16 Mart 2025

Nezaket mi, olur mu dersin?

Bir adım geri çekilmeye, başkasına yer açmaya, yükselen seslere incelikle yanıt vermeye var mısınız? Belki yollar bizim için kendiliğinden açılmaz, ama birlikte yürüyebiliriz. El ele…

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Ayhan Işıkla başlayacağım ama konunun Ayhan Işık’la tam bir bağlantısı yok, ya da var mı? Yeşilçam filmleriyle büyüdüm, doktora tezimi bile bu filmlere duyduğum sevgiden dolayı seçtim. Ayhan Işık benim için hep siyah beyaz bir karakterdi, çünkü onu filmlerinden tanıdım. Bir zamanlar filmler siyah beyazdı ya. Bu, yalnızca teknik bir gerçek değil, aynı zamanda geçmişi algılayış biçimimizle ilgili bir metafor. Siyah beyaz, geçmişi donmuş, tamamlanmış ve belirli sınırlar içinde görünür kılıyordu benim için, çünkü dünya renkliydi ve filmler siyah beyaz.

Sonra bir gün 1962-1963 Ses dergilerinin arşivini gördüm. Ayhan Işık karşımdaydı, ama bu kez rengarenkti. Siyah beyaz olduğunu sandığım bir figür, aslında hiçbir zaman oraya sıkışmamıştı. Renk hep vardı, sadece ben onu geç keşfetmiştim. Bugün her şey rengarenk. Her an paylaşılabilir, süslenmiş, filtrelenmiş. Ama bu, hayatın siyah beyaz olduğu anlamına mı geliyor? Yok yok yok, böyle bir çıkarım yapmayacağım.

Gördüğümüz, gözümüzün alıştığı şeyler her zaman en güçlü olanlar değil. Bazen fark edilmeyen, üzerine düşünülmeyen ayrıntılar hayatın akışını değiştirir. Bir filmde fonda çalan bir müzik, yıllar sonra akılda kalan bir sahnenin asıl taşıyıcısı olabilir. Ya da en parlak yıldızın gölgesinde kalan, gözden kaçan bir oyuncu, esas hikâyeyi anlamlandırabilir. Gerçek değişim çoğu zaman sessizce gelebilir.

Renkleri fark ettiğimizde, onların her zaman orada olduğunu da anlıyoruz. Siyah beyaz sandığımız geçmişin içinde renk var. Aynı şekilde, hayat yalnızca görünenlerden ibaret değil. Bazen en büyük dönüşümleri, gözle en kolay seçilmeyenler yaratabilir. Nezaket gibi. Nezaket, gürültüye karışmaz, kendini göstermeye çalışmaz ama bir anda hayatın yönünü değiştirebilir.

Bugün nezaketi öveceğim ve nezaketi önereceğim. Bizim için ne yapabileceğini bilmiyorum ama hissiyatım, çok şeyi değiştirebileceği yönünde. Aile içinde, arkadaşlıkta, ilişkilerde, gündelik hayatta… Bağırış çağırışlar olmadan, kabalıklar olmadan, göz göze gelmeden Marmaray’da koltuk kapmaya çalışmadan bir hayat. Sessizce bir kapıyı açık tutan, sırada kendinden önce birini fark eden, masada son kalan lokmayı paylaşmayı düşünen, tartışmalarda üstünlük kurmaya çalışmak yerine anlamaya çalışan bir tavır.

Birkaç sene önce, bir gece arkadaşımla Cunda’dan Ayvalık’a giden minibüse bindik. Ön sıradayız, şoförün hemen arkasında. Kucağımda uyumak üzere olan bir çocuk var. Bir yandan çocuğun başını sabit tutmaya çalışıyorum, bir yandan da para çıkarmaya çalışıyorum. Nezaketle benim için de ödemeyi teklif eden arkadaşım, şoföre parayı uzatmak için hafifçe doğruluyor. Ayağa kalktı diyemem, zaten öyle bir yükseklik yok, sadece yerinden biraz kalkıyor. O an ayakta bekleyen bir yolcu, sanki fırsat bu fırsatmış gibi, hızla o minicik alana atlayıp onun yerine oturmaya çalışıyor. O kadar hızlı ki, arkadaşım ne olduğunu bile anlayamadan kendini, kadının kucağına düşerken buluyor. Kuyruğunu geçirdiği yer ona yetiyor. Gerisini görmeye, başkasının varlığını hesaba katmaya hiç gerek duymuyor. “Keşke söyleseniz,” diyorum ona, “Size yerini verirdi.” Utanıyor.

