17 Nisan 2020

David Lynch ile Papa

İnsanın anlam krizini birkaç aylık karantina ile çözemeyeceği kesin ama artık çok fazla vaktimizin kalmadığı da kesin

Amerikan sinemasının muhalif yönetmeni David Lynch ile Papa'nın aynı görüşü savunduğu, aynı dileklerde bulunduğu günleri yaşıyoruz. Eski dünya ve egoizm bir daha geri gelmesin...

Dün birçok Batı yayın organında İsrailli tarihçi Hariri'nin de benzer düşünceleri yer alıyordu: "Dünya Koronavirüs salgınından ancak birleşerek ve global bir dayanışma ağı oluşturarak kurtulabilir. Bu mikrop sağanağı geçecek elbette ama bu süreçte yapacağınız seçimler geleceğinizi belirleyecek!"

Hariri'nin ilginç saptamalarından biri de şu oldu: "İnsanlık son 200 bin yıl içinde en yüksek refah düzeyini yaşıyor ama 200 bin yıl öncesinden daha mutlu değil."

Geçmiş deyince nedense aklıma hep magazin basının o klişe cümlesi takılıyor, "Yoğun iş temposu arasında". Galiba, tüm rezillik bu cümlenin içini doldurabilmek için yaşandı. En azından, Türkiye'de bu böyle oldu. Boş gözükmemek, bir yerden bir yere koşturuyormuş gibi yapmak...

Bu cümlenin öznesi genelde piyasada boy gösteren iş adamlarının karıları oluyordu. Ama hemen herkesi bir şekilde etkisi altına aldı. 21. yüzyılın hızı, boş geziyor gözükmemek için uydurulan işler... İş insanları ise dünya genelinde "büyümek" adı altında içinde yaşadığımız gezegeni yok etmenin çaresine bakıyorlardı. Ekonomi, politika, hatta kültür alanına kadar hem her alanda "tüketmek" için üretiyormuş gibi yapmak...

Umutsuzca ve umarsızca bir koşuşturma. Çerçevesi ne olursa olsun anlamsızca bir koşuşturma...

Birisi Ferrari'sini satıp biraz düşünmek için dursa kitap yazıyor, üstelik çok satıyordu.

Üst gelir grubu ile en alt gelir grubu arasında ölçek, dekor-kostüm farklı olsa da hedef de sonuç da aynıydı: Biraz daha çok tüketebilmek ve mutsuzluk.

Karantina öncesi dünya denince aklıma artı değer üretmeyen, 70'lerin siyah beyaz filmlerindeki parti sahnelerinde eğleniyormuş taklidi yapan, histerik kahkahalar atan mutsuz figüranlar geliyor...

Bu durum gazetecilerin bir bölümü için de böyle, sponsorlar tarafından oradan oraya dolaştırılan bir güruh. "Lizbon'dan geldim, Sidney'e gidiyorum" demenin dayanılmaz şehveti içinde...

Fiili geçmiş kullanıyorum ama karantina bitince her şey değişecek mi? Tabi kii de hayır! Hariri'nin altını çizdiği "seçim" meselesi işte burada devreye girecek.

Bu pause'dan sonra kimisi resetlenecek, kimisi ise nerede kalmıştık diye abur cubura devam etmek isteyecek.

Benim görebildiğim, 'durmanın' işsiz kalanlar, aç kalanlar, zor durumda olanlar dışında hemen herkese iyi geldiği. Unuttuğumuz basit insani hasletlerin, hatta ekmek yapmanın yürekleri yumuşattığı...

Bilgilerin de son kullanma tarihi vardır, eski dünya bilgilerinin bir çoğunun çöpe atılacağını umuyorum bu vesile ile...

