29 Eylül 2024

Rağmen

Herkesin kendi hikâyesinde bir "rağmen" anı vardır; kimimiz kayıplarımıza rağmen devam ettik, kimimiz kırgınlıklara rağmen affettik

Eski arkadaşlarımın yanına gitmek üzere yoldayım. Arabayı sürerken hafızamda hızla canlanan anılarla cebelleşiyorum. Bir gülüş, bir duruş, insanın aklında nasıl da hem çok şey hem hiçbir şey kalıyor. 20 sene öncesine dönüyorum; o zamanki ben, bugünkü benin oldukça uzak bir versiyonu gibi. Aynı insan değilim. Gençtik, hayatın bizi nereye savuracağını henüz bilmiyorduk. Onlarla ilk tanıştığımda, bir kızım olacağını, geceleri uykusuz kalacağımı, zamanın böylesine hızla geçeceğini düşünmek bile aklımın ucundan geçmemişti. Kendi hayatlarımızı kurarken, dostlukların bu kadar uzun süreceğini hiç tahmin etmemiştim. Her birimiz ayrı yollara savrulduk; işlerimiz, evliliklerimiz, başka şehirler, bazen başka ülkeler...

Ama şimdi, bunca yıl ve mesafeye rağmen, yine bir aradayız. Yıllar geçerken hayatın bize getirdikleri, götürdükleri, içimizde bir yerlerde kök salmış dostluklara zarar verememiş. Tüm bu zaman boyunca farklı yollarda yürümüş olsak da yollarımız bir şekilde yine kesişiyor. Rağmen. Tüm farklılıklara, değişen koşullara rağmen, o bağ hâlâ duruyor. O bağ, sessizliklerin, kopmaların ve bazen söylenemeyenlerin ötesinde bizi birbirimize bağlıyor.

Bu düşünceler arasında, içimizden birinin, İsveç’te profesör olan arkadaşımın, yıllardır rezilyans, yani dayanıklılık üzerine çalıştığı aklıma geliyor. Onun araştırmaları, insanların zor zamanlarda nasıl toparlanabildiklerine, travmalara rağmen nasıl güçlenebildiklerine dair. Hayatın zorluklarına karşı direnmek... Belki de bu dostluklarımızın da sırrı burada: Yıllar içinde yaşadığımız her şeye rağmen ayakta kalabilmek, yeniden buluşabilmek, bir arada kalabilmek.

'Rağmen' kelimesi, kısa ama derin anlamlarla dolu. Herkesin hayatında bir “rağmen” vardır. Hepimiz bir şeylere rağmen yaşarız: Hayal kırıklıklarına, kayıplara, pişmanlıklara rağmen. Bu kelime beni düşündürüyor çünkü hayat bir şekilde devam ediyor, sanki dünya bu "rağmen"ler üzerine inşa edilmiş.

Bu düşünceler arasında, geçtiğimiz günlerde izlediğim Bahar dizisi aklıma geliyor. Aslında bana rağmen fikrini veren de dizi ile ilgili bir paylaşımdı. Dizinin ana karakteri, tüm zorluklara, hastalıklara ve imkânsızlıklara rağmen kendi yolunu bulmaya çalışıyordu. Hayat onu nereye savurursa savursun, daima bir çıkış yolu buluyordu. Tıpkı bizim de hayatlarımızda olduğu gibi; biz de kendi içsel 'Bahar'larımızı bulmuştuk bir şekilde. Herkesin kendi hikâyesinde bir "rağmen" anı vardır; kimimiz kayıplarımıza rağmen devam ettik, kimimiz kırgınlıklara rağmen affettik.

