05 Ekim 2016

King hayatımızdan çekip gitti, bize sevginin yeni bir tanımını öğrettikten sonra...

Başka bir köpek alır mıyız? Sanmıyorum. En azından şimdilik... Ama ya gelecekte? Kim bilir!.

     Evet, çekip gitti. ‘Kralımız’ bizi terk etti: King adlı köpeğimiz öldü. Bunun acısını bilenler bilir. Acımı onlarla paylaşmak, belki bilmeyenlere de küçük birşeyler öğretmek isterim.

   Benim hiç hayvanım olmadı. Yani eskiden, çocukluk veya gençliğimde… Öylesine dolu geçen bir hayatın içinde buna hiç ihtiyaç da duymadım. Ama başkalarının kedi-köpeklerini, papağan veya kanaryalarını, kablumbağalarını filan hep sevdm, okşadım, besledim. Fırsat düştüğünce…

   Eşim Leman’la flört devremizde onların bir cocker köpeği vardı: Oreks. Asıl sahibi olan merhum kayınpederim Prof. Dr. Fikret Karaca kadar Leman’ı da sever, aniden eve girip çıkmaya başlayan o yabancıya, yani bana karşı cansiperane biçimde korurdu!... Erken öldü (9 yaşında) ve Leman kahroldu.

King ve biz   Yıllar yıllar sonra, oğlum Gökhan’a Antalya’daki bir arkadaşından armağan olarak bir yavru köpek yollandı: bir terrier. Daha bir aylıktı, annesini erken terketmesi yanlış olmuştu. Bu yüzden köpeklere hiç ısınamadı, hayatı onlara havlamakla geçti.

   Oğlum Gökhan okulu, askerliği, işi derken King’i bize bıraktı. Biz de bu son derece sevimli hayvana tutulduk, onu yeni oğlumuz olarak belledik.

   Açıkçası bir hayvanı böylesine seveceğimizi, bir köpeğin bu derece yakın olabileceğini hiç ummazdım. King, ya da o dönemde bizim çocukların koyduğu bir diğer adla Ponçik, hem bize aşık oldu, hem de bizi kendisine aşık etti. Her terrier gibi huysuzdu gerçi… Köpeklerin ne kadar küçükse o kadar huysuz olduğunu o zaman öğrendim!..

    King köpeklerle arkadaş olamadığı gibi, en azgın döneminde bile bir dişi bulup çiftleşemedi. Onu kısırlaştırmayı hiç istemedik: Hayatını normal olarak yaşamasını diledik. Ama o raslantıyla ya da bizim çabamızla kendi türünden hoş hanımlarla yanyana olduğunda bile onlara yanaşamadı, tersine onları ürkütüp kaçırdı.         

    Ama insanlara karşı da pek dost değildi. Sokakta olsun, eve gelenlere olsun hep havladı durdu. Türkan Şoray’a bile!.. Onun sultanlığını King’e anlatamadık. Ama en azından evde, bu ilk birkaç dakika süren bir şeydi. Bir tür “ben bu evin sakini, hatta sahibiyim” mesajı.  Hemen sonrasında yumuşar, gidip onu koklar ve dosluk kurardı.

  Eğer konuğumuz da köpek sahibiyse hemen anlar ve  ona göre davranırdı. Örneğin sevgili dostum, Gazette 13’ün sahibi Güngör Denizaşan bize ilk geldiğinde, King hemen kucağına çıkmıştı.  Güngör de, bilenler bilir, az köpeksever değildir: Mel Gibson ya da Tanti Auguri’yi az mı sevdik!..

   Ayrıca yıllar boyu bizim eve girip çıkan tüm ünlüler, özellikle bir dönemde -2000’lerde- benim Sabah gazetesi için Pazar söyleşileri yaptığım sanatçılar onunla dost oldular. Tek ısırılma tehlikesini yine Türkan hanım atlattı. Çünkü o gün giydiği uzun, bol ve siyah giysi King’i bayağı ürkütmüştü: Gözlerinden anladım!

