25 Ağustos 2024

Yakacak ama tüketmeyecek acıların tesellisi: Yakan bir yazın, film, kitap ve dizi önerileriyle muhasebesi

Yaşayan herkes bir ateş duvarının üzerine gelir. Yol ne kadar uzun olursa olsun, sevmek, kaybetmek ve birbirimize eşlik etmek cesur bir iş. Bir o kadar da yalnız. Üstesinden gelinecek değil ama altından geçilecek kederleri, kederle birlikte yol alabilmeyi, toplumun kayıplara bakışının kusurlu olduğunu anlamanın yolu biraz da izlemek ve okumaktan geçiyor bana kalırsa

Uzundur elim kağıda kaleme gitmiyor yazacağım. Yazıyı kağıt ve kalemle yazmadığım aklıma geliyor. Yazmaya çok kez başladıysam da sonunu getiremedim. Bu sene arka arkaya kayıplarla dolu, zor bir sene oldu benim için. Teselli ararken benim tercihim her zaman sanattan yana oluyor. Kitaplar, filmler her zaman bir nevi kurtarıcı. Kimi zaman yalnız olmadığını görmek, kimi zaman bambaşka hayat tasavvurlarının içinde yüzmek hep hayatın tesellisi. Bu sebeple kendimi toplayıp ilk yazımı bu yaz neler izlediğim üzerine yazmak istedim. Ne izledim, ne okudum?

İlk olarak son izlediğim filmden başlayayım. Memory (Hafıza), Mubi üyeliğiniz varsa mutlaka izleyin diyeceğim bir film. Birkaç yerde Hatır diye çevrildiğini de gördüm. Geçmişi ve hafızasında biriktirdikleri ile yaşayan bir kadın ve hafızasına pamuk ipliğiyle bağlı bir adamın hikâyesi. Ortaya, balık kılçığı gibi boğaza takılan bir film çıkıyor. Yine filmle aynı hafta okuduğum Agota Kristof üçlemesi Büyük Defter, Kanıt ve Üçüncü Yalan için de benzer bir ifade kullanabilirdim. Kılçık. Üçleme çok sert oysa Hatır/Hafıza filmi hem sert hem umutlu. Aynı hafıza konusunda ana karakterlerin zıtlığı gibi bir zıtlık barındırıyor içinde. Meksikalı yönetmenin bu filmini, adeta sulu boya gibi renklerin birbiriyle dansına benzettim izlerken. Film gerçekliği yüzümüze çarpıyor ama filizlenen aşkın umudu bir kapıyı aralıyor. Zaman, demans, travmalar hafızayı eğip büktüğünde, geriye kalanlara tutunabilir miyiz?

Peter Sarsgaard en Jessica Chastain in ‘Memory’.

Yine Mubi'de olan bir film, Pınar Fontini'nin Filmin Adı Ne? Çok önemli bir iş yaparak bir hafıza yaratıyor bana kalırsa. Yaşayan kadın yönetmenlerle çekilen bir belgesel, hem sinema dünyasında kadın yönetmenlerin görünürlüğünü artırarak temsil sorunlarına dikkat çekiyor hem de onların deneyimlerini gelecek kuşaklara aktararak toplumsal belleğe katkıda bulunuyor. Kadın yönetmenlerin kariyerlerinde karşılaştıkları zorluklar ve elde ettikleri başarılar, genç sinemacılar için ilham kaynağı olabilir. Bu yönetmenlerin farklı perspektifleri, sinema sanatının çeşitliliğini zenginleştirirken, toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın hakları gibi önemli konulara dair farkındalığı artırıyor. Böylesi bir belgesel, kadın yönetmenlerin sinemadaki yerini tarihsel bir çerçevede ele alarak, onların hikâyelerinin unutulmamasını ve toplumsal bellekte yer bulmasını sağlıyor. 

Filmin Adı Ne? yayını: İnternette nereden izlenir?

