Bir gün;
Sen ve ben, bir tepenin üstünde oturarak
Gariplikler yapmaktan hoşlanan
Ve kendimizle alay eden bir kahkaha ile
Başlarımızı sallayacağız bilgece…*
Dilleri Ali söyler, gözleri Muaviye bakar**, oysa Cemille Demoulins şöyle diyor: İyi yurttaş kişileri tanımaz, ilkeleri tanır. Sırtında bir bıçak duvara yaslanıyor halk. Bu dünya denen ve sadece ilkelliğin geliştiği mekânda ilkeleri belirleyen, değişmez altın kuralları değiştiren, insan hakları ve diğer pek çok evrensel anlaşmanın içeriğini bozan ve onları 'kendine göre' yeniden tasarlamak isteyen ve döner sermayenin dışında hiçbir şeyi dikkate almadan hareket eden kurumlar, kişiler ve gruplar var. Yeryüzü yeni biçimini böyle alıyor demek ki. Öyle ki, şeyhimiz zikrin zirvesine varınca Allah sanıyor kendini! (Ah bir de ayakları yerden kesilse!) Öyle demiyor mu gazeteler ve televizyonlar, anlaşılmaz bir dille. Ahlaki ve insani açıdan değil, kendi varlıklarının kalıcı gereklerini yerine getirme dışında hiçbir dönüşüme izin vermeyen akıl almaz bir biçimde kontrolsüz bir düzen anlayışı yeni bir yönetim biçiminin ayak sesleri gibi adeta.
Toplumsal erozyonun hızlandığı bu günler tarihe geçiriliyor mu, bilmiyorum. Öyleyse eğer gelecek nesillerin yüzleşmekten utanacağı bir tarih söz konusu olacak. Kültürden, hukuka, sağlıktan, eğitime inancın temsilini sürdüren kurumlar vasıtasıyla topluma ve toplumsal olan her şeye enjekte edilen 'kötü'yü temsilde rakibini bulamayan bir 'hareket' var. Toprağını satanların aslında halkını, yurttaşlarını sattığı anda beliren bir kötülük bu. Jared Diamond'un Çöküş/Toplumlar Başarısızlığı ya da Başarıyı Nasıl Seçerler? Adlı kitabında da dile getirdiği gibi yalnızca insanla değil çevreyle de ilgili bir kötülük. İnsana verilen zarar, çevreye verilen zarar, iklim krizini tetikleyen dengelerin ortaya çıkışı, küreselleşme, hızlı nüfus artışı, politik çatışmalar ve açgözlü, kibirli, kapitalist toplum yöneticilerinin endüstrileştirdiği kötülük gelecek nesle ne yurt bırakacak ne de ruhunu yaşatacak kadar umut. Çünkü Yükseliş çöküşün başladığı yerdir.
Tarih bilinci yok ediliyor. 'Yeni Tarih' bilinci yaklaşımıyla kendi istediği biçimde olaylarla günleri kayda geçiren bir ülkenin geleceği bugünkü Afganistan'dan başka bir örnekle açıklanamaz kesinlikle. 1940'ların 1950'lerin Afganistan'ını okuyanlar şunu görecektir: Tarih bilinci kaybolmuş, silinmiş bir millet parmaklıkların ardında ona atılan fıstığın bile farkında olmayan kafes hayvanları gibidir. Böylesi bir millet için artık ne geriye dönmek mümkündür ne de geleceğe dönük bir değişim, evrim söz konusudur. Tarih bilincini yitiren bir ülke barbar, vahşi bir milleten başka bir şey değildir. Bozulan bir mozaik gibi sözümona restore edildikçe bozulacak ve bir daha asla ne eskisi gibi olacak ne de gelecek vaat eden bir biçimde varlık sürecek. Hürriyetini kaybeden hüviyetini kaybeder çünkü. Böylece gittiği her yerde göçmen olacak, yurtsuz ve ırkının adıyla itilip horlanacak. Bir zamanlar Afganistan*** bugün bu yüzden sadece bir kitap adı ve okumaktan sıkılanlar için içerdiği fotoğraflar bile pek çok şeyi idrak etmek için yeterli. Zaman ileri akarken neden geriye gittiğini bazı ulusların anlarlar, her gece başlarını yastıklarına koyarken yalnız kendi uykusuna dalanlar.
Siyasal İslam'ın ön ayak olduğu kötü bir kurmacanın içinde yalpalayanlar; aklın, eğitimin, dürüstlüğün, iyiliğin, merhametin, savunmasız olanı savunmanın ve var olmanın hiçbir ihalede bir değeri olmadığının da delilidir -politik olarak da-. Dünya şekil değiştiriyor. Nesneler, hayvanlar, insanlar yer değiştiriyor. Eksen eğrili, uzayda yeni bir hayat vaadi… Dışarıya şefkat, içeride gelişen şiddet, bu da eşittir: Devlet. Kılıç zoruyla din ve fikir sahibi olanın attığı her adımda yapması gerekenin aksini yaptığı memleket. Memleket diyorsam, bütün dünyayı kastediyorum. Bir şeyler oluyor ya, yok kimseye faydası. Bazıları haç taşıyor boynunda; İsa'ya inananlar değil miydi, Çile Yolu'nda onu kan revan içinde sürükleyip de çarmıha gerenler? Olsun, Tanrı'nın vaadi o ya, İsa yine gelecek. Kıyametin alameti olarak… Bir beklenen var onlar için, peki madem bekleye dursunlar.
Peki, ya biz ne yapacağız? Anlamadığımız bir dilde minarelerden yükselen o seslerle çağrıldığımız yere gitmemiz gerektiğini ama neden gitmemiz gerektiğini nasıl bileceğiz? İnsanların bırakın bilmek, doğru düzgün ezber bile edemedikleri bir inanca mensup olmak zorunda olması çok acı. En çok da kendini durmadan fethedip duran bir ülkede sayısız camii inşa ediliyor olması. Kul ile Allah arasına giren hoca bir de telkin vermez mi çöküp mezar taşlarının yanına! Hangi caminin dara düşen biri için bir gecelik de olsa bir misafirhanesi var? Hangi caminin her gün hiç değilse bir kişiyi olsun doyuracak bir aşhanesi var? Hiçbirinin yok. Allah'ın evi, Allah'ın kuluna hizmet etmiyorsa niçin var? Üstelik herkes korkuyor artık çocuklarını bile camilere/kiliselere göndermeye. Bu dünyada Diyanet'in Bakanlığı varken, evine ekmek götürmek için seyyar tezgâhlarına el konulan garibanlar intihar ederken, sınırlarda- denizlerde kendine yurt arayanlar boğulurken; tarikatlar, cemaatler yasal olmadığı halde neden var? Devletten büyük kurum mu var ki, devlet denen yapının bu yapılara neden ihtiyacı var? Size söylüyorum tabii ki sevgili Napolyon Bonapart, neden bu kadar aç gözlüsünüz?
Tarikatlar, cemaatler, siyasi partiler, sözümona sendikalar, STK'lar, dernekler ve benzeri pek çok kurum ne kadar tehlikeliyse, en çağdaş olanından en ilkeline 'aile' denen kurum da o kadar tehlikelidir aslında. Belki de bütün iktidarlar bekârlara bu yüzden 'aile kurun' diye baskı yapıyorlardır, olamaz mı? Olabilir! 'Aile kurmak' vergi ödemeye mecbur ve mahkûm mükellefler yaratmanın bir başka yolu bir bakıma. Bu mecburiyetler insanı öyle meşgul eder ki; insanın düşünmeye, sorgulamaya vakti bile olmaz. Bu yapıların sözünden çıkmıyor, onların kurallarıyla yaşıyorsa yahut yan daireden gelen seslere kulak tıkıyor, sessiz kalıyorsa 'aile' bizim bildiğimiz ya da olmasını istediğimiz biçimde bir kurum değildir elbette. İktidarların, sermayedarların bir şubesidir olsa olsa, öğrenmişse hele bir de komşusu açken tok yatmayı. İnsanın aklıyla izah edemediği şeyler var. İzah etmek şöyle dursun, bazı şeyleri anlamak için çabalayan kimse yok artık. Yılgın, yorulmuş bir grup insan sadece bu halk. Duvara yaslandıkça göğsünden dışarıya çıkacak sırtına saplanan bıçak.
Önemli bir mesele ancak bir sinema filmi olduğunda yahut bir kitapta okuru içlendiren bir metinle vücut bulduğunda çok azının yüreğini yerinden sökebilen dertler olur bunlar. Öyle ya, başkasının acısında bile ağlayan kendine ağlar. Acıyı yalnız canı acıyan bilir. Şimdiye kadar hiçbir kitabın hissi ve siyasi açılardan eleştirildiğini, değerlendirildiğini görmedim. Şu kadar bölümmüş, böyle böyle karakterleri varmış, olaylar şu mekânlarda geçiyormuş falan filan. Metni güya akademik bir dil ya da dilini tekniksel açılarından ele alanlar ne göstermeye, ne anlatmaya çalışır; ben göremem, anlayamam. Her şeyin bir hikâyesi vardır oysa. Çünkü her şey bir hikâyeyi bir başka açıdan gösterebilmek için her defasında bir başka biçimde hikâyeleşir. Dil de önemlidir, dert de. Elbette. Çünkü dil, derdi ifade edebilmek için gelişir. Dil ile ifade ettikçe iyileşmesi gereken dertler yazık ki, bu coğrafyada derinleştikçe derinleşen, iyileşmeyen aksine saçıldıkça saçılan, dağılan yaraya benzer. Sonra anlatan da yorulur, anlamaya çalışan da.
Bir insan ne kadar çok metin görürse o kadar çok gelişir akli olarak. Ergenlikten çıkmak yetmez yetişkin bir insan olmak için. Ne yapsalar Türkçe-Matematik öğrenemeyenler için çekilir filmler bu yüzden. Anlaşılsın diye bazen kitaplar başka biçimlerde de sunulur toplumlara. Hem düşündürsün hem güldürsün diye de öte yandan. Zübük böyle kitaptı örneğin. Kuyucaklı Yusuf çok ağlatan bir kitap olduğu için Aziz Nesin bu yolu seçti belki de. İkinci adı: Kağnı Gölgesindeki İt (1961) olan gülmece türü bu kitap Kartal Tibet yönetmenliğinde, Atıf Yılmaz'ın senaryoya uyarlamasıyla filme döndüğünde okur-yazar olmayan kesime de ulaştığında toplumsal hareketlilikte ilk zihinsel dalgalanmayı sağlamıştı bile. Bir kasabada dindarlığı/dini kullanarak çevresinin saflığından faydalanan oportünist -bu kelimenin Türkçesi için "forvet" değil, "fırsatçı" diyelim- Zübükzade İbrahim Bey'in önce belediye reisi sonra da milletvekilliğine yöneldiği hikayede sadece sistem eleştirisi değil, toplum eleştirisi de görürsünüz.
Kitaplar ve filmler toplumlar hakkında o kadar çok şey söyler ki, bu bazen yağmur duasına çıkanlarla bile ilgili olabilir. Uygarlık Tarihi artık içine bütün bunları da almak zorundadır. Oysa yağmur için bilimsel açıklamalar mevcut. Binlerce insanın ne dediği belirsiz bir insanın peşinden sürüklenmek yerine bağımsız bir üniversitede gökbilim ve iklim iyileştirici makineler yapabilmesi için bilime maddi ya da manevi katkıda bulunması daha doğru olmaz mıydı sahi? Öyleyse sırtındaki bıçakla iyice yaslansın duvara halk. Madem her şeye rağmen her şey daha kötüye gidecek, o halde yanılmak değil bu ölüme yatmak olacak. Öte yandan tanıklık etmek de bir çağa eğitimin bir parçasıdır aslında. Gabriel Compayré, Eğitim bir sanattır. Uygulamayla ilgili bir ustalıktır. Kitaplardan öğrenilen bazı kuralların bilgisinden daha başka bir şeydir. Deneyimi gerektirir. Ahlaki nitelikleri gerektirir. Nasıl şair olmadan şiir olmazsa, eğitimci olmadan da, yani eğitim kitaplarındaki soyut ve ölü yasaları özel nitelikleriyle canlandıran ve uygulayana kişi olmadan da eğitim olmaz der. Her şeyin birbiriyle doğrudan ya da dolaylı ilgili olduğu bu dünyada toplumların sahip olduğu kültürel değerlerin iktidarların istediği biçimde şekiller almasına müsaade edilmesi ne milli ne insani ne de ahlaki bir değer yaratır. Üniversitelerin şirketleştirilmesi, yurttaşların sürekli bir rehine ya da o şirketleşmiş yapıya çalışmak zorunda bırakılan nesne formuna indirgenmesi, sorgulamanın ortadan kalması için dini yapıların baskıcı yapılara dönüştürülmesi, kitapların, filmlerin yasaklanması vb. Bu eğitimi ortadan kaldırır. Çünkü eğitim tanıklıktır ve bu tanıklığı da ortadan kaldırır. Tanık yoksa sanık da yoktur çünkü. Her zaman deliller yetmez çünkü yargılamak için hırsızı. Çünkü:
Ali'yi yarı yolda bıraktılar.
Ömer'in adaletini kırdılar.
Hasan'ı karısı zehirledi,
Hüseyin'in başını Kerbelâ'da vurdular!
*Behice Boran'ın Mihri için yazdığı şiirden bir bölüm.
**Sırrı Süreyya Önder/Radikal/ 13.12.2010
***Bir Zamanlar Afganistan/Prof. Dr. Muhammed Humayyun Kayyumi