlar yeniden bir 90'lar algısı yarattı zihinlerde. Eski Türkiye'den dert yananlar, Eski Türkiye'yi mumla aratır oldular.  "feliçita memet vs. ertürk yöndem" şiirinde geçen insanların benim gözümde Ertürk Yöndem'den bir farkı yok. Onlardan birini gördüğümde ben de televizyonu kapatma ya da kafamı çevirme gereği duyuyorum. Ve benim gibi düşünen insanların kendilerini Ertürk Yöndem'in karşısındaki Feliçita Memet gibi hissettiklerini düşünüyorum.

- Siz, ben ve akranlarımız bir dönemi birebir yaşamış o son nesil yani yenidünya dedikleri felaketler çağıyla dünyaya gözlerini açmış nesilden daha eskisiyiz. Tebeşir Bahçesi de bu yeni nesle dünya özeti gibi bir kitap. Elbette cesaret de gerekiyor böyle dizeleri kaleme almak için ama burada cesaretten öte bir şey var. Şiirin sadece lirik bir yazma sanatı olmadığı, aşk acısından öte acılar da barındırdığı gerçeği. Etinizden et koparmışlar gibi yazılmış şiirler bunlar. Bir insanın kaybedince acısını duyabileceği her şey var bu kitapta. Yurdundan insanına, emeğinden yaşamına kadar... Tebeşir Bahçesi bir Z raporu mudur?

Tebeşir Bahçesi, her şeyden önce kendime dair bir hatırlatma kitabı. Ben bu yaşananların hiçbirinin unutulmasını istemiyorum. Buna isterseniz Z raporu deyin, isterseniz tahlil sonucu deyin, isterseniz kayıt defteri deyin. Bu ülkede bunlar yaşandı. Bu ülkede ölüm fıtrattan sayıldı, bu ülkede kadınlar katledildi, hayvanlarla işkence edildi, kodamanların zenginliklerine zenginlik katılsın diye yaşamlar çöpe atıldı, doğa yağmalandı, çocukların ellerinden çocuklukları alındı, sıradan faşizmin günden güne artarak doğrudan faşizme dönüştü. Ben bunlar olmamış gibi davranmayı kendime yediremedim. Sadece kendi adıma da değil. İleride 2000'lerde bu ülkede neler yaşandığını merak edenlere küçük bir işaret olsun istedim. Bütün bunları lirik ya da anti-lirik anlatılmış benim için bir önemi yok. Önemli olan sadece anlatılması. Ne yazarsam yazayım illaki bir lirizm oluyor bende. Lirizmden tamamen uzak yazdıklarım da var elbette. Ama ben kendime öyle bir sınır koymuyorum. Şiir bana nasıl gelirse, beni nasıl çağırırsa öyle yazıyorum. Etimden et koparıldığını hissettim ve oturup o kopan parçaları kayda geçirdim sadece.

- Kitabın içini oyup oyup okurun motivasyonunu bozmamak için şiirlerden alıntılar yapmak istemiyorum. Fakat kitabın son sayfası önemli, o son sayfada ne yazdığını da elbette söylemek istemiyorum. Boşluksuz yan yana, alta alta yüzden fazla insan-muhit siyasal ellerle yıkıldılar ve gömüldüler. Ve biliyoruz ki hâlâ kan fışkırıyor gömüldükleri o yerden. Kitabın o son sayfası sizin için neden önemli?

Kitabın içinde ara ara ipuçları versem de o son sayfa kitabın adının neden Tebeşir Bahçesi olduğunu gösteriyor aslında. O sayfada yazanlar bu ülkenin kurban verdiği isimlerin yalnızca çok az bir kısmı. Orada her türlü şiddetin mağdurları var. Nasıl ki bu ülkede yaşananların unutulmasını istemiyorsam orada ismi geçen insanların da unutulmasını istemiyorum. Onlar, bir sayfaya sığacak şekilde, sembolik olarak, rastgele seçtiğim isimler. Devam etmeye ya da atlamadan yazmaya kalksam dünyanın en kalın kitabı ortaya çıkardı muhtemelen. Tebeşir Bahçesi, tamamıyla o insanlar için yazıldı.