Küçücük bir minibüste, küçücük bir hareket içinde nezaketsizlik, tahakküm ve göz ardı ediş kendini gösteriyordu. Birinin alanını yok sayma, yalnızca kendi rahatını düşünme, bir başkasının varlığını hesaba katmama… Şehir hayatında her gün yaşadığımız, ama belki de bu yüzden fazlasıyla kanıksadığımız bir an. Metrobüs sırası kapmaya çalışan insanlar, otobüste yere sabitlenmiş gibi oturan ama yer vermeyi aklından bile geçirmeyenler, markette elini uzatıp senin almaya çalıştığın şeyi senden önce kapanlar, kasa kuyruğu olduğunu görünce sizi görmemiş gibi adımlarını hızlandıranlar.

Havaalanında güvenlik sırası beklerken araya kaynamaya çalışan, göz göze gelmemek için telefonuna gömülen yolcu. Asansöre son anda yetişen birini fark edip kapıyı açık tutmak yerine düğmeye basarak hızlıca kapanmasını sağlayan kişi. Yolun karşısına geçmeye çalışan yaşlı birini fark edip hız kesmek yerine gaza basan sürücü. Sinemada ya da tiyatroda, bir an önce yerine oturmak için insanları umursamadan aralarından geçip omuz atan izleyici. Lokantada garsona seslenirken ona ne bir lütfen diyen, ne de karşısındakinin gözünün içine bakan müşteri.

Bütün bunlar, karşındakini görmemekle, varlığını hesaba katmamakla ilgili. Sadece fiziksel alanı değil, insani mesafeyi de ihlal etmekle ilgili. Acele etmeyi, öncelikli olmayı, “benim işim önce” demeyi içselleştirmiş bir refleks gibi. Oysa, belki de en çok böyle anlarda durup düşünmek gerek.  Bunların hepsi aynı yerden besleniyor, karşındakini yok sayma hali. Ve bunu en çok, ilişkilerde görüyorum. Çiftler arasında, arkadaşlık ilişkilerinde, en yakınlarımızla kurduğumuz bağlarda… Birbirine hesap soran tavırlar, karşıdakini sıkıştırma, “Benim dediğim olacak” ısrarı… İnsanların nezaketle değil, üstünlük kurarak var olmaya çalışması. Fikirlerin değil, seslerin yükseldiği sohbetler. Karşındakinin anlatmaya çalıştığını anlamaya çalışmak yerine, bir an önce karşılık vermeye hazır beklemek.

Nezaket sadece kibar olmak değil. Birini hesaba katmak. Sadece varlığıyla değil, düşünceleriyle, hisleriyle, alanıyla… Ön sırada oturan birinin yerini kaptığında, onun senin kucağına düşeceğini ve bu durumdan hoşlanmayacağını fark etmek. Sıradaki insanın da senin gibi beklediğini anlamak. Sevgiliyle, arkadaşla, aileyle kurulan ilişkide, haklı çıkmayı değil, adil olmayı önemsemek.

Bütün bunlar belki de küçük şeyler gibi görünüyor ama en büyük dönüşümler de çoğu zaman böyle başlıyor.

Nezaket çoğu zaman edilgenlik ve zayıflıkla karıştırılıyor. Oysa direniş, sessiz ve sabırlı olabilir. Han Kang’ın Vejetaryen romanında Yeong-hye’nin et yememeyi seçmesi, yalnızca kişisel bir karar değil, toplumun dayattığı normlara karşı pasif ama derin bir direniş biçimi. Yeong-hye, çevresinin baskılarına boyun eğmeyerek, şiddetsiz bir karşı duruş sergiliyor. Bedeni üzerinden kendini ifade ediyor, fakat bu aynı zamanda var olmanın en radikal biçimlerinden biri. Bu tür bir radikal pasifizm, Yayoi Kusama’nın sanatındaki tekrar eden motiflerle kurduğu estetikle benzer bir çizgide. Kusama’nın sanatı, bireyin kendisini içinde kaybettiği ve aynı zamanda yeniden yarattığı bir alan yaratıyor. Noktalar ve sonsuz yansımalar, sadece biçimsel bir seçim değil; bireyin dünyayla ilişkisini yeniden tanımlama çabası. Kusama, çocukluğundan itibaren yaşadığı zihinsel mücadeleleri sanatıyla şekillendirirken, kendi benliğini sanatın içinde eriterek direniyor.

