27 Aralık 2020

Altay Öktem: Edebiyat, fili çapraz gitmeyenlerin uğraşısı gibi gelmiştir bana her zaman

"Bence şairin hayatı şiire, yazarın hayatı yazıya dâhildir"

Şair, yazar Altay Öktem ile ustalar ve gençler arasındaki edebiyat ilişkisini, çatışmaları, toplumu ve şairin kendi görme biçimini, kitaplarını, çocuk edebiyatını, pandemi günlerini ve yarını konuştuk. Altay Öktem özgünlüğü ve özgür ve bağımsız yazmayı anlattı.

- Benim için her türde yazanlar arasında elbette ilk anda şair yanınızla kişisel arşivimdesiniz. Hem yazmaya şiir yazarak başlamış olmanız hem de her türde yazmanın yanı sıra yazma alanında pek çok işler yapmış biri olmanıza rağmen şair kimliğiniz bu her türde başlatıcı olan kimliğiniz benim için. Bu açıdan baktığımız zaman sizin için de şiir ayrı bir yerde midir? Şair olmak, sizin içinde başka bir duygu mudur?

Şairlik bir kimlik. Hayatı algılama ve yaşama biçimi. Tüm edebiyat türleri disiplin ve yoğun çalışma gerektirir, ancak şairin disiplini ya da çalışması, bir romancının, öykücünün, denemecinin disiplininden ya da çalışma anlayışından çok farklıdır. Kısaca şöyle söyleyeyim; roman yazarken, elbette romanın türüne ve içeriğine göre mekânlar, karakterler, dönemler ve olaylar üzerine yoğun biçimde çalışmak gerekir. Şiir yazarken ise, şairin bilinçdışı, duygularını, algılarını ya da yaşanmışlıklarını, elbette hayat karşısındaki tavrını, politik bakışını hepsini birden ele alıp bir sistematiğe oturtur. Şiirde bilinçdışı başroldedir, kurgu yazarlığında ise bilginin mekaniği ve bir tür mühendislik becerisi. Açıkçası kendimi her zaman şair olarak, daha doğrusu şair olmaya çalışan biri olarak gördüm.

- Altay Öktem'i elbette tanıtma gafletine düşmeyeceğim, ama mutlaka hakkınızda daha pek çok şey bilmeyen okurlarınız da var. Onlar için bir doktor olduğunuz bilgisini vererek, yazma alanına hayatının neredeyse büyük bir bölümünü adamış olmanız, yazarken çok daha fazla konuda ve alanda sözler etmenizin de toplumsal yönden bir çeşit tedavi olduğuna inanıyorum. İnsanın bu konuda kendi kendinden faydalanması gerçeği çıkıyor ortaya. Hangi türde yazarsanız yazın mesleğinizden faydalanıyor musunuz, nasıl? 

Bir yazarın ya da şairin hayatı boyunca deneyimlediği her şey, buna karşılaştığı kişiler, yaşadığı olaylar, hatta verdiği tepkiler ve olaylar karşısındaki duygulanımları dâhil, hem kişiliğinin hem de edebiyat anlayışının, hatta üslubunun oluşmasına dahi katkı sağlar. Edebiyatın temel meselesi insan olduğu için, insanla, insanın her haliyle, her oluşuyla sürekli yüzleşmek zorunda kalınan bir mesleğe sahip olmak elbette edebiyat açısından çok besleyici, geliştirici. Ancak, insanın bu iki ayrı kimliği aynı anda taşımasının çok yıpratıcı olduğunu da söylemeliyim. Sürekli insanın en yalın, en çaresiz, en maskesiz haliyle karşılaşıyorsunuz. Sadece bir yazar ya da şair olsanız yoğun bir empati kurar, hatta bazı durumlarda kendinizi çaresiz hissedersiniz. Oysa hekim olarak soğukkanlı olmanız, asla empati kurmamanız gerek. Karşınızdakine duygusal yaklaşır, onun acısını siz de hissederseniz faydalı olamazsınız. Bir saat tamircisinin saate yaklaştığı gibi yaklaşmanız gerekir. Elbette bu hekimliğin her alanında aynı oranda geçerli değil ama ben uzun yıllar acil hekimliği yaptığım için bu duygusal kırılmayı, bir çeşit kişilik bölünmesini olanca sertliğiyle yaşadım. Açıkçası hekim olmamın yazarlığıma çok büyük katkısı oldu, ancak bedeli ağır oldu.

- Sevgili Altay Öktem, yukarıda "toplumsal" kelimesine değinmişken, toplumun görme biçimi, algılama biçimi üzerine beni yeterince geliştirdiğine kanat ettiğim Yalan Yanlış Hayatlar'a değinmek istiyorum. Bu kitap bir görme ve anlama biçimi üzerine dile gelmiş gibi. Hani göz insana görsün diye verildi ya, evet bazılarımız kör doğuyoruz, ama görmenin başka biçimleri de olduğunu gösteriyor. Yani herkesin birbirini tanıdığı, ama görmediği meselesinin merkezinde aslında ne var? Bu kitap tersine bir hesaplaşma mıdır, bundan biraz söz eder misiniz?

Sıradan hayatlarımızın, eğer başka bir açıdan bakarsak aslında ne denli sıra dışı olduğu, sıra dışı sandıklarımızın ise bakış açısına göre aslında çok sıradan sayılabileceği, bu romanın temel meselesi aslında. Söylediğiniz gibi, görme ve anlama biçimine göre her şey bir anda tam tersine dönüşebiliyor. Yalan Yanlış Hayatlar için, yeni bir bakış açısı, yeni bir görme biçimi öneren bir roman diyebiliriz. Bunu derken, bu romanın felsefi bir çözümleme önerdiği de düşünülmesin. Aslında eğlenceli bir kitap. Okura, eğlenerek kendini çözümleme fırsatı sunuyor sadece. Elbette, niyeti olan okur için geçerli bu. Yoksa roman buna zorlamıyor. Daha çok, ‘trajedi' diye adlandırdıklarımızın farklı bir açıdan bakarsak aslında eğlenceli olduğunu, yaşarken bize eğlenceli gibi gelen şeylerin ise, altını biraz kazırsak trajedilerle bezeli olduğunu gösteriyor. Aslında hepimiz yalan yanlış yaşıyoruz; kimimiz bile bile, kimimiz ise doğrunun o olduğu yanılgısına kapıldığımız için. Sonuçta hayatın bir parodisi çıkıyor ortaya. Bu açıdan bakarsak, tersine bir hesaplaşma değil bu roman ama okura tersine bir hesaplaşma fırsatı sunuyor. 

- Toplumda şöyle bir algılama biçimi var; kişi yazarsa, entelektüel camia içindeyse, yazı-çizi ile geçen bir yaşamı varsa, o kişi aynı kategorinin insanıdır. Ben,"böyledir" demiyorum, denmez çünkü. O öyle değildir. Nitekim sizin kitaplarınıza baktığımız da bunun böyle olmadığını görürüz. Filler Çapraz Gider'de diyorsunuz ya, Herkesin bir fili vardır dünyada. Herkesin birbirinden farklı, çeşit çeşit, renk renk filleri vardır ve filler hep çapraz gider. Kural bu. Benim filim çapraz gitmiyor. Hepsi bu. Bu bakış açısını siz neye bağlarsınız, insanlar arasında bu kaosu büyüten, besleyen bu algılama biçimi ortaya nasıl-neden çıkıyor olabilir? Neden pek çok toplumsal olayda nabza göre şerbet verenler değil de, sizin benim gibiler sorumlu?

Daha önce bir yazımda, "İki tür insan vardır. Karşıdan karşıya geçmeyi başarabilenler ve başaramayanlar. Yolun tam ortasındayken anladım bunu," demiştim. Bu söz biraz edebiyatçıların durumunu da özetliyor sanırım. Hayatın kuralları vardır. Elbette çağa, topluma göre değişkenlik gösterir bu kurallar ama statüko, bizden bağımsız olarak belirlenmiştir ve doğumumuzdan itibaren bunlara uyma ve uyum sağlama eğitimi alırız. Satrançta filin çapraz gitmesi gibidir bu. Kurala uyarsan oyunu ya kazanırsın ya da kaybedersin; ancak oyunun dışına atılmaz, aforoz edilmezsin. Edebiyat, fili çapraz gitmeyenlerin uğraşısı gibi gelmiştir bana her zaman. Durup dururken fili L şeklinde götürsem ya da önündeki dört taşın üstünden atlatsam olmaz mı, diye düşünenlerin uğraşısı. Aslında olmaz. Kural kuraldır. Ama kim koydu bu kuralı ve ben neden uymak zorunda kalıyorum, diye düşündüğünüz andan itibaren öncelikle şiir, ardından da diğer edebiyat türleri için uygun bir ortam meydana gelmiş demektir. "Neden sizin benim gibiler sorumlu?" sorunuzun cevabı bu bence. Ama edebiyat içinde, bu sapmanın analojisini iyi analiz edip, bu kuraldışı oyunun içinde de bazı kurallar oluşturan ve oyunu o kurallara göre oynayanlar yok mu? Var elbette. Bunlar da sözünü ettiğiniz "nabza göre şerbet verenler," oluyor. Bu ayrım bile, entelektüel camianın ya da yazarların hepsinin aynı kategoriye dâhil olmadığını gösteriyor zaten.

- Bugün aramızdaki en genç insan olsaydınız da hakkınızdaki fikrim değişmezdi diye diretecek kadar eminim sizden. Bazılarımız hiç değişmiyor ve yazarken de bu değişim meselesine aslında direnmek için yazıyor. Siz bu konuda direnen yazanlardansınız. Yani toplumsal kabullenişe zemin hazırlayabilmek için yeraltı edebiyatı yazarı olmaya gerek yok. Ben bu sorunun yanıtını tahmin ediyorum, ama okurlar da bilsin istiyorum: Bugün yirmi yaşında, yolun başında bir yazar olsaydınız yazma alanında şunları yapmazdım diyeceğiniz bir şey var mı?

Sanırım tahmin ettiğiniz cevabı vereceğim. Bugün yirmi yaşında, yolun başında biri olsaydım, yine aynı yoldan giderdim. Elbette bu, hiç hata yapmadım anlamına gelmiyor. Şimdi olsa şu söyleşide şu sözü söylemezdim ya da bu konuda bu kadar keskin konuşmazdım gibi, ayrıntı sayılabilecek bazı müdahalelerde bulunurdum kendimin daha genç haline. Ama edebiyat anlayışımı, duruşumu, çizgimi değiştirmezdim. Ülkemizde, sadece edebiyatta değil, her alanda bir duruş sergilemek ya da sergilemeye çalışmak bedel gerektiriyor. Günün koşullarına, önüne çıkan fırsatlara göre tavrını değiştirmenin kısa vadede kazanç getirdiği kesin. Ancak, edebiyat söz konusuysa, güncel kazanımların aldatıcı, yanıltıcı olduğunu düşünmüşümdür hep. Edebiyat tarihimiz de bu düşüncemi doğrulayan çok sayıda örnekle dolu. Bence şairin hayatı şiire, yazarın hayatı yazıya dâhildir.

 - Pek çok şiiriniz bestelendi. Lokman Kurucu'nun besteleyip seslendirdiği Askerleri Topla Manuel bu şiirlerden biri. Bu çok acımasız dünyanın ifade edilmiş hâlidir diye düşünüyorum. Şiirlerin bestelenmesi konusunda şiir ve müziğin birlikteliği sizin için ne ifade ediyor? Bütün bunların dışında bu şiir aslında sizin görüp biz okurların/dinleyenlerin görmediği neyi söylüyor?

Aslında profesyonel anlamda çok fazla şiirim bestelenmedi. Söylediğiniz gibi Lokman Kurucu bir şiirimi besteledi, Keops grubu Ayna adlı şiirimi bestelemişti yıllar önce. Vega, benim bir şiirimden yola çıkarak sözlerini kendi yazdığı Sokaklar Tekin Değil adlı bir şarkı yaptı. Şimdilerde de Kesmeşeker'den Cenk Taner bir şiirimi besteliyor. Bunların dışında, amatör müzisyenlerin yaptığı çok sayıda beste var, bazılarına tesadüfen rastladım internette. Çoğunu severek dinledim. Bir müzisyenin içinden o şiiri bestelemek geliyorsa, o şiiri en iyi besteleyecek kişi odur. Sanat dalları arasında birbirine en yakın olan şiir ve müziktir zaten. Şiirin kendi içinde bir müziği, bir ritmi, şarkıların liriklerinin ise doğrudan şiirle akrabalığı var. Her şiir tamamlanmamış bir şarkı, her şarkı tamamlanmamış bir şiirdir bir bakıma. Bir araya geldiklerinde, tamamlanmaları an meselesidir.

- Benim ilk okuduğum adıyla Aslında Saçları Siyahtı yeni öykülerle birlikte daha sonra Sonsuz Sıkıntı adıyla da yayımladı. Bu kitaplarla da özgün bir yazan olma özelliğinizin altını bize tekrar çizdirdiniz. Bu ilk kitabın yeni bir kitaba dönüşme öyküsünden biraz söz eder misiniz? Ve tabii bu bağlamda sözünü ettiğim "özgün yazan" cümlesi siz ifade ettiğinizde nasıl bir tanımlama olur?

Çok az öykü yazıyorum. Şiir ve romanın yanı sıra, ancak suyu akıtacağım başka bir kanal bulduğumda, okura bir öneri anlamında yazıyorum öyküyü. O yüzden de Aslında Saçları Siyahtı, sonra genişletilmiş haliyle yayımladığım Sonsuz Sıkıntı öykü dünyasında kendine yer bulma kaygısıyla değil, bir anlamda yersiz yurtsuz olma kaygısıyla yazıldı. Öykülerin hiçbiri tam anlamıyla bir türe dâhil değil. Fantastik öğeler de içeriyorlar, bir yandan bilimkurgusal ya da gotik tarza da göz kırpıyorlar. Türkçe edebiyatta pek örneği olmayan gore öyküler de var aralarında. Bilinç akışı tekniğini de kullandım yer yer. Bilinç akışından çok, bilinçdışı sapma demek daha doğru olur belki de. Özgünlük mü bilmiyorum, ama benim açımdan özgürlük olduğu kesin. Hem kişisel komplo teorilerimi hem geleceğe ait kaygılarımı hem de fantazyalarımı birleştirerek yazdığım metinler diyebilirim. Örneğin, daha küresel ısınma kavramının pek telaffuz edilmediği bir dönemde yazdığım, dünyanın çok ısındığı ve aynı uyuşturucu gibi, yasa dışı yöntemlerle buz kırığı satıldığı bir dönemi anlattığım distopik bir öyküm de var, aynı evde yaşayan iki kişinin sürekli birbirini öldürdüğü ve kontrolsüz biçimde çoğaldıklarını anlattığım, 90'lı yıllarda yazılmış bir öyküm de var kitapta. Evde, aynı adamla aynı kadına ait bir sürü ceset birikiyor zamanla. Evliliğin tanımı işte! Tam olarak hiçbir türe girmeyen, belki tam olarak öykü de denemeyecek deli işi metinler.

- Çocuk Edebiyatı'nda da önemli bir yeriniz var. Bu alanda sözleri dikkate alınacak insanlardan biri de sizsiniz. Dünya en kötü günlerini yaşıyor demek için erken belki, çünkü yarının daha ne kadar kötüleşebileceğini tahmin bile edemiyoruz. Yani bu ortamda en dokunulmaz olan alan Çocuk Edebiyatı sahasında bile insanın aklına gelmez olaylar yaşadık. Siz Çocuk Edebiyatı için neler düşünüyorsunuz, kimler neden çocuk kitapları yazmamalı? Bu alanda kontrol mekanizmasını kimler kurmalı, nasıl denetlemeli?

Size katılıyorum, dünya en kötü günlerini yaşıyor demek iyimserlik olur. Ama şunu unutmamak gerek, kötünün tanımı ya da algılanış biçimi de hızla değişiyor. Bizim için gelecek günler daha kötü olacak belki, ama bizim için kötü olan genç kuşakların normali olacak büyük ihtimalle. Çocuk edebiyatı ise çok hassas bir alan. Ancak, her türlü riski göze alarak söylüyorum, hiç kimse çocuk edebiyatı konusunda bir kontrol mekanizması kurmaya kalkışmamalı. Yayınevleri, gerçekten işe hâkim olan editörlerle çalışmalı, öğretmenler ve veliler bu alanda kendilerini geliştirmeli ve ne olursa olsun, çocukların algısına güvenilmeli. Sansür ya da denetleme gibi Orta Çağ yöntemlerinin kısa vadede çözüm gibi görünmekle birlikte uzun vadede büyük zararlara neden olduğu ortada. Ayrıca, her şeye rağmen çocuklar için sakıncalı sayılabilecek yapıtların sayısı çok fazla değil. Biraz dikkatli olunursa bunlar kolaylıkla elenebilir. Asıl sorun, eğitici, öğretici olma kaygısıyla yazılmış, çocuğun hayal gücünü ve yaratıcılığını, okuma sevgisini köreltme riski olan çalakalem yazılmış metinlerin çocuk kitabı olarak dolaşıma sokulması.

-Son bir yıldır bütün dünyayı saran bir salgın var. Korkarım başka biçimlerde daha uzun bir zaman da sürecek. Ve hepimiz kendine göre sıradan bir hayat yaşıyoruz. Kendi evlerimizde kendi can sıkıntımızla boğuşuyoruz. Ben şahsen günde sekiz saat olan okuma süremi on altı-on yedi saate çıkardım. Peki, siz bu pandemi dönemini nasıl geçiriyorsunuz? Bir doktor olarak da bu konuda elbette öngörüleriniz olmalı, bu koşullarda bu salgının ağında nereye doğru gidiyoruz?

Uzun zamandır ekolojik denge büyük bir hızla bozuluyor. Virüs mutasyonları ve yaşamlarını sürdürecekleri yeni konakçı hücre arayışlarında bu ekolojik bozulmanın da etkisi olduğunu düşünüyorum. Büyük ve ölümcül salgınlar olacağı uzun zamandır biliniyordu zaten. Bu alanda çalışan bilim insanları açısından, yaşadığımız salgının şaşırtıcı bir tarafı yok. İnsanın hırsları ve aç gözlülüğü yüzünden gezegenimiz hızlı bir yok oluş sürecine girdi. Küresel ısınma, kuraklık, kıtlık gibi virüs salgınları da bundan böyle hep gündemimizde olacak. Benim açımdan bu pandemi dönemi bir yanıyla verimli bir yanıyla da stresli geçiyor. Daha sistematik okumalar yapmaya başladım. Bir yandan güncel edebiyatı daha etkin biçimde takip ediyorum, bir yandan da yeniden klasiklere döndüm. Bu arada, tüm yapıtları baştan aşağı yeniden okunacak şairler listesi yaptım. Sistematik okumanın yararına hep inanırdım ama bu derece etkili olacağının farkında değildim açıkçası. Birçok şairle ilgili düşüncelerim değişti. On yıl önce başucu şairim dediğim birine şu anda daha eleştirel bakabiliyorum, on beş yıl önce okuyup şiirlerine pek ısınamadığım bir şairin ne denli derinlikli bir şiir yazdığını bu sayede fark ettim mesela. Bunlar önemli kazanımlar benim açımdan.

Diğer yandan, her zaman okumanın, metinlerle ilişki kurmanın önemi kadar, sosyal hayatın, sokakların bize kattıklarının da önemli olduğuna inandım. Hayatı, elimden geldiğince ıskalamamaya çalıştım. 1990 ya da 1991 yılıydı sanırım, genç bir şair olarak Varlık Dergisi'nde benimle yapılan söyleşinin başlığını hâlâ hatırlıyorum: "Şiirin Ana Vatanı Sokak Aralarıdır". Toroslardaki bin bir çeşit bitki, Yörük çadırlarında bağdaş kurulup içilen yayık ayranının tadı, balıkçıların ağlarına takılan kıpır kıpır balıklar hayatımızdan yavaş yavaş çıkıyordu zaten. Anayurt Oteli'nin olmadığı bir kasabada Zebercet diye biri de olmaz, balıkçılar eskisi gibi denize açılamazsa Sait Faik olmaz, Yaşar Kemal kolay kolay olmaz artık. Uzun zamandır kentlere sıkışıp kalmıştık. Şimdi değil o kentlerin sokak araları, ana caddeleri bile yok hayatlarımızda. Yazar hayatın dışında kalırsa, daha doğrusu içine gireceği bir sosyal hayat kalmazsa, edebiyat neye evrilir, onu daha keskin ve sert bir biçimde göreceğiz önümüzdeki günlerde. Beni üzen eve kapanmak değil, kendimle mutluyum. Geleceğin edebiyatından kaygılıyım sadece.

- Bir yazan kendini ne zaman tam olarak tamamlamış olur bilemiyorum, ama yazmaya yeni başlayanlar için yol göstermek yön vermek için kendini tamamlamış olmak yetmez değil mi? Bununla beraber pek çok genç yazana destek olduğunuzu, yol verdiğinizi, el verdiğinizi de biliyorum. Biliyoruz ki, genç arkadaşlara yol vermek-el vermek konusunda pinti uslarımız da var. Geçmişte hep gençlere neler tavsiye edersiniz? sorunu çokça görmüşüzdür, ama ben bu konuda gençleri saymayan, görmezden gelenlere ne önerirsiniz onu merak ediyorum?

Sadece edebiyatta değil, hayatın diğer alanlarında da, gençlere yol göstermenin, el vermenin geleceğin inşası açısından çok önemli olduğuna inanıyorum. Edebiyat açısından ise, usta-çırak ilişkisi, şimdilerde her ne kadar unutulmaya yüz tutmuş olsa da, bizim geleneğimizin bir parçası. Ben A. Kadir'den Kemal Özer'e, İlhan Berk'e kadar ustalarımdan bu yaklaşımı gördüm. Hatta, daha önce başka bir platformda bahsettiğim bir anım var; henüz dergilerde iki-üç şiiri yayınlanmış bir şair adayıyken, imza gününe gittiğim Muzaffer İzgü, fikir vermesi için kendisine şiirini uzatan genç okuruna, "yanımda bir şair varken şiir hakkında konuşmak bana düşmez" deyip şiiri bana vermişti. Bu görgüyle yetiştiğim için başka türlü davranmam zaten imkânsız. Ayrıca, bu karşılıklı bir etkileşim. Ben gençlere el vermiyorum sadece; onlar da bana el veriyor, yaşım ilerlese bile zihinsel anlamda genç kalmamı sağlıyorlar. Bu anlayışın sadece edebiyat alanında sınırlı kalmaması gerektiğini düşünüyorum. Hem aynı kuşaklar hem farklı kuşaklar arasındaki rekabet, gelişmenin ve verimliliğin önündeki en büyük engeldir bana göre. Meslek hayatımda da aynı anlayışa sahip olduğum için, hiyerarşik yapıyı bozduğum gerekçesiyle hem kamuda hem özel sektörde bugüne kadar epey sorun yaşadım.

- Son olarak şu soruyu sormak istiyorum, söyleşilerde en sevdiğim şey bu: elbette müzik dinliyorsunuz, ama şimdiye kadar çok sevdiğiniz halde pek kimse ile paylaşmadığınız ve içinizden bir şeyler kopar gibi olduğunda mırıldandığınız bir ezgi ya da türkü?

O kadar çok ki… Ama hemen aklıma gelen birkaçını söyleyeyim: "Çocuklarınızı iyi yetiştirin yoksa ben yetiştiririm," diyen Marilyn Manson'un Sweet Dreams'i, Bob Marley'in I Shotthe Sheriff adlı parçası ve Ahmet Kaya, dilime takılan onlarca şarkısıyla…

İnsan sessizliği aşınca yeni bir dil öğreniyor bence. Sorularıma ses verdiğiniz için teşekkür ederim. Bir gün bir daha karşılaşmak dilerim.

Asıl ben teşekkür ederim. Daha güzel günlerde tekrar karşılarız umarım.

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim