19 Ocak 2024

Fransız usulü ve kendine özgü bir fantastik sinema örneği

Asıl iç burucu ilişki baba-oğul arasındadır. Bu çöken dünyada, François için Emile korunması gereken tek şeydir. Ve onunla anlaşmak ve bağ kurmak asıl amacıdır

HAYVAN KRALLIĞI

X X X

(Le Regne Animal-The Animal Kingdom)

Yönetmen: Thomas Cailley
Senaryo: T. Cailley, Pauline Munier
Görüntü: David Cailley
Müzik: Andrea Laszlo De Simone, Sebastien Pan
Oyuncular: Romain Duris, Paul Kircher, Adèle Exarchopoulos, Tom Mercier, Billie Blain, Xavier Aubert

Fransız filmi, 2023

Geçen yılın Cannes şenliğinde Un Certain Regard-Belirli Bir Bakış bölümünün açılış filmi olan ve özellikle Fransız eleştirmenlerince çok iyi karşılanan bu film, şimdi karşımızda... Kendi adıma çok ayılıp bayılmadım. Ama ilginç olduğu ve en azından Fransız sineması için hayli yenilik ve cesaret sunduğu da kabul edilmeli.

Aslında fantastik türü severim: diğer türlerle birlikte... Vaktiyle (1996’da) çıkardığım 100 Yılın 100 Filmi kitabımda da bu türe hayli yer vermiştim: Metropolis’ten Frankenstein’a, King Kong’dan Yıldız Savaşları’na, Yaratık-Alien’den Fil Adam’a, E. T.’den Robocop’a... Ama bu filmler içinde Fransız filmi yoktu. Daha çok Anglo-Sakson (İngiliz ve Amerikan) sinemaları baskındı. Ancak şimdi öylesine bir örnek geliyor ki... Sevmesi belki biraz zor; ama ilginçlikleri de bol...

Önce bir baba-oğlu ve köpeklerini tanıyoruz. François Marindaze, oğlu Emile ve köpekleri Albert...Ya ailenin kadını, eş ve annesi? O hastanededir; etrafta giderek yaygınlaşan bir hastalık ona da bulaşmıştır. Ve onu, yani Lana’yı ilk kez görmemiz tam bir şoktur: Tüm görünüşü insanlıktan hayvanlığa, hatta canavarlığa kaymıştır artık... Tam bir dehşet anı...

Evet, çevrede ve ülkede kolayca bulaşan bu hastalık yayılmakta, insanlar aniden fiziksel bir dönüşümle canavarlığa kaymaktadır. Ülkenin –Fransa’nın- güneyinde bunun için özel bir hastane kurulmuştur; tedaviye çalışılmaktadır. Baba öncelikle oğlunu korumaya çabalar. 17 yaşındaki Emile inanılmaz derecede güzel bir delikanlıdır; yüzünde sanki bir melek masumluğu ve saflığı taşıyan... Soranlara şöyle der: “Babam aşçı, annem ise öldü!” Ve herkes birbirine sorar: “Yaratıklardan korkuyor musun?” diye...

Fırtınalı gecelerde özellikle ormanlar artık tehlikelidir; karşınıza her şey çıkabilir. Yerel jandarmadan kadın polis Julia da özellikle Emile’i korumaya çalışır. Arada vazgeçilmez gelenek Aziz John festivali gelir çatar. Etrafa “Pas de bestioles- Hayvanlar giremez” afişleri asılır!.. Yaratıklar okulu basar, panik yaratır. Emile de olanlardan nasibini alır: Dişlerini birer-ikişer sökmekten kendi kanını yalamaya marifetler sergiler. Ve özellikle sırtında, ürkünç düzeyde bir dejenerasyon, bir yozlaşma olayı başlar. Bu arada o hayvan-insanlardan Fix’le iyice dost olur; onu hayata döndürmeye çabalar. Ama cinselliği de unutmaz ve sonunda, o haliyle bile bir kadınla seks yapar: İki güzel insan için gecikmiş bir törensellikle… Hangi kadın olduğunu filmde görürsünüz...

Asıl iç burucu ilişki baba-oğul arasındadır. Bu çöken dünyada, François için Emile korunması gereken tek şeydir. Ve onunla anlaşmak ve bağ kurmak asıl amacıdır. Sonunu ise sürpriz finalde keşfedersiniz. 

Aslında Fransızların bu türe, yani fantastiğe tümüyle ilgisiz kaldığı da söylenemez. En azından ünlü yazarları Jean Cocteau’nun (1889- 1963) kitapları yok mu? Başta o ikonik La Belle et La Bete-Güzel ve Canavar olmak üzere? Keza o denli fantastik değilse de okuruna tüm dünyayı dolaştıran Jules Verne romanları da unutulabilir mi? Ama belki uzun zaman sonra ilk kez bu türe yeniden  böylesine keskin biçimde dönüş yapmak, onları etkilemiş olabilir

Ben yine en başta Emile’i oynayan melek yüzlü Paul Kircher’i övmeliyim. Umarım ve sanırım ki parlak bir geleceği olabilir sinemada... Babada eskilerden Romain Duris’i bulmak, bende geçen günlerde Narsistle Aşk filminde Melvil Poupaud’yu bulmaya benzer bir etki yarattı. İkisi de bir zamanlar Fransız sinemasının jönleri arasında olan bu aktörler biraz yaşlanmış; ama yine de başarılı oyunlarıyla ekranlara döndüler. Julia’da yine eskilerden Adèle Exarchopoulos‘u bulmak da hoştu. Hepinize iyi filmler...

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor.

Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...

 

Yazarın Diğer Yazıları

İstanbul'da yaşamanın artı ve eksileri üzerine

Bu yazıyı yazmamın baş nedeni İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin çıkardığı aylık derginin Nisan sayısı oldu. İstanbul Bülteni adını taşıyan ve AVM'ler ya da metro istasyonlarında bulunan bu dergide, İmamoğlu'nun sevgili kentimize kattığı güzellikler öylesine iyi anlatılmıştı ki...

Kaderin elinde sönüp giden bir şarkıcının dramı

Özellikle müzikseverler için kaçırılmaması gereken filmlerden...