Hayat ve insan basittir aslında, insan basit yaşamayı kibirli ve ahmak olduğundan kendine yediremez. Koronavirüs yayılmaya başladığında "Neden İtalya?"ya dair aklıma gelenleri basit buldum ve mutlaka daha komplike bir açıklaması vardır diye düşündüm...
Niye İtalya olduğu sorusunu baştan beri zaten herkes birbirine sordu. Hepimiz de aşağı yukarı aynı şeyleri söyledik. Hedonizmin cenneti, üzüm bağları, şarap, peynir, panjurlu Palazzo'lar, Orta Çağ dekorunda şahane dükkanlar, giysiler, pabuçlar... Yani, dünyeviliğin başkentiydi Milano... Aslında buna son yıllarda bir de korku eklenmişti, IŞİD korkusu. Orta Doğu nefreti eşliğinde servis ediliyordu bunlar. Ama beni esas düşündüren "kibir" meselesiydi.
İlkokul son sınıfındayken babam üç yıllığına Napoli'ye tayin olmuştu. Deniz kenarında, şık bir sitede oturuyorduk. Bana o yıllarda Napoli, İzmir'in gerisinde gelmişti. Katolikliğin ağır baskısı, İkinci Dünya Savaşı'ndan kalma koruma ve yokluk refleksi ile cilası bozulur diye salona çocuk sokmazlardı örneğin...
Buna karşın, mahalle arkadaşlarım sıcak kanlıydı. Hayatlarında ilk kez Türk görüyorlardı ve bu durum onların fazlasıyla ilgisini çekiyordu. Amerikalı Shirley ile sitenin gözdesiydik. İkinci yılımdı, 1969 yazıydı sanırım. Teyzelerini ziyaret etmeye iki havalı kız geldi mahalleye ama sokağa hiç inmediler. Yaz tatilinin neredeyse ortasına gelmiştik ki hâlâ tanışmamıştık. Sonra bir gün kapımız çalındı, iki kız Türk olduğumu öğrenmişler ve arkadaş olmaya karar vermişler. "Ama diğer çocuklarla asla olmaz, Güneylilerle asla oynamayız" dediler. Bu benim genç dimağımdaki ilk kibir sahnesiydi. Kızların yüzünü, adlarını her şeyi unuttum ama sözlerini asla...
Bu küçümseme eğilimi, ayrımcılık geçen yıllar içinde tabii ki farklı birçok alanda sahne aldı. Afrikalılar ile tanışması zor oldu örneğin Batılıların, Orta Doğulularla da öyle. Ama bu zaten insanlığın temel sorunlarından biri olduğu için belli bir coğrafyaya indirgemek haksızlık olur.
İki üç yıl önceydi, gece yarısı Sardegna'ya kalkacak küçücük bir uçağı bekliyorduk havaalanının gözlerden ırak bir köşesinde. İşin garibi, sadece üç Türk kadınıydık. Biz ikimiz İstanbul'dan gelmiştik, bir de Ankara'dan gelen şivesi hafif bozuk genç bir kadın vardı. Sevgilisi biletini internet üzerinden almış , bilet cep telefonunda gözüküyor, parası da ödenmiş ama havaalanı görevlisi kabul etmiyor. Biz de müdahale ettik ama adam akıl almaz bir küstahlıkla Nuh dedi, peygamber demedi ve kadın gidecek yeri olmadığı için ağlaya ağlaya kontuarda kaldı. Biz mahçup bir şekilde binip gittik. Biraz anlayış ve insanlık yeterdi oysa ki...
Covid-19'un İtalya haritasındaki dağılımına baktığınızda Kuzey'in kıpkırmızı, Güney'in, özellikle de Reggio ve Calabria bölgesinin neredeyse bembeyaz olduğunu görüyorsunuz. Virüs ayrımcılık ve kibir çünkü...
Yine de aklına geleni fikir zannetmek korkusundan, uzman olmamamdan bunu pek dillendirmek istemedim. Ta ki, geçtiğimiz hafta Le Monde'da İtalya'nın ünlü gazetecisi Roberto Saviano'nun yazısını okuyana kadar... "Garanticiliğin ve kibirin sonu gelmeli" diyordu Saviano:
"İtalya'nın en büyük ve en önemli bölgesi çöktü. Aslında bu virüs gelmeden çok önce çökmüştü, sosyal dokusunu bozmuştu çünkü. Kuzey garanticiliğin batağına saplandı, sosyal adaleti hiçe saydı, güç adaletin yerini aldı, adeta Omerta kültürüne teslim olundu. Hâlâ virüs geçecek, shopinge devam edip akşam üzeri kafelerde aperatiflerimizi yudumlayacağız diye bekleyenler varsa yanıldıklarını görecekler.
Kuzeyin kültürel Matrix'i çok uzun zaman önce değişmişti. Sadece zengini koruyan, sosyal yasaların ihlal edildiği bir merkeze dönüşmüştü. Bunu garanticilik refleksi ile de yaptılar. Garantici adalet aramaz, sonuç peşindedir... Ve Kuzeyliler zevk içindeki yaşamlarını garanti altına aldıklarına inanıyorlardı.
İtalya'da hep Güney analiz edilmiştir. Yalpalayan, bir türlü güçlenemeyen Güney... Oysa ki, Güney geleneksel yaşam tarzını ve buna bağlı olarak belli insani etmenleri korudu. Yani, asıl analiz edilmesi gereken Kuzey'di.
Durmanın ve kendimize bakmanın zamanı geldi artık. Belki o zaman kucaklaşmayı ve BİR olmayı da öğreniriz" diyor özetle ünlü gazeteci...
Sting "Bu yılki 1 Mayıs konserini İtalyan işçilerine adıyorum" dedi ve bugünlerin milli marşı haline gelen "Don't stand so closse to me"yi söyledi. Demek ki, bütün dünya zor günler geçiriyor olsa da İtalyanlar şefkat kapsamına girmişler, onlar için üzülmeye başlanmış...
Dün Amerikalı ekonomist Joseph Stiglitz'in de çarpıcı bir açıklaması vardı. Hatta buna bir haykırış da diyebiliriz... "Bu krizi harcamayın. Gezegeni paylaşmayı gerçekten öğrenmek zorundayız. Bu salgından bilimin ve kolektif bilincin önemini öğrenerek çıkalım!" diyor ünlü ekonomist.
2001 yılında Nobel Ekonomi ödülünü alan, Clinton'un ekonomi danışmanlığını yapan, John Bates Clark Madalyası'nın sahibi Stiglitz alanında dünyanın en önemli isimlerinden biri.
Korona günlerini New York'ta Upper West Side'da, pencerelerinden Hudson nehri ve Riverside Parkı görülen apartman dairesinde geçiren profesörün ofisi de yürüme mesafesinde, Columbia Üniversitesi'nde. Üstelik kendi deyişiyle en sevdiği mevsim gelmiş, bahar. "Okul başladığında yolumun üstende nergizler açacak" diyor. Üçüncü evliliğini yapmış okulun halkla ilişkiler bölümünde çalışan bir kadın ile. Yani, mesele kendisi olsa keyfi tıkırında diyebiliriz ama işler artık öyle yürümüyor...
21. yüzyılın farkını anlamak durumundayız. Tarihten bugüne kadar birçok devrim yaşandı. Sabit tek bir şey kaldı, insanın kendisi. Antik Mısır'da yaşayanlarla hâlâ aynı beden ve zihne sahibiz. Ama tarihte ilk defa insanın kendisi radikal bir değişime girecek. Sadece toplum ve ekonomi değil, bedenlerimiz ve zihinlerimiz de değişecek. 21. yüzyılın ana ürünleri zihinler ve bedenler olacak. Mesele sadece ışık hızıyla seyahat değil. Gelecek teknolojisi Homo Sapiens'in kendisini değiştirecek. "Olay uzay gemisi değil, onu kimin kullanacağı" diyor Noah Harari.
Evrende benzersiz bir yerimiz olduğu fikrini terk edip merhametli ve alçakgönüllü olmak zorundayız. Bunun için de parmağın artık kendimizi göstermesi gerekiyor. Değişime kendimizden başlamamız gerekiyor. Deli gibi ev temizlerken ruhlarımızı temizlemeyi unutmamız gerekiyor mesela...
Değişmek hiç de kolay olmayacak. Milyonlarca önyargıyla kuşatmışız kendimizi. Ben de öyleyim. Hümanist yaklaşımlar, çiçeği böceği sevelim muhabbeti hiç bana göre değildir aslında ama bugün kendimi hep uzak durduğum, hiç hoşlanmadığım bir meslek grubunu severken buldum...
Ortalıkta insan olmayınca insanı sevmek kolay oluyor malum. Sokağa çıkma yasağı ile gözden kaçan, kuru mama yiyemeyecek kadar yaşlı bazı hayvanlar iyice ölmeye yattılar. Göksu Deresi'nin kenarındaki yaşlı mı yaşlı köpek Beşiktaş da bunlardan bir tanesi. Geçen gün sokağa çıkma yasağı saati gelmeden önce mama götürürken Küçüksü Parkı'nın önünde sağlı sollu konuşlanmış iki grup polis gördüm. Yavaş yavaş caddeyi geçmeye çalışan bir kaplumbağayı korumak için zincir olmuşlardı. "Kaplumbağayı çayıra geri koyalım" dedim, "Bu sabah bu beşinci geçişi" dediler...
The New Pope'dan John Malkovich'in bir tiradı ile bitireyim: (Biraz fazla alıntılı bir metin oldu ama...)
Sadece bir tek problemimiz var.
Problem: Sevgi
Bana şimdi bir sürü başka problemler söyleyeceksiniz...
Bütün bu problemler sevginin histerisi.
Bütün bu problemler sevme kabiliyetimizin bozuklukları.
O zaman soru şu: Nasıl seveceğiz?
Cevap şu: Nezaketle...
Tutku olmadan.
Çünkü tutku, tevazunun ebedi düşmanıdır.
Maddi sevginin yerine nezaketi koyun.
Sevgi soyuttur, onu nezaketle somutlaştırın.