   Onunla ilişkilerimizde belli bir törensellik vardı. Yani belli anlarda belli şeyleri yapmak… Örneğin eve girdiğimize sanki çıldırır ve yatak odasına koşardı. Orada, yatağın üzerinde ben ve eşimle (ikimizin birlikte olması şarttı) üç-dört dakikalık bir sevişme yaşanırdı: Komple bir yıkanıp yalamayla biten… Yıkanıp yalanan elbette biz olurduk!..

  Diyelim ki üç-beş dakika sonra bir şey için evden çıktık. Ve hemen de döndük. King yine ayni seremoniyi yinelerdi: Yatak muhabbeti, öpücükler, yıkama-yalama... Onun için en küçük bir buluşma bile bir büyük sevinçti.

  Ve gece yatak paylaşılırdı. Başlarda ona bir uyku sepeti yapma girişimlerimiz başarılı olamadı. İlla da uykuyu bizimle paylaşacaktı. Yıllar boyu buna alıştık: Tüm gerekleriyle birlikte…Yani onu ezmeden yatmak, keyfi istediğinde aşağı indiği için, yine onu ezmemek amacıyla gece boyu bir ışığı açık bırakmak…

   Baştan beri hazır köpek mamalarını sevmeyen King’in bizi yönlendirmesiyle, onu ev yemekleriyle besledik. Kendi arpa şehriyesi pilavı, kendi tavuğu vardı. Ama örneğin pilavın üzerine bir şeyler koymak şarttı: Etsuyu, et parçaları ya da her türden peynir. Bizim yediklerimize de büyük ilgi duyardı.  Giderek bir ‘gurme’ olup çıktı: Pilavdan kuru fasulyeye, Fransız pate’sinden Fransız peynirlerine, kuzu pirzolasından dana bonfileye herşeyi tadan kaç köpek vardır? Çikolataya ve dondurmaya bayılır, meyvelerden üzüm severdi.    

     Yemeğine bir şeyler katmayı genelde ben yüklenmiştim. Bu yüzden eşim beni “onu bonuslara alıştırdın” diye eleştirir olmuştu.  

   Aslında köpek beslemek hayli zor ve özveri isteyen bir çaba. Gerçi asla pişman olmadık!.. Ama hayatımız nasıl değişti…Kimselere bırakamadığımızdan, başta yolculuk programları çok şeyde onu gözetmek zorundaydık. Gökhan bizim evden ayrıldıktan sonra, kızım Ece’yle de iyi bir ilişki kurdular. Ama bir yere kadar!.. Örneğin Ece onu besler, ama sokağa çıkaramaz, ürker. Bunun bir köpek için nasıl yaşamsal olduğunu bilenler bilir.    

    Elbette en zoru uzun süreli ayrılıklar, örneğin dış seyahatlerdi.  Allah'tan köpek çiftlikleri denen şeyi keşfettik. Hem de bence en iyisini… Hadımköy’de geniş bir alanda kurulu İnternational K-9 & Horse Club adlı yer. Burada o kadar çok şey yapıyorlar ki… Binicilik dersleri, at eğitimi, atçılık malzemeleri. Köpekler için köpek eğitimi, pansiyon, bakım, bir petshop.…Her iki hayvan  için de veterinerlik. Tam teşkilat bir hayvan hastanesi, aydınlık bir ameliyathane. Ve café’ler, restoranlar, piknik alanları. 

   Orası bizi kurtardı. Az yol değildi, ama her yolculuk öncesi gider, King’i bırakırdık. Ağlamasına kulak tıkayarak, kalbimiz burkulmuş olarak... Ama orada iyi bakılacağından emin olarak…

    Ancak dönüş muhteşem olurdu. Örneğin Bodrum dönüşü, eskiden yaptığımız gibi antik yöreleri ziyareti düşünmez olurduk. Oysa bu büyük zevkimizdi. Artık tek  arzumuz, bir an önce ona kavuşmaktı. Tam bir kavuşma, uzun süren bir hasret giderme… Onun sevincini kolay anlatamam. Biz onun hayatıydık, varlık nedeniydik. Ve sanırım o bizi, bizim onu sevdiğimizden çok daha fazla sevdi.