Küçük bir Boğaz köyünde oturuyorum. Karantina başlayınca sahil hattındaki tüm lokantalar kapandı, ara sokaklardakiler de. Çöp konteynırları eski tip olmadığından sokak hayvanlarının karınlarını doyurabilecekleri bir yer kalmadı. Herkes evde kalırsa onlar da aç kalır diye birçok hayvansever gibi sokak başlarına kuru mama koymaya başladım. Bunu yeni dostluklar, durumlar izledi. Örneğin, otobüs terminalinin oradaki şoförler yanlarından ayrılmayan sarı kedinin aslında aç olduğunu fark etmemişlerdi. Sevgi, öğrenilen bir şeymiş. Kuru mamalar geldikçe bir baktım, onlar da evden ciğer, tavuk, peynir getirmeler derken Limon'u bayağı evlat edindiler. Sonra kedi sayısı artmaya başladı. Bir baktık, Limon ilk göz ağrı olması hasebi ile şımarmış, mamasını paylaşmıyor, herkese posta koyuyor. Limon'a ayar verdik, hemen anladı ve biraz kenara çekildi.

Şimdi bayağı bir kalabalık var ama artık hep birlikte bakıyoruz. Zor değil, zevkli olmaya başladı. Durağa yarı kırık bir sandalye getirdiler, karnı doyduktan sonra Limon o sandalyeye yerleşip muhabbetlerine ortak olmaya başladı.

Dün bir böcek girmiş hayvanların boşalmış su kabına. Genç bir şoför arkadaş tam yeni suyu koyacakken böceği gördü ve "Kaş yaparken göz çıkarmayalım" diyerek küçük böceğin kabı terk etmesini sabırla bekledi. İşte yeni dünyanın müjdecisi bu duygu ve davranış biçimi olacak, böcek ile eş değer canlılar olduğumuzu anlamak...

Eski davranış kodu mu? Doğa'ya kaçıyoruz başlığı adı altında yazlığa gidince bile önce oradaki tüm canlı mevcudatı yok etmek için Migros'a koşup "haşere ilacı" almak, yerlileri yok etmek isteyenler...

İnsanın anlam krizini birkaç aylık karantina ile çözemeyeceği kesin ama artık çok fazla vaktimizin kalmadığı da kesin.

Büyük gazetecilik tekrar oyunun merkezine dönebilir mi?

Peki bu süreç, gerçek gazeteciliği geri getirebilir mi? Çok umut verici örnekler var.

ABD ve Batı'da bazı gazetelerin Covid-19 ile birlikte yok olacağı söyleniyor. Ekonominin durgunluğu, reklam veren sayısının aşırı düşmesi, barter modelinin tükenmesi... Ama umut veren işaretler de var. Örneğin, İtalya'da haber siteleri daha fazla okunmaya başlanmış. Keza, kağıt gazetelerin satışında da artış olmuş. Küçücük kasabalarda bile günlük gazete alanların sayısı çoğalmış. Hem de hiçbir tanıtım, reklam olmaksızın...

Hastanelerden bilgi vermeye devam eden muhabirler, virologların ve epidemiyologların dilini açıklayabilen editörler, bunaltıcı sayıların ve analizlerin karşılığını açıklayabilenler... Gerçeğin bir anlamı kalmadığında bile gerçeği anlamak ve anlatmak için iş başında olanlar... Gazeteciliğin beyin kadar kalp ile de yapılan bir şey olduğunu göstermenin tam da sırası. ABD'den de bir örnek verirsek, Atlantik gazetesinin yüz yılı aşkın bir geçmişi var. Birkaç yıldır yayın kurulu başkanlığını rahmetli Steve Jobs'un eşi Laurene Powell yapıyor.

Atlantik, karantina nedeniyle ödeme duvarını kaldırdı. Kaldırır kaldırmaz da sitenin ziyaretçi sayısı iki katına çıktı. Buraya kadar her şey normal. Şaşırtıcı olan ise bir ayda 36 bin kişinin Atlantik'e abone olması. Neredeyse dakikada bir kişi ayakta kal, bizi aydınlat diyor... Her şeyi ücretsiz elde etmeye alışmış insanlar karşılarında gazetecilik görünce bunun ödeme yapmaya değer olduğunu, dünyayı anlamaya yardımcı olduğunu gördüler. Ama bu görme 'haber' ile oluyor, yorum ile değil. Kral çıplak, yoruma hacet bir durum yok ortada.

Bulgari'nin, Fendi'nin maske üretimine geçip ücretsiz maske dağıttığı bugünlerde ücretsiz ulaşabileceği siteye para vermeye çalışmak, gazeteciliğin tekrar geri gelmesini istemek değil de nedir?

Burada da bir 's' verirsek, büyük gazetecilik her gün, hatta her hafta yazmak istemek de değil, sürekli konuşmak hiç değildir. Bir zamanlar yaptığımız gibi koşmak, bulmak, araştırmak, hasır altı edilen bir gerçeği ortaya çıkarmak demektir.

Dünyayı bir kitap ile değiştirmek

Futuristler, astrologlar, bilim kurgucular her zamankinden daha çok okunmaya başlandı şu sıralar. Roman günün gözdesi değil gibi gözüküyor ama birçok yabancı yayın organı "Dünyayı değiştirecek kitap" diye Colum McCann'in yeni romanını lanse ediliyor. Roman evlatlarını kaybetmiş bir Filistinli ile İsraillinin arkadaşlığını anlatıyor. Kitapta hoş bir hikaye de var: MS. 700'lerde Kudüs'te bir tünel yapılmaya karar verilir. Bir grup işçi bir taraftan, diğeri grup öbür taraftan kazmaya başlayıp ortada buluşacaklardır. Ancak bu kolay bir şey değildir. Hiç şaşmadan aynı yönde buluşmak o günün teknoloji ile neredeyse imkansızdır. Bu yüzden, bir grup çapalarken diğer grup durup onların sesini dinler, ses vererek birbirlerine doğru yol alırlar ve sonunda kucaklaşırlar.

Bu öykü, bugün de geçerliliğini fazlasıyla koruyor. Birbirlerini dinleyenler sonunda kucaklaşabilecekler!

Bizde ne zaman yayınlanır bilmiyorum ama yılın en tartışmalı kitabı ise hiç kuşkusuz Woody Allen'ın "Hiçbir şey hakkında" adlı otobiyografisi. Meraklılarının bildiği üzere, ünlü yönetmenin gerçek oğlu Ronan Farrow'un da müdahalesi ile kitap yayınlanmamıştı ancak kitap geçtiğimiz haftalarda bütün tepkilere rağmen çıktı. Kitaptan ilginç bir bölüm: "Dylan'a hiç dokunmadım, tersini düşünse de Mia Farrow tarafından rahatsız edildi. Farrow buz gibi bir kadındı. Kötü bir çocukluk geçirmişti ve çocukları satın alınacak bir nesne olarak gördüğü için sürekli evlat ediniyordu."

Bir başka otobiyografi ise "Büyük Bukowski'nin mektupları". Yazarın mektupları, yazarlara yönelik aşağılamalar, aşk öfkeleri ile dolu... "Daktilonun sesi, duymak istediğim tek ses galiba. Yanında bira ve scotch bardakları, bir de sigara tüttürmeliyim burnumun ucunu yakarak... Sanılanın aksine, yazar olmak asla karar verdiğim bir şey olmadı. Kendimi iyi hissetmek istedim, bu da yazı ile oldu."

Yazarın Diğer Yazıları

Hükümetlerin, savaşların zulmüne uğrayan yazarlar, şairler

Uluslararası PEN hükümetlerin - savaşların zulmüne uğrayan yazar ve şairler hakkında bir rapor yayımladı

"Tutti Frutti"den Kızılcık Şerbeti'ne

Diğer her şey hayatın olağan seyrine uygunmuş gibi, laikçi görünümlü siyasal İslam propagandası pompalanıyor, diye isyan eden edene

Mazisi silinenlerin ülkesi olduk

Niyetim bıkmadan usanmadan yaşadığımız topraklarda insanların giderek sığınabilecekleri rutinlerinin, mekanlarının elinden alınmasına dem vurmak