Cabrini filmini seyrediyordum dün. Bir fotoğraf karesinin içine oranlı bir biçimde yerleştirmek var figürlerini, hani mizansen diyoruz. Cabrini filmini izlerken nefis kamera açıları, gölge ve ışık oyunlarına bakarken çok şey düşündüm. Sanat tartışmaların gölgesinde hâlâ güzellikle doğrudan ilişkili. Oysa hayat hiçbir şeyi oranlı yerleştirmiyor bir kareye. Uzundur sinemanın güzellikle ve estetikle hâlâ diğer sanatlara oranla ne kadar ilişkili olduğunu düşünüyorum. Harika çekimler, nefis sahneler var. Filmi tamamlamadım ama filmde hoşuma gitmeyen şeyler çoktu. Örneğin tek bir karakterin yıldızlaşması beni rahatsız etti. İyi bir sinematografi bile bir filmi yeterince iyi yapmaya yetmiyor ya. Hayatta iyi bir sinematografi bile olmuyor çoğunlukla. Oran diyordum. Kızım geçenlerde, kitaplar ve filmler, utangaçlığı anlattığı zaman yanılıyorlar bence, dedi. Hep insan küçülüyormuş gibi anlatıyorlar kişi utangaç olduğunda, oysa ben utangaçken odada büyüyorum, devleşiyorum, herkesin görebileceği tek kişi ben oluyorum sanki dedi. O gün bugündür bir yerdeyken, oraya olan oranımı düşünür oldum. Bir odanın içine mükemmel bir oranda yerleşmek o kadar zor ki. Ben utangaç mizaçta biri değilim ama ben de hayal kırıklıklarımla büyüyorum sanki. Canımı sıkan şey büyüyor ve ben küçülüyorum sanıyordum eskiden. Şimdi ben büyüyorum, büyüyorum, büyüyorum sanki kalanlar başka hiçbir şeyin yaşamasına izin vermiyor. Bahadır Baruter'in böylesi figürlerle bir sergisi vardı. Yıllar sonra Almanya'da, Essen'deki müzenin kitap dükkanında bir sanatçının çalışmalarını gördüm ve Baruter ile ne kadar paralel bir dünyaları olduğunu düşündüm. Neredeyse bazı resimler birbirinin aynıydı. Kitabın fotoğrafını çektim hatırlamak için, ne isim, ne kitap fotoğrafı ortada yok şu anda. Bu yazıyı yazarken, ben varım kocaman bir sahilde ama dahası ben daha kocamanım. Dev dalgalar var. Elimde telefonum var. Bir plaj çantası var. İki plaj sandalyesi var. Bir tane uçmaması için sandalyelerin altına sıkıştırdığımız top var. Yan şemsiyenin altında iki köpek var. Bir de önümde okunmayı bekleyen bir kitap, Sabiha'nın Kızkardeşleri, o kadarız. Dalgalara rağmen dubalara yüzmüş ve bir yukarı, bir aşağı yaylanan bir adam var uzakta. Dışımız bu plaja oranlı, oysa içimizde hepimiz bazen çok çok, bazen az azız.

Young Woman And The Sea review

Son birkaç ay içinde izlediğim yüzme ile ilgili filmler Young Woman and the Sea, The Swimmers, Nyad, Düet sadece yüzme ile ilgili de değil, kadın ve sporcu olmakla da ilgililer. Filmlerin üçünü de beğendim, bu konuları çok sevmemin de etkisi olabilir elbette. İlk olimpiyat şampiyonu Gertrude Caroline Ederle'nin hikâyesini anlatan Young Woman and the Sea filmini en son izlediğim için mi bilmem sanki en çok onu beğendim. Bunu yazmamın sebebi şu; son dönemde o kadar çok şey oldu ki hayatımda, bir ay öncesi bana 3 sene evvelmiş gibi geliyor. Velhasıl bu filmin hikâyesinden çok etkilendim, bir sporcunun kadın olduğu için aklıma bile gelmeyen sorunlarla defaatle mücadelesine tanık oldukça bu durumun günümüzle ilişkisini de düşünmeden edemedim. Kuzey Ege'nin küçük ve sakin plajlarında hemen her gün yüzme bilmeyen kadınlarla karşılaşıyorum. Küçük oğullarının onlara eşlik ettiği kadınlarla. Yetişkin ablalarının yüzememelerini bir komiklik olarak düşünen ve onların yanında dalıp çıkan erkek çocuklarıyla. Film, olimpiyat yüzücüsünün annesin gazetede bir gemi faciası haberi okuması ile başlıyor. En çok kadın ve çocuklar ölüyor kazada çünkü yüzme bilmiyorlar, gemi karaya çok yakın olmasına rağmen kurtulamıyorlar. Ablası da denizde boğulmuş anne ne pahasına olursa olsun, kızlarına yüzme öğretmeye karar veriyor. O andan itibaren bir adanmışlık öyküsü izliyoruz. Uygun mayo yok, antrenör yok, sponsor yok, izin yok, yok ki yok. Azim var, çalışma var, yetenek var. Nihan Kaya'nın Yüzmek, Yaşamak ve Olmak arzusu kitabını da bu yaz okudum. Yüzmenin yaşamla ilişkisini düşündükçe etrafımda yüzme bilmeyen kadınların durumunun, kadının kamusal alana çıkışıyla, toplum içindeki yeriyle de ne kadar çok şey söylediğini anlıyorum böylece. Bu filmler yazlık sinemalarda, küçük yerlerde özellikle gösterilmeli bana kalırsa. İzleyin derim.

