17 Mart 2022

Emsalsiz bir iyilikle kötülük çarpışması 

Bu ilginç film ağır gelişiyor ve biraz sabır istiyor. Ama türüne yeni kapılar açıyor ve ayrıca da dört bir yandan ödülleri toplamayı başarıyor

KÖPEĞİN PENÇESİ

X X X X

(The Power of the Dog)

Yönetim ve senaryo: Jane Campion
Görüntü: Ari Wegner
Müzik: Jonny Greenwood
Oyuncular: Benedict Cumberbatch, Kirsten Dunst, Jesse Plemons, Kod Smit-McPhee, Genevieve Lemon, Kenneth Radley, Sean Kenan. George Mason

Netflix, 2021.

Sinemalara gelmeden doğrudan doğruya Netflix'te gösterime sunulan (ve hâlâ orada olan) bu filmi aylar önce izlemiş, ama nedense yazma fırsatını bulamamıştım. Şimdi, aldığı büyük övgülerden ve önümüzdeki Oscar'larda da şampiyon olması beklentisinden sonra, bir kez daha izleyip yazmak eski deyimiyle 'farz oldu'...

Bu bir bakıma 'modern western' (zaten 19. yüzyılda değil, 1920 sonlarında geçiyor) bize Montanalı kardeşler Phil ve George Burbank'ın serüvenini anlatıyor. Fiziklerinden karakterlerine her şeyleriyle zıt, bu iki kardeş... Phil güçlü, alaycı, zalim ve gerçek anlamda kötüdür. George ise tombiş, iyi kalpli, sevgiyi arayan ve bulunca da ona sadık olan bir tip. Bu ırak ve kayıp yörede tam bir erkek egemenliği, tarif edilemez bir maçoluk kültürü vardır ve yakın geçmişin büyük kovboyu Bronco Henry'nin hatırası hep yad edilir. Bir yerde de onun Phil'le olan ilişkisi (en kötü hava koşullarında, birbirlerinin kucağında uyumuşlardır) anılır.

Öte yandan, genç Peter, Kızıl Değirmen adlı bir 'restoran-oda-yemek' mekanı işleten annesi Rose'la birlikte yaşar. Babası yıllar önce ölmüştür. Bir ara, intihar ettiğini ve cesedini henüz çocuk olan Peter'in bulduğunu öğreniriz. Kızıl Değirmen'de yapılan 12 kişilik bir davet, hepsi erkek olan müşterilerin maçoluğunun bir sergilenmesine dönüşür. Phil'in 'şişko' diye çağırıp sürekli aşağıladığı kardeşi George ev sahibesiyle dostane bir ilişki kurarken, Phil de genç Peter'e takılır. Onun küçük dekoratif buketler haline getirip masaları süslediği kağıt çiçekleri kibrit gibi kullanıp yakarak... Piyanisti susturup mekanı dehşete boğmak da yine Phil'in işidir. Öküz-inek cinsinden 1000 hayvanı üst üste hadım etmek (hem de eldiven bile takmadan!) becerisi gibi...

Çevredekiler Peter'i 'gay' kabul etmekte duraksamazlar. Phil için durum şöyle özetlenir: Kocası intihar etmiş bir kadının yarım akıllı, yumuşak oğlu!.. George ise bitmez bir mutsuzluğun pençesindeki Rose'a aşık olmuştur; evlenip onu da Burbank ailesine katar. Bu olayı büyük oğul Burbank'in nasıl bir öfkeyle karşıladığını tahmin edersiniz!.. George eve bir piyano getirterek Rose'un giderek bozulan sağlık durumuna neşe katmayı dener. Ama Rose artık tam bir iniştedir ve ancak alkolle teselli bulur. Vali ve eşiyle ailenin en büyüklerine verilen davet de, yine Phil sayesinde bir skandala dönüşür.

Film giderek İyilik ve Kötülük'ün görkemli bir mücadelesi görünümü alır. Klasik western'in sınırları çoktan aşılmış, aksiyonun yerini düşünme, vur-kırın yerini felsefe almıştır. Arada görüntü yönetmeni Ari Wegner de filme büyük destek verir: Çıplak dağlar bir leit-motiv gibi gösterilirken, atlar da görüntüleri, sırtları ve yeleleriyle hep oradadır. 

