17 Kasım 2022

Lüks adada yemek derken talihin tokadını yemek...

Film belki kimi yabancı eleştirmenlerin dediği gibi, amaçladığı sosyal sınıflar eleştirisini beklendiği kadar yerine getiremiyor. Ama keskin diyalogları, her bir iyi yazılmış ve tam oyuncusunu bulmuş karakterleri sayesinde, büyük bir rahatlıkla, hatta keyifle izleniyor

MENÜ

X X X X

(The Menu)

Yönetmen: Mark Mylod
Senaryo: Seth Reis, Will Tracy
Görüntü: Peter Deming
Müzik: Colin Stetson
Oyuncular: Ralph Fiennes, Anya Taylor-Joy, Nicholas Hoult, Arturo Castro, John Leguizamo, Hong Chau, Aimee Carrero, Judith Light, Paul Adelstein

İşte yılın en sürprizli filmlerinden biri... Öylesine ki, tarifini yapmak zor, hatta imkansız... Bir yandan, çarpıcı ve keskin bir mizaha hizmet eden diyaloglarıyla bir ultramodern komedi sanki... Öte yandan ve hikâye ilerledikçe, son derece zengin, lüks ve sosyetik bir çevrede ve sözümona dostlar arasında, birden insan hayatının beş para etmediği ve herkesin en vahşi biçimde öldürülebildiği bir dehşet ortamı.

Ve de, ayrıca, emek kültürü ve her ülkenin sahip olduğu 'mutfak dostları' arasında (bizim etkin ve hayli eski Mutfak Dostları kaçırmasın!) bir 'ağız tadı' filmi. Az şey mi?

Evet, bir grup insan lüks bir gemide buluşarak yakındaki Hawthorne adasında açılan alabildiğine lüks bir lokantada yemeğe giderler. Daha yola çıkmadan, oradaki yemeğin kişi başı 1250 dolar olduğunu öğrendikleri halde... Hepsi, özellikle bizim ilk başta tanıdığımız Tyler (Nicholas Hoult) ve de Margot (Anya Taylor-Joy) çifti olmak üzere... Tyler kendisini lezzet peşinde koşmaya adamış ve bunu hayatının özü yapmış, biraz kafasız bir yakışıklıdır. Margot ise onun eşi yerine son dakikada yanına aldığı ve gerçek kimliğini bilmediği bir dilber. Ki bunu sonunda seyirciyle birlikte o da öğrenecektir!..

Orada gerçekten de lüks bir mekanda bir hizmetkâr ordusuyla karşılaşırlar: hepsi kendisini yemek pişirme olayına adamış, her soruya bir koro gibi yanıt veren bir aşçılar ve servisçiler ordusu. Sanki baş aşçının emrindeki bir büyük aile... Ama baş aşçı -ki neden sonra ortaya çıkar- asıl sürprizdir. Kendisini iyice merak ettirdikten sonra, birden gözükür: usta Şef Slowik... (Ralph Fiennes). Ve hikâyenin asıl ritmi ondan sonra başlar.

O, filmde dendiği gibi 'gıdanın yüce imparatoru'dur. Ve konuklarına o 'ağız hissi'ni duyurmak asıl amacıdır. Böylece şölen başlar: Fransızların 'amuse bouche' dediği mezeler; sonra ilk, ikinci, vs. yemekler. Bir ara yaşanan 'ekmek krizi': herkes ana lezzetler ne kadar yüce olsa da, yanında ekmek de ister. Hele bir ara bizzat şef ekmeğin önemine değindikten sonra... Ama buna rağmen ekmek yasaktır; hiçbir biçimde sofraya gelemez. Ve buna karşı bir isyan yaşanır.

Ama Şef aynı zamanda öylesine bir konuşma ustasıdır ki... Bir ikramını 'bir tutam hasret ve pişmanlık' diye sunar!.. Bir diğeri ona göre bir 'anı'dır sadece... Ama konukları onu sahiden kızdırmaya başladığında, kıyım da başlar. Hele o 'taco gecesi'nde... Konukların her birinin sırları, gizemleri vardır. Ve zaman geçtikçe bunlar kanlı müdahelelerle ortaya çıkmaya başlar. Bu dört buçuk saatlik yemek, kimileri için 'son yemek' olacaktır. İncil'deki gibi...

Film belki kimi yabancı eleştirmenlerin dediği gibi, amaçladığı sosyal sınıflar eleştirisini beklendiği kadar yerine getiremiyor. Ama keskin diyalogları, her bir iyi yazılmış ve tam oyuncusunu bulmuş karakterleri sayesinde, büyük bir rahatlıkla, hatta keyifle izleniyor. Son dönemde görmediğimiz ölçüde bir kara-komedi olarak... Game of Thrones, Succession gibi son derece popüler TV dizileri imzalamış Mark Mylod'un yönetimi etkileyici.

Oyunculuklar da üst düzeyde. Tyler'da Nicholas Hoult, eskimiş TV şöhretinde John Leguizamo, mutfak yazarı Lillian'da Janet McTeer, tüm olaylara hakim olmayı bilen uzakdoğulu Elsa'da Hong Chau çok iyiler.

Ama hikâyede olduğu gibi perdede de iki baş kişilik filmi sırtlarında taşıyor. Elbette Şef Slowik'te gerçekten  özlediğimiz İngiliz oyuncusu Ralph Fiennes. Ve de tüm hikâyenin belki düğüm noktası olan Margot'da Anya Taylor-Joy...

Taylor-Joy çok kendine özel fiziğine oyun gücünü de katıyor. Ve tüm sosyal güçlerine rağmen acı kaderlerine teslim olan bu 'ada talihsizleri'nin manevi lideri olmayı başarıyor.


Yarın: BARIŞ AKARSU - MERHABA

Sevgili Bursalılar;
Hafta sonu, 19 Kasım Cumartesi Bursa 3. Kitap Günleri'ne eşim Leman'la birlikte katılacak, söyleşi yapacak ve kitaplarımızı imzalayacağız.

 

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

On yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966 yılında başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Atilla Dorsay, 2013 yılından beri "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Atilla Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlattıyor.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...

 

Yazarın Diğer Yazıları

Tenis, rekabet, cinsellik ve eşcinsellik

Filmin cinsellikle eşcinselliği birleştirdiği, giderek sinemada sporla seksi inceliklerle sunan filmlerin başına geçtiği açık

Sinemanın unutulmuş bir yan dalına görkemli dalış

Dublör, belki biraz fazla uzun; ama görmeye değer bir yapım

Hıristiyanlık temeli üzerine bir gerilim

Immaculate'nin ilginç oyuncuları ve kimi kolay unutulmayacak birkaç sahnesi de var