Nihan Kaya'nın birkaç kitabını okudum bu yaz. Ertelemek ve Çatı Katı, aynı zamanda Edouard Louis (ne kadar çok sesli harf!) Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri'ni okurken paralel olarak da üç diziyi bitirdim, Top of the Lake, After the Party, Friends Like Her. İzlerseniz pişman olmayacağınız diziler bana kalırsa. Top of the Lake Jane Campion'un. After the Party mutlu bir evliliği hangi şüphe uğruna tehlikeye atacağınızı ve hatta o şüphe uğruna toplumdan dışlanmayı nereye kadar kabul edebileceğinizi sorguluyor. Friends Like Her tek sezonluk sanıyordum. Son bölüm sezon finali diye bitti. Gerilimi düşmüyor. Birinci bölümde tereddütlerim varsa da devamında sardı. Hepsi Yeni Zelanda yapımı. Ben bir dizi izlemeye başlayınca özellikle yabancı yapımlarda, aynı coğrafi bölgelerde başka ne yapımlar oldu diye araştırmayı seviyorum. 

Taylor Sheridan'ın yazdığı dizileri de izledim bu yaz. Yellowstone'un ardından 1883 ve 1923'ü ardından da Mayor of Kingstown'ı. Hepsi önerebileceğim seyirlikler. Netflix'teki Decameron'a başladım ama gitmedi, Eric dizisini ise içim burkula burkula da olsa seyrettim.

Riley Keough and Lily Gladstone posing

Under the Bridge, iyi bir dizi önerisi daha, izlemesi zor. Akran zorbalığını anlatıyor dizi. Genç kızlar arasındaki akran zorbalığı konusunun daha az konuşuluyor olması üzerine son senelerde çok çalışma yapıldı. Kendi kızım da olduğu için geçen sene bu çalışmalardan birini okudum. Odd Girl Out kitabı, ilk yayımlandığında, anında en çok satanlar listesine girmişti ve akran zorbalığının gizli kültürü hakkında uzun zamandır gecikmiş bir konuşmayı ateşlemişti. Bugün bu konu daha da önemli, genç kızların arkadaşlıklarına musallat olan kötü bakışlar, alaycı notlar ve sosyal dışlanma, siber uzayda yepyeni bir yüzle karşımızda. Eğitimci ve zorbalık uzmanı Rachel Simmons, Odd Girl Out kitabında kendi gerçekleştirdiği yüz yüze güncel araştırmalara ve gerçek hayat hikâyelerine dayanıyor. Odd Girl Out, bugün kız çocuklarının karşılaştığı en acil sosyal sorunlar hakkında kesin bir kaynak olmaya devam ediyor. Dizi de bu konuda. Victoria, British Columbia'daki Craigflower Köprüsü'nün altında 14 Kasım 1997'de yaşananlar bir aileyi ve tüm bir kasabayı sonsuza dek değiştiren o olayı anlatıyor. O gece bir partide bir grup genç 14 yaşındaki Reena Virk'i neredeyse öldüresiye dövmüş, ardından da kaçmaya çalışırken iki genç onu takip ederek öldürmüş. Bu gerçek suç hikâyesi, aynı zamanda dizi izlenmeye değer kılan tüm özellikleri taşıyor. Sürükleyici, gerilim dolu. Sekiz bölüm boyunca şok edici ayrıntılarla çözülen gerçek bir cinayet soruşturması ile izleyicileri yakalayan bir dizi. Zorbalığın farklı olanı dışlama ile ilgili oluşu, farklılığın kimi zaman dil, kimi zaman ırk, kimi zaman kilo, kimi zaman huy bile olabileceğini, farklılığın kaygan zeminini sorguluyor dizi. İzleyin ve okuyun ama eğer buna gücünüz varsa diyeceğim

Susmayanlar, Neredeyse Sıradan Bir Aile ve Unbelievable neredeyse aynı temanın etrafında dönen üç dizi önerisi daha. Susmayanlar biraz daha farklı, daha popüler bir içerik, kısmen mutlu son. Son dönemde Saint Omer ve Bir Düşüşün Anatomisi gibi filmlerde de görmeye alıştığımız, inanılırlığın sorgulandığı yapımlar bunlar. Meraklısı 5Harfliler'de konuyla ilgili yazdığım Bir Düşüşün Anatomisi yazısını okuyabilir. İdeal bir mağdur olunamadığında şiddet nasıl bir suskunluk sarmalına dönüşebiliyor, diziler bunu gösteriyor bize.