 

Köpek çiftliğinde Ramazan Bey ile   Ama hastalandı. Yaşı ilerlemişti: 14. Zaten en çok çok 15-16 yıl yaşıyorlar. Çok nadir olarak 17’ye çıkıyor. Ancak çoktan beri hastalık belirtileri vardı. Çiftliğin sahibi, müdürü, doktoru, operatörü ve herşeyi, o geniş alanı örneğin imar durumu alıp bir çırpıda bir gökdelenler cenneti haline getirmek yerine doğaya ve hayvanlara hizmeti seçmiş sevgili Ramazan Bey (Dr. Ramazan Altıntop), yanında başyardımcısı Merve Tanrıverdi’yle birlikte artık yakınımız olmuştu.

   Durumu ona anlattık. Ve işe karıştı. Zor bir günümüzde, arabasıyla bizzat gelip King’i aldı. Onu iyi tanıdığı için, hayvan hiç nazlanmadan arabaya bindi. Bu onu son görüşümüz oldu.

   Çünkü kanser olmuştu: Söylenene göre köpeklerin yaklaşık yüzde 45’ini bekleyen hastalık… Prostatı erimiş, idrar kesesi de yok olmuştu. Ramazan Bey 4 saatlik bir ameliyattan sonra, türlü kaygılara karşın bir nebze iyimserdi. Ama olmadı. O sabaha karşı King’imiz ruhunu teslim etti.

     En azından uzun sürebilecek ve hem ona, hem bizlere çok azap verecek bir hastalık dönemini önlediği için, durumdan teselli çıkarmayı denedik. Ama olmuyor. Onca zaman öylesine sevimli bir yaratıkla her şeyi paylaşınca, unutmanız sözkonusu değil. Ve zaman zaman, hatta hiç ilgisi olmayan anlarda gözleriniz yaşarıveriyor, giderek gözyaşlarınız boşanıyor. Engel olamıyorsunuz.

King'in mezarına ağaç dikiliyor    Onu orada gömdük. Başucuna bir zeytin fidanı dikerek. Bakarsınız tutar!.. Ve  insanlara mutluluk dağıtır. Tıpkı onun gibi…

    Bu yazıyı ancak günler (on gün kadar) sonra yazabildim. Öncesinde elim varmadı. Dediğim gibi, bir hayvanla böylesi bir sevgi ilişkisini hayal bile edemezdim. Ama yaşadım. Ve çok şey öğrendim.

    Başka bir köpek alır mıyız? Sanmıyorum. En azından şimdilik... Ama ya gelecekte? Kim bilir!...

 

Yazarın Diğer Yazıları

Kadın özgürlüğüne adanmış çok özgün bir komedi

Mukadderat; bir yandan yalnız bizde değil, tüm dünyada da var olan aile kurumunun miras denen olayla boğuşmasını ele alır. Öte yandan bu yaşlanmayı kabul etmeyen bir kadının portresidir

Belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi

Tümüyle sadizm ve sado-mazoşizm duygusu sinmiş "Barda 2", belki tüm zamanların en kanlı Türk filmi olmaya adaydır. Bu kıyımdan kurtulan pek azdır. Böyle bir filmin bir kadının elinden çıkması kendi başına bir olaydır bence...

Bir sinema tutkulusunun ölümü ve düşündürdükleri

Ölüm ilanlarının dışında ne yazılı basında ne de TV’lerin kültür saatlerinde hiç anılmadı. Oysa kapsayıcı bir bakışla, bugün Yeşilçam öncesi, kendisi ve sonrasındaki onca filmin önemli bir bölümü, bugün Sami Şekeroğlu sayesinde bizim olmuştu

"
"