Peki, “rağmen” nedir? Psikolojide bu kelime, insan dayanıklılığıyla, yani “rezilyans/dayanılılık” kavramıyla yakından ilişkilidir. Rezilyans, bireylerin travma, stres ve kriz gibi zorlayıcı yaşam olaylarına rağmen kendilerini toparlayabilme, ayakta kalabilme ve hatta güçlenebilme kapasitesidir. Psikolog Emmy Werner, insan dayanıklılığı üzerine yaptığı araştırmalarda, bazı insanların olağanüstü zorlayıcı koşullara rağmen nasıl başarılı bir şekilde hayata tutunabildiklerini inceler. Werner, çocuklar ve yetişkinler üzerinde yaptığı uzun süreli çalışmalarında, sosyal destek ağlarının ve bireysel içsel güçlerin "rağmen" deneyimini mümkün kıldığını gösterir. Bu 'rağmen', bireyin tüm zorlayıcı şartlara rağmen direnç gösterebilme kapasitesinin temel taşıdır.

Psikiyatrist Michael Rutter, dayanıklılığın sadece bireysel içsel güçlere dayanmadığını, aynı zamanda çevresel faktörlerin de büyük bir rol oynadığını vurgular. Ona göre, güvenli bağlanma ilişkileri, sosyal destek ağları ve olumlu topluluk ortamları, bireylerin zorlayıcı durumlarla başa çıkmalarına yardımcı olan kritik unsurlardır. Bu yaklaşım, dayanıklılığın yalnızca bireysel bir yetenek olmadığını, çevreyle olan etkileşim sonucu gelişen bir süreç olduğunu gösterir.

Ann Masten ise dayanıklılığı "sıradan bir mucize" olarak tanımlar. Masten, dayanıklılığın insan doğasının bir parçası olduğunu ve olağanüstü bir özellikten çok, gelişim süreçlerinde ortaya çıkan doğal bir kapasite olduğunu söyler. Çocukların dayanıklılık geliştirebilmesi için destekleyici aile ortamlarının, sosyal ilişkilerin ve başarıya yönelik olumlu deneyimlerin önemini vurgular. Masten’e göre, insanın en zor anlarda bile devam etmesini sağlayan bu kapasite, insan doğasının vazgeçilmez bir parçasıdır.

George Bonanno, dayanıklılığı "esneklik" olarak tanımlayarak travmatik olaylar karşısında insanların hızlı bir şekilde toparlanma yeteneğine dikkat çeker. Bonanno, bireylerin travma veya kayıplardan sonra şaşırtıcı derecede hızlı bir iyileşme gösterdiğini ve bu esnekliğin, yaşanan zorluklara karşı direnişi artırdığını savunur. Bonanno’nun teorisi, insanların travmalar karşısında iyileşmelerine, olaylara yeni anlamlar yükleyerek devam etmelerine olanak tanır. Ama bu fikre kendimi yakın hissedemiyorum. Hızlıca toparlanmak da nedir?

Dayanıklılık kavramının bir başka önemli katkısı ise Viktor Frankl'dan gelir. Frankl, en zor koşullar altında bile yaşamda anlam bulmanın bireyi ayakta tutan en önemli güç olduğuna inanır. Onun ünlü eseri İnsanın Anlam Arayışı'nda ifade ettiği gibi, "Neden yaşadığını bilen, hemen her şeye katlanabilir." Bu yaklaşım, dayanıklılığın insanın içsel anlam arayışıyla bağlantılı olduğunu ve zorlukların anlamlandırılmasıyla bireyin dayanıklılığının güçlendiğini ortaya koyar. Frankl, insanların zorluklara rağmen yaşama tutunmasının anahtarının, hayatlarına bir anlam katma becerisi olduğunu savunur.

Arkadaşlarımın yanına yaklaşırken, dostluklarımızın bu kadar yıl boyunca nasıl ayakta kaldığını düşünüyorum. Bunca değişime, mesafeye ve bazen yıllarca birbirimize sessiz kalmamıza rağmen. Bizi bir araya getiren şey ne? Birbirimize sarıldığımızda, hiç kopmamış gibi hissettiğimiz o bağ nereden geliyor? Hepimiz farklı hayatlara, farklı yollara savrulduk, ama bir şekilde yollarımız yine kesişiyor. Yıllar boyu yaşanan tüm değişimlere, farklı yollara savrulmamıza rağmen, her buluşmamızda aynı sıcaklıkla birbirimize dönüyoruz. Bu bağın kökeninde ne var?