Haziran ayı bana o kadar uzak geliyor ki, o günlerde izlediklerimi ancak daha önce Instagram hesabımda paylaştıklarım vasıtasıyla hatırlayabiliyorum. Shogun, Promised Land, Perfect Days çok beğendiğim, Apples Never Fall maalesef beğenmediğim yapımlardandı ama kim bilir daha başka neler izlemişimdir. Bu arada Zeytin Ağacı hakkında da pek çok yazı okuduktan sonra diziyi açıp, iki bölüm izledim ama sevmedim. Madem yerli yapım özledik, nasılsa yeni sezon çokça dizi gelir, onları izleriz diye düşündüm. 

Marlen Haushofer'in Duvar kitabını, Elizabeth Farrelly'nin Mutluluğun Sakıncaları, Julia Samuel'in Bu da Geçecek, Mineke Schipper'in Bir Kemikten Bin Söze: Dünya Atasözlerinde Kadın, Tomris Uyar'ın Diz Boyu Papatyalar ve Asiye Cebar'ın Aşk ve Fantazya kitaplarını satır aralarında geçirmesem de bu yaz bitirdim. 

Kayıplarımla başladım. Kayıplar hayatın içinde. Dante'nin İlahi Komedya'sında Virgil, Dante'nin cehennemden Araf'a geçişinde ona rehberlik eder; ta ki Dante bir alev duvarıyla karşılaşıp korkarak kaçana kadar. Ama Virgil ona şöyle der: "Başka seçeneğin yok. Bu ateş yakacak ama tüketmeyecek." Dante hâlâ korkmaktadır. Bunu hisseden Virgil elini omzuna koyar ve "Başka seçeneğin yok" diye tekrarlar. Bunun üzerine Dante cesaretini toplar ve içeri girer." Yaşayan herkes bir ateş duvarının üzerine gelir. Yol ne kadar uzun olursa olsun, sevmek, kaybetmek ve birbirimize eşlik etmek cesur bir iş. Bir o kadar da yalnız. Üstesinden gelinecek değil ama altından geçilecek kederleri, kederle birlikte yol alabilmeyi, toplumun kayıplara bakışının kusurlu olduğunu anlamanın yolu biraz da izlemek ve okumaktan geçiyor bana kalırsa. Doğduğumuzdan itibaren seviyor ve kaybediyoruz diyen yazar, It's Ok not to be Ok kitabında, kaybettiğimizde ne olabileceğini hiç öğrenmiyoruz, diyor. Kayıplarımızın bizi yakacağı ama tüketmeyeceği inancıyla okumaya, izlemeye ve yazmaya devam etmeyi arzu ediyorum.

Aslı Kotaman kimdir?
 

Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.

Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.

Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.

Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içersinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Ağla çocuk ağla, annen alsın açma

Sessizliği severim, ama sessiz bırakılmayı asla. Sessizlik, düşüncelere yer açar; ama sessiz bırakılmak, insanın varoluşuna gölge düşüren bir durumdur. Şu an bu satırları yazarken, sahilde simit ve açma satan adamın sesi dalgaların arasında yankılanıyor: "Ağla çocuk ağla, annen alsın açma"

Sonbahar, filmler ve sırlar: Eylül'e hazır mıyız?

Hayatın doğal akışı içinde geçmişin yükleriyle nasıl başa çıkacağımızı öğrenmemiz gerekiyor. Geçmiş benim ve çok değerli, ancak sürekli olarak geriye bakarak yaşarsam, önümdeki yolları ve olasılıkları kaçırabilirim. İlerlemek zorunda değilim, ama kendi yolumda zikzaklar çizerek, bazen daireler çizerek ilerlesem de geriye bakarak devam edemem

Zayıf erkek şişman kadına aşık olursa

Toplum her zaman şişman insanlardan nefret etti. Bu nefreti sürdürmek için endüstriler inşa edildi. Bu, şişman insanların şişman olmamaya çalışmasına ve şişman olmayan insanların şişman olmaktan korkmasına neden oldu. Sistem, herkesin kendinden nefret etmesini ve ya zayıflamak ya da zayıf kalmak için trilyonlarca dolar harcamasını sağladı

"
"