03 Mayıs 2024

Kaderin elinde sönüp giden bir şarkıcının dramı

Özellikle müzikseverler için kaçırılmaması gereken filmlerden...

BACK TO BLACK

X X X

Yönetmen: Sam Taylor-Johnson
Senaryo: Matt Greenhalgh
Görüntü: Polly Morgan
Müzik: Nick Cave, Warren Ellis
Oyuncular: Marisa Abela, Eddie Marsan, Jack O'Connell, Lesley Manville, Sam Buchanan, Juliet Cowan, Thelma Ruby, Michael Siegel, Matilda Thorpe, Spike Fearn

Universal filmi, 2014

İşte son yıllarda artan biyografik filmlerden biri. İşin tuhafı, Batı'dan sonra bizde de aynı şey oluyor ve art arda biyografiler yağıyor, Bir yandan kutlanan Cumhuriyet'imizin yıldönümü ve canlanan Atatürk sevgisinin etkisiyle bu tür siyasal-tarihsel biyografiler. Öte yandan, daha da bol müzisyen hikâyeleri...

Şimdi karşımıza haftanın filmi olarak gelen Back to Black yine ilginç ve çoğundaki gibi talihsiz bir sanatçıyı anlatıyor. Yahudi kökenli bir aileden gelen kendine özgü Amy Winehouse, Londra'da işe başlamış parlak bir 'girl singer' örneği: yani şarkılarının melodisi de, sözleri de ona ait. Sonuç olarak bu tür biyografilerin en kederli olanlarından birini izliyoruz. Çünkü hayli uğraşıp tam anlamıyla zirvelere tırmandıktan sonra, bir aşırı alkol tüketimine bağlanan acıklı bir ölümle, 2011 yılında ve sadece 27 yaşında hayattan kopan bir kadın... Bu trajik ömrün hikâyesi daha önce de bir belgesele konu olmuş. Ama bu kez hikâyenin ustaca dramatizasyonu, seyirciyi daha çok etkileyebilir.

Daha önce de A Million Little Pieces adlı bir filmde yine aşırı uyuşturucu kullanan James Frey'in ve de Nowhere Boy filminde ölümsüz John Lennon'un öykülerini anlatan kadın yönetmen Sam Taylor -Johnson, artık bu işin hayli ustası olmuş. Filmde dikkati çeken çok şey var. Biri Londra'nın Avrupa'nın kültür merkezlerinden biri olarak çok iyi kullanılmış olması. Hele o Camden Town denen sanat semti... Sonra Amy'nin yaşamında basının, özellikle de paparazzi denen kesimin oynadığı rol... Magazinin eriştiği önemi ve en ünlülerin bile bu tür gazetecilere nasıl iyi davranmak zorunda kaldığını görünce, Amy'nin onları habire itip kakmasına inanmak kolay olmuyor!...

Bir başka nokta ailenin genişliği, büyüklüğü. Amy'nin başta ninesi, sonra annesi, babası, teyze ve amcaları öylesine geniş bir küçük cemaat oluşturuyor ki... Ama elbette en ilginci hayatının belki tek aşkı olan Blake'le ilişkisi. Aslında The Good Mixer adlı 90'ların popüler bir gece kulübünde karşılaşmaları başlıbaşına ilginç bir bölüm. Blake onu tanıdığı halde bunu gizliyor ve belli ölçüde soğuk davranıyor. Ama sonrası elbette tam bir aşk hikâyesi olacaktır.

Bu yakışıklı genç adamla birbirlerini sevmeleri zaten kolay olmuyor: hatta seyirciyi sıkacak kadar gecikiyor!... Ama başladı mı, öylesine başlıyor ki... Uzun süre sanki birbirleri için var oluyorlar. Ama aynı ölçüde zor bir ilişki bu... Sanki karşılıklı ve istemeden atışıp duruyorlar. Ve sonunda Blake kadını terk ediyor; bu da belki Amy'nin sonunu getiren başlıca neden oluyor. Sinemada görülmüş en acılı aşk hikâyelerinden biri. Üstelik gerçekten yaşanmış...

Aslında filmde dönemin müziğinin sayısız ünlünün adı geçiyor. Kimlerden söz edilmiyor ki... Ama ben bizzat Amy'nin kendi şarkılarından pek hazzetmedim. Gerçi kendine göre hem söz, hem de müzik açısından belli özellikleri olduğunu kabullenebilirim. Hele orada, sahnede konuşur gibi gelen sözleri... Ama yine de bu müzik benim için değildi!... Bu arada filmin adı olan Back to Black'in onun en sevilmiş albümlerinden biri olduğunu da hatırlatayım.

Ancak ne olursa olsun; filmin artıları sanki eksiklerinden biraz daha çok. Oyuncuları örneğin... Amy'yi baştan sona ustalıkla canlandıran (şarkıları da o mu söylüyor, emin değilim) 1996 doğumlu, demek ki bugün 28 yaşındaki İngiliz oyuncu Marisa Abela, öncesinde de İndustry TV dizisinde ve Barbie filminde rol almış ve dikkat çekmişti. Babada değerli karakter oyucusu Eddie Marsan, Amy'nin kaderini ellerine alan büyük aşkı Blake'de Jack O'Connell, etkili büyükanne Cynthia'da yine deneyimli Lesley Manville... Ve yaşlı-genç tüm kişiliklere hayat veren o oyuncular... Sonuç olarak özellikle müzikseverler için kaçırılmaması gereken filmlerden denebilir.


NOT: Bu ayın Milliyet-Sanat dergisindeki Sinemanın Hazineleri köşemde ele aldığım film, Arthur Penn imzalı The Chase- Takip (1966). Ve enfes bir kadrosu var: Marlon Brando, Jane Fonda, Robert Redford, E. G. Marshall, Angie Dickinson, Miriam Hopkins, Robert Duvall, Martha Hyer, James Fox... Umarım kaçırmazsınız!...

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor.

Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Din üzerine söylenebilecek ne varsa

Rüya görmek bir anlamda kelebek görmek midir? Tek gerçek varsa, o nedir? Ve sonunda acaba din bir kontrol sisteminden başka bir şey değil midir?

Bir aydın olarak İsrail suçlarına kapsayıcı bakışım

Onca yıl sonra, Yahudilerin ilk ve de son devleti nasıl oluyor da böylesine büyük bir soykırıma bizzat kendisi girişmiş bulunuyor?

Altın Palmiye’li, bol seks ve ırk kavgası içeren bir film

Filmin gayet hareketli bir kamerası var. Drew Daniels’in elinden çıkma...Sean Baker yönetimle senaryoyu gayet iyi kotarmış. Son haftaların en iyi filmi bence...

"
"