Nezaketin de böyle bir gücü olabilir mi? Gürültüyle değil, sessizlikle; iddiayla değil, varlığıyla kendini belli eden bir güç. Bazen en yüksek sesi çıkaran değil, en incelikli şekilde duran kişi dönüşüm yaratabilir çünkü. Nezaket, yalnızca iyi huylu bir alışkanlık değil; bazen karşısındakinin varlığını tanımayı seçmenin, onu yok saymamanın, ona alan açmanın en basit ama en etkili yolu. Tekrar olması pahasına, günümüzün hızla tükenen ilişkileri içinde, birini hesaba katmak, tartışmalarda haklı çıkmaktan çok adil olmayı istemek, sessiz ama radikal bir tavır olabilir.

Han Kang’ın Yeong-hye’si nasıl bedenini bir sınır olarak değil, varoluşunun en saf hali olarak tanımlıyorsa, Kusama da tekrar eden noktalarında ve yansıtıcı yüzeylerinde benliğini kaybederek yeniden bulur. Görünmez gibi duran, ama bir anda varlığını hissettiren bir jest. Yorulmuş bir bedene yer açmak, karşısındakini var saymak, birinin sözünü tamamlamasına izin vermek, bir tartışmada üstünlük kurmaya çalışmadan dinlemek… Belki en büyük dönüşümler burada gizlidir.

Umutsuzluğun nezaketle dönüşümü

Dijital kültür bize sürekli mutluluğu pompalıyor. Yalnızlık, kırılganlık ve kayıplar sosyal medyada estetize ediliyor, metalaştırılıyor. Oysa umutsuzluk kaçınılmaz. Onu görmezden gelmek yerine, Engélibert’in dediği gibi, içindeki enerjiyi serbest bırakmak gerek. Durun, konuyu bağlayacağım.

Birkaç sene önce bir konferansta Jean-Paul Engélibert’i dinlemiştim. Uzun, ince bir adamdı, hala öyledir herhalde. Paris’te, merkezin biraz dışında, Campus Condorcet - Centre de Colloques’ta düzenlenen bir etkinlikti. Akşamüstüydü. Havanın kararmaya yüz tuttuğu, salonun dışındaki geniş camlardan gri gökyüzünün süzüldüğü bir saatti. Konferans merkezinin çevresi sessizdi, meydanın hemen önündeki metro az sonra bizi merkeze taşıyacaktı. Nefis bir binadaydık, Paris’in hareketli caddelerinden uzak, akademik bir inziva alanı gibi.Salon büyüktü, doluydu. Ağır, düşünceli bir atmosfer vardı; insanlar konuşmayı dikkatle dinliyor, not alıyordu. Engélibert konuşmaya başladığında sesi yumuşaktı ama her kelimesi yerli yerine oturuyordu. Umutsuzluktan bahsediyordu. Ama bir çöküş hali olarak değil, bir dönüşüm potansiyeli olarak. Apokaliptik anlatılar, bilim kurgu edebiyatı üzerine konuşurken, kıyamet tasvirlerinin aslında geleceğe değil, bugünün krizlerine ayna tuttuğunu anlatıyordu. Umutsuzluk, bir felaketin pasif kabullenilişi değil, içindeki enerjinin açığa çıkarılmasıydı ona göre.

Bir noktada, edebiyatın bu tür bir umutsuzluğu anlatmanın ve ona direnmenin yollarından biri olduğunu söyledi. Öfkenin ve yıkıcılığın, özellikle politik söylemlerde kolayca örgütlenebildiği bir dünyada, edebiyatın farklı bir direnç biçimi sunduğundan bahsetti. “Sessiz ama inatçı bir direniş,” demişti. Kendi kendine kapanan, içe bakan, ama bir yandan da dünyayı değiştirmeye çalışan bir anlatı biçimi.

Yıkıcı olanın, yükselen seslerin, yok saymaların karşısında, sessiz ama güçlü bir direnç. Görünmeyen ama var olan, hissettirmeyen ama dönüştüren bir kuvvet. Engélibert’in edebiyat için söylediğini gündelik hayat için düşünebilir miyiz? Nezaketi bir eylem, bir karşı koyuş biçimi olarak görebilir miyiz?