En sevdiğim dayanıklılık yorumu, geçenlerde Bir Aile Meselesi podcastini dinlerken Serdar Bey’in önerisiyle keşfettim. Dr. Lucy Hone, dayanıklılık için birinci kuralın "Neden ben?" diye sormamak olduğunu söylüyordu. Çünkü hayat, herkese bir şekilde zorluklar getirir; olaylar sadece bize özgü değildir. Herkes, bir noktada, yaşamın beklenmedik ve acı verici yönleriyle karşılaşır. Önemli olan, bu zorluklar karşısında neden sorusunu sormak yerine, bunlarla nasıl başa çıkacağımıza odaklanmaktır. Bu Stoacı bakış açısı gönlümü fethetti.

Bu yorum, bana sporda sıkça gördüğümüz bir durumu hatırlatıyor. Bir sporcu sakatlandığında, maç kaybettiğinde ya da kötü bir performans sergilediğinde, çoğu zaman “Neden ben?” diye sormak yerine, toparlanma sürecine odaklanır. Futbol dünyasında, örneğin bir oyuncu uzun süreli bir sakatlık yaşadığında, sporcu genellikle bu soruyu kendine sormaz. Bunun yerine, geri dönüş yolculuğunu nasıl şekillendireceğine, antrenman ve tedavi sürecine nasıl katkıda bulunabileceğine odaklanır. Büyük sporcuların dayanıklılığı, fiziksel olarak olduğu kadar zihinsel olarak da kendini gösterir.

Ünlü tenisçi Rafael Nadal’ın kariyerine baktığımızda, dayanıklılığın ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Sıkça yaşadığı sakatlıklar, onu birçok kez kortlardan uzak tutmuş olmasına rağmen, Nadal her defasında daha güçlü dönmeyi başardı. Nadal, kariyeri boyunca bir dizi sakatlıkla karşılaşmasına rağmen, “Neden ben?” diye sorgulamak yerine, her seferinde dönüş sürecine odaklandı. Onun bu zihniyeti, başarılarının ardındaki en büyük güçlerden biri oldu.

Dayanıklılık, tıpkı sporda olduğu gibi, hayatta da bir mücadele biçimidir. Zorluklar herkesin kapısını çalar; kimse hayatın getirdiği engellerden muaf değildir. Ancak bu engeller karşısında nasıl durduğumuz, bizi tanımlayan şeydir. Sporcuların zihinsel dayanıklılığı, her seferinde yeniden başlama azimleri, hepimize yaşamda nasıl ilerleyeceğimize dair bir ders verir. Yaşadığımız zorluklara rağmen ilerlemeye devam etmek, hayatın bize sunduğu en büyük fırsatlardan biridir.

Bu “rağmen” kelimesi aklıma felsefenin derin bir köşesini getiriyor. Özellikle Albert Camus’nun Sisifos Söyleni’nde bu temayı görüyorum. Sisifos, sonsuz bir döngüde tepeye taşıdığı kayayı tekrar tekrar yuvarlarken, yaşamın absürdlüğünü simgeliyor. Camus’ya göre, Sisifos’un tüm bu anlamsız döngüye rağmen mutlu olması gerekiyor, çünkü varoluşun absürtlüğünü kabul edip direnmeye devam ediyor. Hayat da bu değil mi zaten? Tüm zorluklara rağmen, içimizde bir güç bizi yeniden başlatıyor, tekrar denemeye itiyor. Bu bağlamda, her bir dostluğun da bir Sisifos mücadelesi olduğunu düşünüyorum. Hayatın bizi savurduğu yönlere rağmen, birbirimize tutunuyoruz, her buluşmamızda kayayı yeniden tepeye itiyoruz.