Film giderek tam bir Phil ve Peter ilişkisi hâlini alır. Deneyimli Phil, her şeyiyle nefret ettiği ailenin bu son derece kendi dünyasında ve kendisinin tam zıttı genç çocukla ne yapacağını kestiremez. Öyle bir genç ki sükuneti içinde kararlı, şefkati içinde zalimdir. Yakaladığı tavşanların karnını deşip organlarını eline alacak kadar!.. Mazereti de şudur: "Aslında cerrah olmak istiyorum!"

Phil'in kendini çamura buladıktan sonra suya dalması, çırılçıplak yıkanan erkekler, yer yer yönetmenin bir kadın olduğunu hatırlatır gibidir. Ama bu arada Rose'da da dört başı mamur bir karakter çizmesi, yine Campion'un eseridir. George'un himayesinde bile kayın biraderi Phil'e karşı çıkmakta zorlanan ve özellikle oğlunu ondan korumaya çabalayan Rose, sonunda yine de kadın gücünü kanıtlamayı başaracaktır.

Jane Campion, çağdaş kadın yönetmenlerin en büyüklerinden... Yeni Zelanda, 1954 doğumlu sanat, 1990'lardan itibaren An Angel at My Table, Piyano, Bir Kadının Portresi, İn the Cut- Tutku Esirleri, Bright Star- Parlak Yıldız gibi filmler yaptı. 2009'daki sonuncusundan sonraki ilk uzun filmi bu... Sanki içinde birikmiş tüm enerjiyi ve yaratma isteğini dışavuruyor, bu filmde... Ve sinema tarihine bir inci armağan ediyor. Gerçekten de "masamıza bir melek geldi!"...  

Film oyuncularından da büyük destek alıyor. Vaktiyle ülkemize geldiğinde (Jane Campion da gelmişti, bir İstanbul festivaline) tanımak fırsatını bulduğum Kirsten Dunst, alkolik Rose'da gayet iyi bir oyun veriyor. Benedict Cumberbatch, birçok yerde yazıldığı gibi, ilk kez son derece kötü bir kişiliği ustalıkla canlandırıyor. Sahici bir nefret uyandıracak kadar... Genç oyuncu Kod Smit-McPhee, belki de hikâyenin odak noktası. Ve bu belalı rolü çok iyi hayata geçirebilmiş. İyi yürekli George'daysa Jesse Plemons görevini yapıyor.

Yönetmenler (soldan sağa): Alain-Robbe Grillet, Jane Campion ve Claire Denis bir İstanbul festivalinde (Fotoğraf: A. Dorsay)

Bu ilginç film ağır gelişiyor ve biraz sabır istiyor. O sinefil sabrı denen şey!.. Ama dediğim gibi türüne yeni kapılar açıyor ve ayrıca da dört bir yandan ödülleri toplamayı başarıyor. En son BAFTA ve Hollywood Eleştirmenler Birliği ödülleri gibi... Sanırım önümüzdeki Oscar'larda da öyle olacak ve ekipten çok isim sahneye çıkacak. 



YARIN: AMBULANS

Yazarın Diğer Yazıları

Roma tarihine ‘Güç ve Onur’ sloganı eşliğinde yolculuk

Film, belki çok uzun (148 dakika), çok karmaşık, aşırı dramatik gözüküyor. Ama yine de görmeye değer...  

İstanbul güzellikleri önünde özel bir motorla tanışmak

Rahat ve olgun bir kamerayla çekilmiş, müziğe başvurmayan bir film. Belki çok akışkanlığı olmayan, sakin ve özgün bir yapım. Ama bu özgünlüğün birçok sinefili çekeceğine inanıyorum

Din üzerine söylenebilecek ne varsa

Rüya görmek bir anlamda kelebek görmek midir? Tek gerçek varsa, o nedir? Ve sonunda acaba din bir kontrol sisteminden başka bir şey değil midir?

"
"