Salonun dışında hava iyice kararmıştı. İnsanlar yavaşça dağılırken, konuşmanın üzerimde bıraktığı etki hâlâ canlıydı. Metro hıncahınç doluydu ve kulağımda Peyk’ten “Lions in a Cage” çalıyordu. İnsanlar birbirine çarpa çarpa ilerliyor, boşalan yerlere hızlıca yerleşmeye çalışıyordu. Kimse göz göze gelmiyor, her şey sanki bir yarışın parçası gibi akıyordu. Birinin çantasına istemeden dokunan, yere bağdaş kuran, ayakta telefonuna dalan insanlar. Her şey hızlıydı, hız kolaydı, hız kendiliğindendi. 

Kırıp dökmek, öfkeyle yanıt vermek, yükselen sesler, yok saymalar... Bunlar kolay. Oysa tam da dünyanın umutsuzluk içinde savrulduğu bir anda, nazik olmak, incelikle yanıt vermek, direnmenin bir yolu olabilir. Belki de en zor zamanlarda bizi ayakta tutan şey, tam da budur. Değilse bile, denemeye değmez mi?

Nezaketten bahsederken, onu nasıl tanımladığımız belirleyici hale gelmeli. Eğer nezaket, bir opera salonunda nasıl davranılacağını bilmek, doğru çatal-bıçak kullanımını öğrenmek ya da belirli bir sosyal çevrede kabul görmek için benimsenmiş görgü kurallarıysa, burada Pierre Bourdieu’nün bahsettiği kültürel kodlarla karşı karşıyayız. Nezaket, bu anlamda bir sınıfsal ayrım aracı haline gelir; belirli bir sosyal grubun kendini üstün konumlandırmasını sağlayan bir pratik olarak işlev görür. Bourdieu, toplumsal habitusun içinde şekillenen bu tür inceliklerin, dışlayıcı ve ayrıcalıklı bir sistemin parçası olduğunu savunur. Sara Ahmed de benzer şekilde, nezaketin toplumun belirli kesimlerine yüklediği bir beklenti olabileceğini vurgular. Uyumlu, yumuşak, nazik olmanın özellikle kadınlardan ve marjinalleştirilmiş gruplardan beklenen bir davranış biçimi olduğunu söyler.

Ama benim kastettiğim nezaket bu değil. Ben nezaketi / iyilik - kindness olarak düşünüyorum. Adam Phillips’in bahsettiği nezaket / iyilik. Kibar görünmek için değil, bir başkasını gerçekten görmek için, ona var olabileceği bir alan açmak için. Bu tür bir nezaket, sosyal sınıfların kurallarına değil, insana yöneliktir. Karşındakini görmek, ona alan tanımak, saygı duymak. Bir başkasının sadece varlığını değil, duyarlılığını, sınırlarını, kırılganlığını da fark etmek.

Richard Sennett, rekabetin ve bireyciliğin hâkim olduğu bir dünyada nezaketin giderek azaldığını söylüyor. Modern hayatın temposu, bireyin hep önde olmasını, kazanmasını, üstünlük kurmasını teşvik ediyor. Nezaket, bu anlamda bir kayıp gibi görülüyor; zayıflıkla, edilgenlikle karıştırılıyor. Oysa tam aksine, nezaket, kırılganlığı da tanıyan, çatışmaya değil dayanışmaya dayalı bir ilişki biçimi öneriyor. Nazik olduğunuzda, karşınızdakine alan açtığınızda, genellikle en kötü meyveyi alırsınız. Otobüste oturacak yer bulamazsınız. Sıranızı kaptırırsınız. Çünkü nezaket bireysel bir tercih olduğunda, diğerleri için sadece bir avantaj gibi görünür. Ama ya hepimiz yaparsak? Ya nazik olmanın, başkalarına yer açmanın, sadece bir jest değil, yaşanabilir bir dünya yaratmanın yolu olduğunu fark edersek? O zaman belki de, en iyisini almak için yarışmak yerine, birbirimize yer açmayı seçebiliriz. Oysa nezaket, bireysel bir kayıp değil, kolektif bir kazanım olabilir.

İyilik, yani bahsettiğim nezaket, yalnızca “kibar” olmayı değil, başkasının varlığını kabul etmeyi ve ona alan açmayı içerir. Karşındaki insana sadece tahammül etmek değil, onun dünyasını, duyarlılıklarını da hesaba katmak. Bir konuşmada sırf cevap vermek için beklememek, dinlemek. Bir tartışmada haklı çıkmaktan çok, adil olmayı önemsemek. Sokakta, toplu taşımada, market kuyruğunda, sınıfta, işyerinde, hatta en yakın ilişkilerimizde “sadece kendimiz için” değil, birlikte var olabilmek için bir çaba göstermek ve iyiliği, nezaketi bir gösteri olarak değil, içsel bir seçim olarak görmek. Çünkü nezaket yalnızca başkaları için değil, aynı zamanda kendimiz için de bir varoluş biçimi.