Sisifos miti (söyleni)

Bir de film örneği, Wild (2014.) Cheryl Strayed'in hikâyesi, hayatın zorluklarına ve acılarına rağmen hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Kişisel kayıplarına, başarısızlıklarına rağmen kendini doğanın zorluklarına bırakıp yeni bir anlam arıyor. Filmde, Strayed'in içsel yolculuğu, dış dünyadaki zorlukları aşmak için kendi iç gücünü nasıl bulduğunu anlatır. Tıpkı Cheryl Strayed’in kendi “rağmen” anlarını doğada bulması gibi, biz de zaman zaman bu buluşmalarda kendi kaybolmuş parçalarımızı topluyoruz. Hayat bizi nerelere götürmüş olursa olsun, bu dostluklar bir anlamda sığınak gibi. Cheryl'in doğayla yüzleşmesi gibi, biz de birbirimize sarıldığımızda aslında yılların getirdiği değişimle yüzleşiyoruz.

Wild filminden bir kare

Bu sadece bir fiziksel buluşma değil; her bir araya gelişimizde, birbirimizin hayatlarında geçmişten kalan boşlukları dolduruyoruz. Hepimizin farklı kırılma noktaları var: biri iş hayatında, diğeri ailede, kimimizse kişisel hayallerimizde tökezlemişiz. Ancak bu buluşmalar, tüm eksikliklerimize rağmen birbirimize destek olmanın bir yolu haline geliyor. Belki de “rağmen” bize en basit gerçeği hatırlatıyor: Her gün yeniden başlamak mümkün. Ya da umalım öyle olsun. Hayatın ağırlığı ne olursa olsun, her kayıptan, her yıkımdan sonra yeniden ayağa kalkmak insanın doğasında var. Zaman, her şeyin üzerini örse de içimizde hep bir yer var ki bizi yeni başlangıçlara taşır. Göz göze geldiğimizde, o sessiz cümle kendini yeniden kuruyor: Ne olursa olsun, yaralarımıza, pişmanlıklarımıza rağmen, her gün yeni bir şans. Hayat devam ediyor, biz de öyle. Rağmen.

Rağmen, psikolojik olarak, insanın en kırılgan olduğu anlarda bile kendini toparlama, yenilenme gücünün bir yansımasıdır. Psikoloji bu süreçte içsel bir gücü tanımlar: umut, anlam arayışı ve insanın kendine olan inancı. Yaşanılan kayıplar ya da travmalar, bir bireyin hayatında derin izler bırakabilir, ancak bu izlerin bıraktığı acıya rağmen bireyler kendi yollarını bulurlar. Tıpkı Cheryl’in yolculuğunda olduğu gibi, biz de kendi “rağmen” anlarımızda güç buluyoruz.

Felsefe de bu temaya sıklıkla döner. Stoacılar, özellikle Epiktetos, "kontrol edemediklerimizle değil, nasıl tepki verdiğimizle ilgilenmeliyiz" der. Hayat bizi nereye savurursa savursun, tepkilerimiz bizim elimizdedir. Dostluklarımızda, yıllar boyunca yaşadığımız değişimlere rağmen içsel barışımızı nasıl koruduğumuz, birbirimize nasıl tutunduğumuz bu öğretiyi hatırlatıyor bana. Dışsal koşulların ne kadar sert olduğuna aldırmadan, içsel huzurumuza sarılmak bir 'rağmen' duruşudur.

Fakat "rağmen" yalnızca büyük felsefi kavramların değil, hayatın en kişisel anlarının da içinde saklıdır. Eski arkadaşlarımın gözlerine bakıyorum ve zamanın, kaybedilenlerin, değişen hayatların ağırlığını hissediyorum. Her birimiz bir şeylere rağmen buradayız; yaralarımıza, pişmanlıklarımıza, söylenmeyen onca söze rağmen. "Rağmen," bizi birbirimize bağlayan görünmez bir ip sanki. Zamanın eskitemediği, koparamadığı bir bağ.

Bu düşünceler beni Friedrich Nietzsche’nin "Amor Fati" kavramına getiriyor; kaderin sevgisi. Nietzsche, hayatın getirdiği acıları, hayal kırıklıklarını, kayıpları kabullenmekten öte, bunları sevmenin bir yolunu bulmamız gerektiğini söyler. Her şey, olduğu gibi kabul edilmelidir; kaçınılmaz olanla barışık yaşamak, kaderi sevmek.

Tam da bu noktada, Arrival filmi aklıma geliyor. Filmde, dilbilimci Dr. Louise Banks, dünyaya gelen uzaylılarla iletişim kurarken, zamanın doğrusal olmadığını öğrenir ve hayatının gelecekteki acılarını, kızıyla yaşanacak trajik sonu bile bile, onu kucaklamayı seçer. Louise, kaderini değiştiremeyeceğini öğrendiğinde, onu kabullenir ve tüm acılarına rağmen, hayatın her anını, sevinçleri ve kayıplarıyla birlikte kabul etmeyi öğrenir. Tıpkı Nietzsche’nin Amor Fati felsefesinde olduğu gibi, hayatta karşılaşacağımız acılara rağmen o anları sevgiyle kucaklamak ve geleceğin belirsizliğini bile bile o yola çıkmak gerekir.

Bu dostluklar da aynı anlayışın bir parçası olabilir. Bizi birbirimize bağlayan, sadece mutlu anılarımız değil; geçmişteki kırgınlıklar, hayal kırıklıkları ve hatta söyleyemediğimiz kelimeler de. "Rağmen," kaderin getirdiği her şeye kucak açmaktır. Nietzsche’nin Amor Fati felsefesi gibi, bu buluşmalarda sadece geçmişi hatırlamak değil, hayatın bize sunduğu her şeyi, sevinci ve hüznü birlikte kucaklamak vardır.

Hayat, bize hep daha fazlasını, daha iyisini, daha anlamlısını aramayı öğretti. Ancak belki de, bu "rağmen" duygusu bize başka bir şey söylüyor: Ne kadar kaybolursak kaybolalım, içimizde hâlâ bir yer var ki o yer bizi geri getiriyor. Tıpkı Arrival'daki Louise gibi, acı dolu geleceği bilsek bile, geçmişi ve geleceği sevgiyle kucaklamaktan başka bir yol yoktur. Göz göze geldiğimizde, kahkahalar arasında saklı olan o cümle işte burada: Ne olursa olsun, yaşamın bizi nasıl savurduğu, yaralarımızın ne kadar derin olduğu fark etmeksizin, yine de devam ediyoruz.

Belki de "rağmen," birbirimize yeniden ve yeniden dönmenin, varoluşumuzu sessizliklerimizin içinde bulmanın bir yolu. Her seferinde bambaşka yerlerde kaybolup, yine de aynı masanın etrafında buluşmak. Kırılganlığımıza, hatalarımıza, hayal kırıklıklarımıza rağmen. Biz hâlâ buradayız, bir aradayız, çünkü hayata direnmenin en güzel yolu, kaderi kucaklayıp birbirimize sarılmaya devam etmek. Rağmen.

Bir yandan da Simone de Beauvoir’un İkinci Cins’te kadınların toplum tarafından bir ‘öteki’ olarak görülmesine rağmen kendilerini nasıl tanımlayabileceklerini anlatması geliyor aklıma. Beauvoir’ın felsefesi, toplumsal baskılara rağmen kadınların kendi özgürlüklerini bulabileceğini gösteriyor. Toplumun dayatmalarına rağmen, her kadın kendi kimliğini ve hayatını özgürce yaratma kapasitesine sahiptir. Tıpkı Beauvoir’ın bahsettiği bu "rağmen" anlarında olduğu gibi, bizler de toplumsal beklentilere rağmen kendi hayatlarımızı inşa etmeye devam ediyoruz. Aynı şekilde, bu dostluklar da toplumsal rollerimizden bağımsız, saf bir dayanışma örneği olarak varlığını sürdürüyor.