- Kitaptan bir şiir. Bu şiir çok önemli bir şiir, "intihar salgını". Kitaptaki son şiir olması da benim için bir mesaj verme ve alma biçimi elbette. İntihar bir eylem olarak da olgu olarak her zaman alanımda olan, üzerine oldum olası çalıştığım ve sadece bir sözcük olarak da çok ölümcül ve etkili bulduğum bir kelime. Birincisi, niçin bu kitap bu şiirle bitti? İkincisi, intihar da artık bir salgın ve onun fırtınası daha bin yıllarca sürecek, şiirden bir dizeyle: "herkes kendini öldürüyor ama herkes". insanın artık bu küçülen dünyaya sığmadığının, kaçtığının da dile gelişi midir? Böyleyse intiharların artık doğrudan geliştirilen bir soykırım silahı olduğunu söylemek doğru olur mu? Bu şiir bu kitapta niçin bir deniz gibi çalkanıp duruyor?

Kitabı oluştururken kendimce bir çatı kurmaya çalıştım. Amacım kişisel olan politiktir sözünü kitaba uygulamaya çalışmaktı. Kitabın üç bölümüne de dikkatle bakıldığında bunu görmek sanırım mümkün. Kitabın ilk bölümünde kendi politik tercihlerimin nasıl oluştuğuna dair bir şeyler yapmaya çalıştım. Yani inançlarımın arkasında neler olduğu, beni politik anlamda besleyen şeyler ve bunların yavaş yavaş toplumsal olana doğru evrilmesi. Kitabın ikinci bölümü de bu evrilmenin bir sonucu. Üçüncü bölümde de tüm bu sürecin sonunda bedel ödeyen insanlar var. "intihar salgını"nı en sona koydum çünkü orada geçen bütün insanlar, ölümleri sıradan birer ölümmüş gibi gösterilen fakat eril şiddetin ve siyasetin gözünü kırpmadan kıydığı insanlar. Cinayetleri ve katliamları gerçekleştirenlerin sanki hiçbir suçu yoktu da bu ölümler intihar ya da kaza eseri oluştu. Şiirde geçen isimlere ve olaylara baktığımız zaman karşımıza kaskatı bir gerçek çıkıyor. Bütün bu ölümler hâlâ bir muamma. Çoğu çözülemedi ya da örtbas edildi, hukukî anlamda karara bağlananlarda hak edilen cezalar verilmedi, bu ölümlerin ve cinayetlerin peşinden gidenler yıldırıldı, sürüldü ve örgüt üyesi olmakla suçlandı, evlatlarının akıbetini öğrenmek isteyenlerin aklî dengelerini yitirdikleri savunuldu. Yetmedi, hepsine mahkeme kapılarında cezalar verildi. Tüm bu nedenlerle kitaptaki son şiirin bu olmasını istedim. Biz nasıl bir ülkeyiz ki bizde bütün ölümler doğal, intihar ya da kaza.

- Benim için iyi şiir topluma nereye sürüklendiğini bağıra bağıra söyleyen şiirdir. Bazı şairlerin çıkıp iyi şair/kötü şair listeleri yayımladığı bugün bile toplumun kutuplaşmasına katkıda bulundukları bilinçdışı eylemlerini de bu yüzden sakıncalı buluyorum. Bu ülkede şiirin değerli bir tür olmasına da böylece engel olduklarını düşünüyorum. Bir şair olarak şiirin değeri sizce neye endeksli? Şiir yazınsal olarak her şeyin endeksini belirler ama şiiri şairin şahsi itibarına endekslemek doğru mudur? Yani bir başka şairin de dediği gibi şiir onu yazanın mıdır yoksa ona ihtiyacı olanın mı?

Ben açıkçası bu tartışmayı çok gereksiz buluyorum. Şiir ona ihtiyacı olanındır desem şaire haksızlık etmiş olurum. Onu yazana aittir desem bu sefer de bencillik olur. Bunun benim için bir orta yolu ya da kesin bir cevabı yok. Elbette şiirin/edebiyatın bir şeyleri değiştirebileceğine inanıyorum. Ama yazmaktaki amacım bu değil. Bunun kendiliğinden gelişen, elden ele geçerek büyüyen bir süreç olduğunu düşünüyorum. Şunun da bilincindeyim elbette: Ben kanser ilacı bulmuyorum, bir icat yapmıyorum, herhangi bir yeri keşfetmiyorum. Elimde kendimce bir yazma yeteneğim var ve bunu kullanıyorum. Her fırsatta şair olduğunu vurgulayan, yaptığı işin dünyanın en önemli işi olduğunu savunan insanlardan olmadım hiç. Hatta bir bir taş ustasının, bir duvarcının yaptığı işin benimkinden daha kıymetli olduğuna inandım. Kaç şairin şiiri o yıkılmaz evler, duvarlar gibi yüzyıllar boyunca kalabiliyor ki? Nasıl ki bunların değerini yıllar geçtikçe fark ediyorsak, iyi şiir de ancak uzun yıllardan sonra hâlâ hatırlanıyorsa kalıcıdır diye düşünüyorum. Özetle şiirin değeri zamana endeksli bana kalırsa.