Phillips ve Taylor, nezaketi insan doğasının temel bir parçası olarak ele alır. Ona göre, nezaket insanın başkalarıyla anlamlı ilişkiler kurma içgüdüsüdür ve bu, yalnızca etik bir seçim değil, aynı zamanda psikolojik bir gerekliliktir. İnsanlar, içsel bir tatmin ve güven hissi için başkalarıyla empatik bağlar kurmaya ihtiyaç duyar. Phillips, nezaketin genellikle bencillik ve fedakârlık arasında sıkışıp kaldığını vurgular. Oysa nezaket, yalnızca başkalarını memnun etmek için değil, aynı zamanda kendi mutluluğumuz için de gereklidir. Başkalarına nazik olmak, bizim de kendimizi iyi hissetmemizi sağlar. Bu, doğrudan çıkar gözetmeyen ama insanın içsel dünyasında tatmin yaratan bir ilişkilenme biçimidir.

Nezaket, “ya ben ya o” gibi ikili bir denklem değildir; karşılıklı olarak var olmayı mümkün kılan bir durumdur. Karşımızdaki insana alan açmak, onu hesaba katmak ve saygı göstermek yalnızca onun değil, bizim de yaşamımızı daha anlamlı kılar.

Nezaket üzerine düşünürken Moana’nın suda yürüdüğü sahne geldi aklıma. Dalgalar yükselirken o kararlı bir şekilde ilerliyor ve sular, yol açmak için iki yana çekiliyor. Bunu bir güç gösterisiyle yapmıyor, savaşarak kazanmıyor. O sadece ilerliyor ve su, onu kabul ediyor. Nezaket de böyle olabilir mi? Dünyanın sertliğine, hızına, rekabetine karşı bir güç olarak… Ama çatışarak değil, varlığını başka bir tür dirençle hissettirerek.

Bu hafta Shrinking dizisini bitirdim. Başta hafif bir dizi gibi görünse de, insanın içini acıtan ama bir şekilde iyi hissettiren bir hikâyesi var. Kaybın içinde debelenen, hatalar yapan, yolunu bulmaya çalışan karakterlerle dolu. Bir psikoterapistin, kendi acısının içinde sıkışıp kalırken başkalarına yardım etmeye çalışmasını izliyoruz. Ama ilginç olan şu: Dizide kimse büyük laflar etmiyor, dev aydınlanmalar yaşamıyor. İnsanlar birbirine küçük küçük iyi geliyor. Bir arkadaşın varlığı, komik bir an, saçma bir şaka, ufak bir dokunuş… Bazen en büyük iyilikler, en büyük nezaketler tam da buradan doğuyor.

Nezaket bir zayıflık değil. Ama bir üstünlük gösterisi de değil. Bir savaşı kazanmaya ya da haklı çıkmaya da yaramıyor. Bazen birinin yanından geçerken yol açmak kadar basit, bazen birini dinlerken gerçekten dinlemek kadar zor. Ama kesin olan şu ki, dünya sular gibi açılmıyor genellikle. O yüzden, belki de nezaket, suyun açılmasını beklemek değil, dalgaların içinde yürümeye devam edebilmek, ne dersiniz? Yürür müyüz el ele?

Aslı Kotaman kimdir?
 

Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.

Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.

Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.

Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içerisinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

İyi hisset(me) filmleri: Duyguların görünürlüğü ve hafızanın direnişi

Popüler kültür hangi duygulara yer açıyor, hangilerini görünmez kılıyor? ‘İyi hisset’ telkininin ardında saklanan anlatılar üzerine bir düşünceler ve bir film: Hala Buradayım

Burnumuzu kaybettik

“En”ler yoksa kim olduğunu biliyor musun? En acılı, en mağdur, en karizmatik, en zayıf? İçinde yaşadığımız dünyada en’ler kaybolduğunda, geriye ne kalıyor? Kimliğimizin sıfatlardan bağımsız bir özü var mı, yoksa sadece sıfatlarımızla mı varız?

Gerçek, çatlaklardan sızar: Bir rüya, bolca kar ve sinema

Tıpkı karın bir şehri dönüştürmesi gibi, sinema da dünyaya bakışımızı değiştirir. Ve bunun için kar yağmasını beklemeye gerek yoktur

"
"