Sonunda, belki de hayat bir "rağmen"ler toplamıdır. Film ve kitaplar da bu ‘rağmen’ üzerine inşa edilmiştir. Hepimiz bir şekilde karşımıza çıkan zorluklara, belirsizliklere ve absürtlüğe rağmen devam ediyoruz. Cheryl Strayed, vahşi doğada kendini yeniden keşfederken, biz de bu dostluklarda birbirimizi yeniden keşfediyoruz. Her buluşmada, hayatın tüm karmaşasına rağmen, tıpkı bir zincirin kopmayan halkaları gibi, birbirimize tekrar tekrar tutunuyoruz.

Fakat "rağmen" yalnızca büyük felsefi kavramların değil, hayatın en kişisel anlarının da içinde saklıdır. Eski arkadaşlarımın gözlerine bakıyorum ve zamanın, kaybedilenlerin, değişen hayatların ağırlığını hissediyorum. Her birimiz bir şeylere rağmen buradayız; yaralarımıza, pişmanlıklarımıza, söylenmeyen onca söze rağmen. "Rağmen," bizi birbirimize bağlayan görünmez bir ip sanki. Zamanın eskitemediği, koparamadığı bir bağ.

Hayat, bize hep daha fazlasını, daha iyisini, daha anlamlısını aramayı öğretti. Ancak belki de, bu "rağmen" duygusu bize başka bir şey söylüyor: Ne kadar kaybolursak kaybolalım, içimizde hâlâ bir yer var ki o yer bizi geri getiriyor. Yıllar boyunca unuttuğumuz, gömdüğümüz ya da ertelediğimiz her şey, bu buluşmalarda sessizce yüzeye çıkıyor. Göz göze geldiğimizde, kahkahalar arasında saklı olan o cümle işte burada: Ne olursa olsun, yaşamın bizi nasıl savurduğu, yaralarımızın ne kadar derin olduğu fark etmeksizin, yine de devam ediyoruz.

Belki de "rağmen," birbirimize yeniden ve yeniden dönmenin, varoluşumuzu sessizliklerimizin içinde bulmanın bir yolu. Her seferinde bambaşka yerlerde kaybolup, yine de aynı masanın etrafında buluşmak. Kırılganlığımıza, hatalarımıza, hayal kırıklıklarımıza rağmen. Biz hâlâ buradayız, bir aradayız, çünkü hayata direnmenin en güzel yolu, birbirimize sarılmaya devam etmek. Rağmen.


Not: Bu hafta 11 yaşına giren tatlış kızımın da doğum gününü buradan kutlamayayım mı?

Aslı Kotaman kimdir?
 

Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.

Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.

Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.

Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içersinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Mükemmel hayatın ironisi: İnşa edilen yanılsamalar

Mükemmel hayatların gerçek olmadığını biliyoruz, ama neden hâlâ bu illüzyonu inşa etmeye devam ediyoruz?

Ağla çocuk ağla, annen alsın açma

Sessizliği severim, ama sessiz bırakılmayı asla. Sessizlik, düşüncelere yer açar; ama sessiz bırakılmak, insanın varoluşuna gölge düşüren bir durumdur. Şu an bu satırları yazarken, sahilde simit ve açma satan adamın sesi dalgaların arasında yankılanıyor: "Ağla çocuk ağla, annen alsın açma"

Sonbahar, filmler ve sırlar: Eylül'e hazır mıyız?

Hayatın doğal akışı içinde geçmişin yükleriyle nasıl başa çıkacağımızı öğrenmemiz gerekiyor. Geçmiş benim ve çok değerli, ancak sürekli olarak geriye bakarak yaşarsam, önümdeki yolları ve olasılıkları kaçırabilirim. İlerlemek zorunda değilim, ama kendi yolumda zikzaklar çizerek, bazen daireler çizerek ilerlesem de geriye bakarak devam edemem

"
"