- Bazı kitaplar insanın içinde birden bir ezgi patlatır, bir plak gibi kitap boyunca kendi kendine döner ve söyler şarkısını/türküsünü. Tebeşir Bahçesi de içinde bu ezgileri barındıran bir kitap. Bunun dışında sormak istediğimse o ilk şiiri başlatan ezgi? Sizi o ilk şiiri yazarken ya da yazmaya iten ezgi neydi?

Tabii ki duyduğum rahatsızlık hissi. Kuşkusuz birçok insan bunun için yazar. Sonuçta ortada onaylamadığı bir durum, karşısında durması gerektiğini düşündüğü bir olay ya da kişiler vardır. İtiraz etme gereği hisseder ve bunu kendini nasıl ifade edebiliyorsa o şekilde dile getirir. Bu kitap özelinde konuşacak olursam yukarıdakine benzer şeyler söyleyeceğim. Benim motivasyonum tüm bu yaşanmışlıkların kaydını tutmaktı. Rahatsızdım ve bunu belirtmem gerekiyordu. Fakat bunlardan da öte başka bir şey var. Benim kendi çocuklarıma kitaplarımdan başka bırakabileceğim bir şey yok. Ailem bana anlattı, ben de çocuklarıma anlatıyorum. Bu ülkede nasıl bedeller ödendiğini ve insanların nasıl direndiklerini görsünler istiyorum.

- Mesele yazmak olunca yazmak her zaman sonsuz bir eylem olarak kalacak. Dolayısıyla ne yazarsa yazsın yazanları, hatalarına rağmen en çok da genç yazanları önemsiyorum. Siz genç yazanları takip ediyor musunuz, sizin için gelecek vadeden birkaç genç yazan kimler ilk anda?

Genç yazarlar/şairler benim için çok önemli. Onlardan çok şey öğreniyorum. Daha 20'sine varmamış gençlerin yazdıkları metinleri gördüğümde hayıflandığım zamanlar oluyor. Onların şiire getirdikleri çeşitlilik, kendilerini ifade ediş biçimleri ve olaylara bakış açıları beni çoğunlukla büyülüyor. Hepsinin adını anmaya kalksam yer kalmaz sanırım. Ama birkaç isim vermem gerekirse Oğulcan Kütük, Naile Dire, Tuba Bozkurt, Beste Naz Karaca, Betül Aydın, Tugay Yazıcı, Elif Karık gibi isimler beni heyecanlandırıyor.

- Son olarak, yazanlar için böyle sorular erken sorular değildir diye düşünüyorum, ufukta yeni kitaplar olacak mı? Dergicilik şiiri ayakta tutacak mı ve bana vakit ayırdığınız ve sorularımı yanıtladığınız için de ayrıca teşekkür eder, bir gün yine karşılaşmak dilerim.

Kitap henüz çok taze. Şu an yeni tasarılardan bahsetmek için oldukça erken. Elbette kafamda bundan sonrası için şekillenen bir şeyler var ama bunun için zaman gerekiyor. Son bir yıldır zamanımın büyük bir bölümünü Çağla Çinili ve Tunca Çaylant'la birlikte çıkardığımız Ecinniler dergisi alıyor. Bu, beni ayakta tutan, bana bir şeyler yapma isteği veren olgulardan biri. Dergiciliğin şiir için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sevdiğim, inandığım genç isimleri matbu ya da online dergilerden takip etmeye çalışıyorum. Ve her ne olursa olsun, matbu yayınların asla ölmeyeceğine inanıyorum. Bu güzel söyleşi için ben de çok teşekkür ederim.

İthaki/Poetik serisi

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim