Politika yazmayı sevmem. Yazsam bile, bu yazıların ‘içinden sanat geçen’ yazılar olmasına özen gösteririm. Ben bir kültür adamı, bir sanat aşığıyım çünkü...Ve yazılarımın, kitaplarımın bu temel yönde akması gerekir diye düşünürüm.
Ama öyle anlar oluyor ki, kaleminizin ucundan gürül gürül siyaset akıyor. Ve buna engel olamıyorsunuz. Öylesine kritik bir durum. Ve herkesi olduğu gibi sizi de öylesine etkileyen bir süreç yaşanıyor...
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sözedeceğimi sanırım sezdiniz. Ülkemizin yakın (ve de uzak) geleceği için öylesine önemli, giderek yaşamsal bir süreç ki bu...Yarın-öbürgün, artık bu ülkede yaşanır mı, yaşanmaz mı sorusunu bile sorduracak kadar önemli. Ve ben bu konuda görüş vermeyi görev sayıyorum.
Bu seçimin öncesindeki CHP-MHP yakınlaşmasını son derece doğal ve yararlı bulduğumu belirtmeliyim önce... MHP’nin milliyetçilik anlayışında benim de onaylamadığım ve çağdaş bulmadığım tonlar olabilir. Bu iki partinin temsil ettiği görüşlerin kimi konularda biraraya gelmeyi zorlaştırdığı da düşünülebilir.
Ama bulunduğumuz noktada, tüm bunlar önemini yitirdi. Cumhuriyet tarihimizin bence en tehlikeli, en zararlı, ülkeyi ve halkı bölmeye yönelik bir iktidar anlaşıyını yaşıyoruz. Tüm kavramları altüst eden, tüm toplumsal dengeleri sarsan, bunca yıldır edinilmiş tüm hakları olduğu gibi, görece olarak kısa (kabaca 60 yıllık) demokrasi maceramızda oluşmuş tüm gelenekleri, tüm kurumlaşmaları yok eden bir anlayış. Olabildiğince çabuk işbaşından uzaklaştırılması şart olan...
Böyle bir durumda, temel ayrımı İnananlar-İnanmayanlar olarak yapmak ve temelde laik bir partinin, temelde kendisini dine adamış bir zatı aday göstermesini eleştirmek doğru mu? Kimilerine göre elbette doğru. Onlar, adına ister laik, ister ‘kemalist’, ister Atatürk’çü, isterseniz sosyalist veya sosyal demokrat deyin... Onlar, tüm bu görüşleri ya tek başına ya da belli dozlardaki bireşimiyle temsil edenler.
Onlar da son derece bağnaz ve tutucu olabilirler. Çünkü muhafazakarlık, bağnazlık veya tutuculuk, genelde sanıldığı gibi yalnızca sağ ideolojilere özgü kavramlar değildir. Solda da parlak örnekleri görülür: en koyu sağcıları aratmayacak kadar...
Asıl ayrımı dine inananlar ve inanmayanlar diye yapmak, bana göre her zaman yanlıştır, içinde bulunduğumuz ortamda daha da yanlıştır. Ayrımı örneğin namuslular-namussuzlar, vatanını sevenler-sevmeyenler, kendilerini topluma adamışlar- kendilerini paraya ve güce adamışlar vb. biçimlerde yapmak çok daha doğrudur. Kemal Tahir’in ünlü ‘namuslu olmak için önce gerçekçi olmak gerekir” sözünü de başucunuzda bir yere asarak...
Çünkü, inançla ve inananla, inanmasa bile inanca saygı duyan arasında bir diyalog kurulabilir. Tıpkı inancın farklı biçimleri arasında da kurulabileceği ve kurulduğu gibi. Bakınız, hoşgörülü, çağdaş ve halkın içinden gelmiş son Papa, Hıristiyanlığın kendine göre tutuculuğunu aşarak, Vatikan’da kimleri biraraya getirebiliyor... Filistin’le İsrail’i aynı anda kabul ederek, Müslüman liderlere kucak açarak, dinler-arası diyalogun önemini her an hatırlayarak...
Oysa aynı günlerde İslam’ın genel görüntüsüne bakınız... Suriye’de, Irak’ta, Lübnan’da, Afrika’da ya da Endonezya’da birbirini doğrayan mezhep çeteleri, aynı dinden olup aynı Allah’a inandıkları halde karşılıklı katliamları marifet sayan bir bakış... İnsanın ‘keşke’ diyesi geliyor, ‘İslam aleminin de kendine göre seçilmiş bir büyük lideri olsaydı da, bu katliamlara dur diyebilseydi’...
Bizlerse güçlü bir Müslüman ülke olarak bu büyük meseleler üzerine kafa yormaktansa, iktidardakilerin her gün istedikleri gibi sallayıp önümüze sürdükleri yüzeysel ve uçarı bir gündeme kapılmış gidiyoruz. Herşey gözümüzün önünde olup bitiyor: tüm o evlerde depolanmış servetler, kutulardan fışkırmış paralar, yasal veya değil ama gerçek olduğu belli ‘tapeler’den sızan soygun itirafları, rüşvet ve paylaşma kanıtları... Bir türlü kurulamayan komisyonlarla aklanamayan bakanlar, veliahtların iç ettiği paraların üzerine oturtulmuş vakıflar, bir büyük çetenin gözümüzün içine bakarak söylediği yalanlar...
Ve işte tüm bu dengeyi değiştirecek, tüm bunları tarihe gömebilecek bir büyük fırsat. Halk eliyle bir Cumhurbaşkanı seçimi. Ve RTE’dan gerçekten de kurtulma fırsatı...
Böyle bir durumda, bırakınız ideolojik bağlantıları, tüm aklı başında insanların da Kemal Tahir’in andığı “gerçekçiliğe” sığınarak düşünüp taşınmaları ve o yönde eylem yapmaları beklenmez mi? Hayır, öyle olmuyor. Siyaseti halk ve kitle için değil, sanki kendi şişmiş egoları için yapan bir kısım yazar-çizer-siyasetçi, adamı eleştiriyor. Sırf İslami kökenleri, sırf din ve inanç adamı oluşu, sırf siyaset tecrübesizliği gibi nedenlerle... Oysa ne tecrübeliler, ne sapına kadar solcular, ne Atatürk adını kartvizit gibi kullananlar gördük... Hangisinden ülkeye gerçek anlamda fayda geldi?
Belki bu kez, eğer kazanırsa, inanç kesiminden gelen bir başkan daha iyi işler yapabilir. En azından, gerçek günahın ne olduğunu bildiği için, yalan söylemez, kirli işlere bulaşmaz, para istiflemez. Ve bizlere gerçek anlamda erdemli bir kişinin, eksiklerini aşarak iyi bir siyasetçi olabileceğini kanıtlar.
Dünya çapında yankı yapacak bir büyük deneyim sunarak...
Üstelik, son olayların ışığında, önümüzdeki dönemin İslam kökenli (ve ne yazık ki giderek tüm İslam’la bağdaştırılan) kör bir terorizmle, dünyanın geri kalanı arasında bir büyük savaşıma dönüşmesi olasılığı var. Kendi adıma bakıyorum da, böyle bir seçimin bu açıdan da son derece ilginç ve denemeye değer olabileceğini düşünüyorum. Eğer seçilirse, hayatının bir bölümünü İslam dinine adamış bir Türkiye Cumhurbaşkanı’nın dünyaya, İslam ülkelerine ve de tüm o çete özentilerine verecek ne güzel mesajları olabilir!...