09 Mart 2025
Pazar yazıları yazmak benim için büyük bir keyif. Bir hafta boyunca ilgilendiğim konuları, zihnimde takılı kalan kavramları, izlediğim filmleri, okuduğum metinleri düşünüyorum. Bazen, çoğu zaman onlardan notlar alıyorum, bazen öyle kısa ve anahtar kelimeler yazıyorum ki sonrasında bağlantıları kendim bile çözemiyorum. Yine de aynı işlemi yeniden ve yeniden tekrarlamaya devam ediyorum çünkü vardığım noktayı seviyorum.
Bu haftanın yazısının ilk fikri, geçen pazar izlediğim Hala Buradayım filminin etkisiyle başladı. Sonra 8 Mart üzerine bir şeyler yazma fikri belirdi zihnimde. Verdiğim bir dersin konusu iyileşmeydi. Onarım, bakım, iyileşme, hafıza, unutma, anlatı, kadın, siyaset derken bilgisayarın başında buldum kendimi, bir hafta geçmişti bile. Filmdeki karaktere geri döndüm, zihnime kazınmıştı o kadın, oradan başlayacaktım yazmaya.
Oscarların yabancı filmler kategorisi çoğunlukla hep en sevdiğim. Kutsal İncirin Tohumu kalbime dokunanlardan biriydi, sanki ödülü onun almasını tercih ederdim ama Hala Buradayım da aklımdan çıkmıyor. Onarım uzun zamandır zihnimi meşgul ederken, sadece kendimizi onarmak değil, kendi yaralarımızı sararken başkalarına da dokunabilmek, bireysel iyileşme sürecinin toplumsal iyileşmeye açılan bir kapı olması düşüncesi, hafızanın onarmaya desteği, unutmamanın bizi nasıl iyileştireceği. Bu filmde unutmamaya karşı bir direnişti, dolayısıyla onarıma, iyileşmeye anlatı yoluyla açılan bir kapı.
Yıllar önce iki çift, bir sahil kasabasında, denize ayaklarımızı sarkıtıp müziklerden ve filmlerden konuşuyorduk. Bizim izlediklerimiz ve dinlediklerimiz fazla karanlık gelmiş olacakti ki, çift bize “pozitif şeyler izlemek lazım şu hayatta" demişti. Bu anektoda geri döneceğim, azzz sonra.
Bu arada bir haftada White Lotus üçüncü sezonu ve Mezarlık ikinci sezonunu izledim. Yellowjackets’ın son sezonunu bitirdim. Pitt isimli yeni bir diziye birkaç bölüm göz attım. Magarsus’un ikinci sezonuna başladım. Birkaç kitaptan bölüm okudum. Tim Parks’tan bir şeyler ve Geyikler, Annem ve Almanya öykü kitabı ve o ne muhteşem bir öyküydü! Tüm bunları izlerken ve okurken, hep aynı kavramlar belirdi zihnimde, çünkü ne düşünürsem izlediklerimden ve okuduklarımdan da onu alıyorum, bunu uzundur fark ediyorum kendimle ilgili. Bu sebeple okurken açık olmaya, kafamdaki kavramı bulmak için yola çıkmamaya gayret ediyorum. Neyse. Onarmak, iyileşmek, geçmişin izlerinden yeni bir yol açmak diyordum, Hala Buradayım filmindeki anne, silkelenerek çocuklarına bir gelecek kuruyordu. Kendi içinde başladığı bu iyileşme, çocuklarına da, çevresine de dokunuyordu. Bu sırada, kendisinden çok etkilendiğim, yazılarını uzun yıllardır takip ettiğim, benim asistan olduğum senelerde bile film alanında önemli bir profesör olan yıldız akademisyen bir tanıdığım bu filmle ilgili bir paylaşım yaptı. Ardından bu sıfatları yeniden kendisi için sıralayabileceğim bir başkası bu filmin aslında ne kadar “politically correct” olduğunu yazdı bu paylaşımın altına. Ve bu politik doğruculuk ve filme bu farklı bakışımız beni düşündürdü. Bir anda kurduğum yapıya, sarsılmaz görünen fikirlerime ve beğenime baktım. Haklı mıydı?
Beni düşündüren, filmin kendisinden çok, bu eleştirinin neyi işaret ettiği oldu. Politik doğrucu olmak bir film olmak, bir anlatının gücünü azaltır mı? Yoksa bu, anlatılan hikâyeye mesafe koymak için bir bahane mi? Ve ayrıca bu film politik doğrucu mu?
Oysa sinema salonundan çıkarken gözlerimdeki yaş, içimde bir sızı var. Hâlâ Buradayım filminin kapanış jeneriği akıyor, siyah beyaz fotoğraflar ekranda beliriyor. Salonda dağınık birkaç izleyici kalmışız. İçimde hem öfke hem hüzün var sanki Eunice’in eşini ararken hissettiği çaresizlik bir parça bana da bulaşmış gibi. Kayıplarımız demiyordu Eunice, zorla kaybettiklerimiz diyordu. Tam o sırada arkamdaki koltuklardan kalkan iki gençten biri, arkadaşına fısıldıyor:
“Ağır filmmiş… Bu aralar iyi hissettiren şeyler izlemek lazım, hayat zaten yeterince zor.”
Bu cümle, bir anda beni yıllar öncesine, o sahile geri götürüyor. “Pozitif şeyler izlemek lazım”.
Pozitif izleme nedir? Neden bazı duygular teşvik edilirken, bazıları rahatsız edici bulunuyor? Neden bazı hikâyeler kolayca sindirilebilirken, bazıları bir an önce üstü kapatılması gereken bir huzursuzluk yaratıyor? Neden aynı filmi bazımız bir duygu seli olarak nitelerken bazımız onu politik doğruculukla suçluyor? Ve zihnimde arka arkaya çok da ilgili gibi görünmeyen bu soruları yanıtlamaya çalışıyorum.
Netflix’e girince karşımıza çıkan kategoriye bakın: “İyi Hissettiren Filmler.” Banka reklamlarında her şey yolunda, sigorta şirketleri “hayatın tadını çıkar” diyor. Popüler kültürün ortak mesajı hep aynı: Kendini iyi hisset. Sorular sorma. Rahatsız olma. “Beni al, kendini iyi hissedeceksin.” Duygularımız pazarlamanın diliyle konuşuluyor artık. Hal böyle olunca, bizi rahatsız eden, sorgulatan, canımızı sıkan eserler, duygular, hikâyeler sistemin dişlilerinde doğal olarak arka plana atılıyor. Çünkü canımız sıkılırsa ya da öfkelenirsek tüketmeye ara verebiliriz; hatta daha kötüsü, düzene itiraz edebiliriz. Bu noktada “iyileşme” kavramına bir parantez açmak gerekiyor. Son yıllarda kültür sanat ortamında da her şeyin bir terapi, bir rehabilitasyon aracı olarak sunulduğunu fark ettiniz mi? Müzeler bile artık kendini birer sağlık merkezi gibi pazarlamaya başladı. Londra’da, Montreal’de doktorlar depresyon ya da kronik hastalıklarla mücadele eden hastalarına müze ziyaretini “kültürel reçete” olarak yazabiliyor mesela. 2020’lerin travmaları, pandemi, ekonomik krizler, siyasi kaos, bir yandan gerçek acılar üretirken, öte yandan dev bir “iyileşme endüstrisi” yaratmış durumda. Popüler podcast’ler, kitaplar, atölyeler sürekli “kendimizi iyileştirmek”ten bahsediyor. Önemsiz mi? Değil, çok önemli ama ben ve onlar aynı şeyi istiyorsak, ben şüphelenmeye başlıyorum, sorun o.
Burada iyileşme söyleminin kültürel bir norm haline gelmesindeki ideolojik inceliğe dikkat etmek lazım. Zira herkesin önce kendi yarasını sarmakla meşgul olduğu bir dünyada, yaralara neden olan mekanizmalar kolaylıkla gözden kaçabilir. Müzeler bir nebze huzur bulma mekânına evrilirken, müzelerin aynı zamanda rahatsız edici gerçekleri yüzümüze vuran tarafı yumuşatılıyor olabilir mi? Popüler kültür her kötü olayı bir “yaraları sarma” hikâyesine dönüştürürken, belki de o kötü olayların politik sorumluları arka planda sıvışıyor. Yumuşuyor, evcilleşiyor karakterler, hikayeler, bir duygulanım aracına dönüşüyor. Olabilir mş? Sadece soruyorum. Televizyonda trajedilerin ardından hemen “toplum olarak birlik olup iyileşme zamanı” klişesine sarılmamız, öfkeyi soğutup düzene devam etmenin bir yolu gibi geliyor çünkü bazen.
Ngai’ye göre, rahatsız edici duygular çoğu zaman bizi hareketsiz kılan, çözüm üretmek yerine sıkışmış hissettiren hallerdir. Peki, bu duyguların anlatılmaması, bizi gerçekten kurtarıyor mu? Filmler ve diziler, bize sürekli “çıkış yolu” sunarken, çıkışsız kalanların hikâyelerini yok mu sayıyoruz?"
Hangi hislerin göz önünde olacağına, hangilerinin arka plana itileceğine dair toplumsal bir tercihler silsilesi var. Popüler kültürde sevinç, aşk, gurur gibi olumlu ve katartik duyguların her yerde olduğunu fark etmek zor değil. Hollywood filmleri finalde bizi mutlu etmeye, en azından “içimizi ısıtmaya” programlı. Büyük bütçeli animasyonlar bile gözyaşlarımızı tatlı bir mutluluğa çevirmeden perdeden inmiyor. Öte yandan, gün içinde belki daha sık deneyimlediğimiz bazı tuhaf, rahatsız edici duygular var ki, pek ortalıkta görünmüyorlar. Örneğin kıskançlık, sıkıntı, tedirginlik, içten içe kaynayan bir öfke veya ne olduğunu tam koyamadığımız bir bezginlik... Kültürel teorisyen Sianne Ngai işte bunlara “çirkin duygular” diyor, prestiji olmayan, insana ve izleyiciye hemen bir rahatlama hissi vermeyen nahoş hisler Ngai’ye göre bu tür katarsis getirmeyen olumsuz duygular genellikle eyleme dönüşemez bir sıkışmışlığın belirtisi ve modern yaşamın adeta alametifarikası. Kulağa iddialı gelse de düşünün: Sürekli bir endişe halinde ama neden endişeli olduğunu bile tam bilemeyen insanlar... Ya da sistemin adaletsizliklerine içerleyip kendi kendine söylenen ama bunu ortak bir itiraza dönüştüremeyen kitleler... Bu “çirkin” duygular, içinde yaşadığımız düzenin belki de istediği gibi, bizi harekete geçmekten alıkoyan bir duygusal sis perdesi yaratıyor.
Sanatın ve medyanın büyük kısmında bu tür duyguların pek yer bulamaması tesadüf değil. Bir roman düşünün, ana karakter bütün hikâye boyunca sadece canı sıkkın ve ne yapacağını bilemez halde geziniyor, çok satar mıydı? Ya da gişe filmlerinin birinde süper kahramanımız, dünyayı kurtarmak için kolları sıvamak yerine, yarım saat ekran süresini düpedüz boş bir endişeyle duvara bakarak geçirse… Bu ancak sanat filmi olur. Çünkü kültürel üretimde duyguların hiyerarşisi vardır. Bazıları “prestijli”dir, asil bir öfke (intikam aldırır), büyük bir aşk (fedakârlık yaptırır), trajik bir keder (gözyaşı döktürüp sonra arındırır) hep dramatik örgülerimizin belkemiği. Ama bir de sıradan hayal kırıklıkları, sebepsiz melankoliler, utançlar, içten içe küskünlükler var ki, ne tam kahramanca, ne de bizi göz yaşlarına boğar. Onlar daha “sanatsal”? üretimin işidir. İşte bu hisler genelde arka planda gürültü olarak bırakılıyor, ya da komedi unsuru yapılıyor. Böylece, belli duygular kültürel görünürlük kazanırken, diğerleri görünmezleşiyor.
Peki, bu bir tercihse arkasındaki çıkar ne? Neden duyguların da bir ekonomik-politik düzeni olsun? Cevap kısmen, kapitalizmin estetik tercihlerinde gizli. Kapitalist kültür, tıpkı her şeyi metalaştırdığı gibi duyguları da birer ürün haline getiriyor. Eğlence endüstrisi, reklamlar, sosyal medya, hepsi bizde belirli hisler uyandırmak için yarışıyor. Mutlu müşteri, sadık müşteri demek. Nitekim günümüz pazarlama stratejileri “dikkat çekmek yerine duygusal bağ kurmaya” odaklandıklarını söylüyor; “mutluluk vermek ve insanların kalbini kazanmak daha önemli” diye özetleniyor.
Toplumsal olarak tahammülsüz olduğumuz “kötü hisler”, tam da değiştirme gücü barındıran hisler olabilir. Öfke mesela, haklı bir öfke, dünyayı yerinden oynatabilir. Yas ve keder, bize neyin değerli olduğunu hatırlatıp mücadele azmi verebilir. Suçluluk duygusu, yanlışlarımızı düzeltmeye itebilir. Ama popüler ideoloji bize ne diyor? “Olumsuza odaklanma, pozitif ol, yüksek frekansta kal.” Bu pozitiflik telkinleri bazen öyle uç noktalara varıyor ki, literatürde “toxic positivity” (toksik pozitiflik) diye bir kavram çıktı. Yani her durumda iyiye yormak, gülümsemek, kötü hissedene “aman boş ver neşelen” demek. Her olumsuzdan bir olumlu çıkaran bir arkadaş vardır ya grubun içinde, biraz da o işte. Gazeteci Barbara Ehrenreich, Amerikan kültüründeki bu aşırı pozitiflik saplantısını “tehlikeli bir kitle yanılsaması” olarak nitelendiriyor. Sürekli iyimser olmanın, bireysel başarısızlıkları da kişisel kusur gibi gösterdiğini; zira “pozitif düşünce ideolojisinde başarının sırrı iyi düşünmekse, başarısızlığın tek bahanesi yeterince pozitif olmamaktır” diye eleştiriyor.
Bu görüşe göre “iyi hisset” telkinlerinin arka planında, her sorunu bireyin kendi hatası ve çözmesi gereken kendi ödevi olarak gören bir dünya yatıyor. Yani ekonomik eşitsizlik, adaletsizlik, sistemin ürettiği mutsuzluklar hoop gündemden düşüyor; mutsuzsan “demek ki yeterince gülümsemedin”e varan acımasız bir tutum kalıyor. İşte tam da bu yüzden duyguların politikası diyoruz: Hangi duyguyu yaşayacağımızı telkin eden söylemler, aslında hangi gerçeklerle uğraşmamamız gerektiğini de fısıldıyor.
Tüm bunları düşünüp eve doğru yürürken kendimi sorguladığımı fark ediyorum. O gençler gibi ben de kaçmadım mı zor duygulardan çoğu zaman? Kötü geçen bir günün akşamında, haberleri kapatıp rahat bir diziye sığındığım olmadı mı? Tabii ki oldu. Hepimiz hayatta kalma stratejisi olarak bazen kabuğumuza çekiliyor, sıcak bir mutluluğa sığınıyoruz. Bunda utanılacak bir şey yok. Ancak, kültürel düzeyde hepimize tek reçete olarak “oyalan ve iyi hisset” sunuluyorsa, orada bir problem var. Estetik tercihlerin politik işlevi bu. İnsanlar “iyi hissettiren” içeriklerle vakit geçirip, “kötü hissettiren” hakikatlerden uzak dursun. Böylece düzenin çarkları dönmeye devam eder. Eğer rahatsız edici filmler, can acıtıcı sanat eserleri, yüreğimizi sızlatan haberler tamamen hayatımızdan çıkarsa, kısa vadede daha huzurlu olabiliriz belki. Ama uzun vadede, dünya daha iyi bir yer olmaz; sadece biz koltuklarımızda uyuşmuş otururken sahte bir sükûnet hüküm sürer.
Şimdi, gelelim filme. Yahu bu filmin neresinde “iyi hisset”?
“Fotoğraf çekilelim!” Ben Hâlâ Buradayım filminde sıkça duyduğumuz bir cümle. Ama aslında basit bir anı yakalama isteğinden çok daha fazlası bu, unutmamaya, hatırlamaya, hafızayı diri tutmaya dair bir çağrı. Walter Salles’in yönettiği film, Brezilya’nın diktatörlük yıllarının karanlığına ışık tutuyor. 1970’te gözaltına alındıktan sonra işkenceyle öldürülen eski milletvekili Rubens Paiva’nın cesedi hiçbir zaman ailesine teslim edilmedi. Devlet, ancak 25 yıl sonra onun öldürüldüğünü kabul etti. Peki, ya o arada kalan yıllar? Çocuklarını büyütmeye çalışan, kimliksiz bırakılmış bir dul kadın; babalarının nerede olduğunu asla öğrenemeyen çocuklar… Film, işte bu kapanmamış yasın, bu eksik bırakılmış hikâyenin peşinde.
Büyük kardeşin Super 8 kamerasından yansıyan grenli, parçalı görüntüler, hem o kaybedilen adamın hatırasını canlı tutuyor hem de kolektif hafızanın nasıl inşa edildiğini düşündürüyor. Hafıza, sadece bireysel bir şey değil, toplumsal bir yapının içinde şekilleniyor. Ve bu yapılar hafızayı da manipüle edebiliyor, biçimlendirebiliyor, silebiliyor. Film, bize hatırlamanın bir direniş biçimi olduğunu söylüyor. Sadece geçmişi yad etmek değil, onun üzerini kapatmaya çalışanlara inat, eksik parçaları tamamlamak. Filmin senaryosunu kaybolan ve göz altında öldürülen babanın oğlu yazıyor, filmi çeken ise yine ailenin arkadaşları.
Filmde gördüğüm anne, Eunice, bütün bu acıya rağmen dimdik duruyordu. Fernanda Torres’in performansı nefes kesici. Altın Küre kazanan ve Oscar’a aday gösterilen rolüyle Eunice, yas tutmanın yanı sıra hayatta kalmayı, çocuklarını büyütmeyi, adalet için mücadeleyi de iç içe yaşayan bir kadın. Filmin finalinde Brezilya sinemasının efsane ismi Fernanda Montenegro’yu yaşlı Eunice olarak görmek, sanki zamanın üst üste binen katmanlarını açıyor. Anneden kıza geçen bir miras gibi. Şimdi, bir noktaya takılıyorum. Neden bu arkadaşım film için politik doğrucu demişti? Şimdi diyebilirsiniz ki, ne var bunda, bir kişi böyle düşündüyse? Ama bu, öyle kolay geçebileceğim bir şey değil. Çünkü bahsettiğim kişi, fikirlerini ciddiye aldığım, tartışmalarımızın zihnimi açtığı biri. O hâlde, neden böyle düşünmüştü? Kadın, her şeye rağmen ayağa kalktı diye mi? Mücadele edenler, bir şekilde devam edebilenler anlatıldığında, mücadele edemeyenler, ayağa kalkamayanlar gölgede mi kalıyor? Bu konular popüler diye anlatılması onu rahatsız mı etmişti yoksa? Bu konuların popüler anlatılara malzeme edilmesiyle önemlerinin azalmasından mı korkmuştu?
Şimdi bunu düşünerek filmi yeniden değerlendiriyorum. Ben Hâlâ Buradayım, bir kaybın ardından hayatta kalmayı, yas tutmayı ve unutulmaya direnmeyi anlatıyor. Ama aynı zamanda bir tür toparlanma, bir şekilde devam edebilme hikâyesi de. Belki arkadaşımın eleştirisi, filmin bu devam edebilme yanına, onun sunduğu belirli mücadele biçimine yönelikti. Ayağa kalkamayanların, yasın içinde sıkışıp kalanların hikâyeleri nerede? Onlar da anlatılmaya değer değil mi? Toplumsal bellek, ancak yükselen sesler sayesinde mi inşa edilir, yoksa sessiz kalanların, anlatılmayanların da bir mirası var mı?
Bu filmde Eunice, kayıplarını unutmadığı gibi çocuklarına da onları unutturmuyor. Ama ya başka kadınlar? Ya yaşadığı yası taşıyamayanlar? Her zaman devam edebilenler, hikâye anlatmanın merkezine yerleştiğinde, edemeyenler nereye gidiyor? Belki de bu yüzden, en çok onlar için düşünmek, onlar için de bir yer açmak gerekiyor. Mücadele eden kadınları alkışlarken, mücadele edemeyenleri unutmamak. Çünkü her zaman başkaldırabilmek, her zaman yeniden inşa edebilmek mümkün olmayabilir. Ama onların sessizliği de bir tür tanıklık, onların yükü de bir tür hafıza taşıyıcısı.
Ama yine de, bu filmi sevmeyi seçiyorum. Çünkü onun anlattığı hikâye de gerçek, onun gösterdiği yas da hakiki. Kendi kayıplarımızı hatırlamak, unutturmaya çalışanlara karşı bir ses olmak için. Ama belki de bu filmi beğenirken, ona bakarken, aynı zamanda gölgede kalan diğer hikâyeleri de hatırlamak gerekiyor. Çünkü yas, sadece yeniden ayağa kalkmak değil; bazen, hiçbir şey yapamadan durup bakmak da bir direniş biçimi olabilir.
Müzelerde, ekranlarda sunulan o cilalı iyileşme hikâyelerinin dışında, belki de iyileşmek için önce biraz üzülmeye, biraz kızmaya ihtiyacımız yok mu? Unutmayalım, bazı duygular gölgelere itildi diye yok olmuyor, tıpkı o filmdeki kayıp babanın hatırası gibi, hala buradalar ve biz bakana dek orada duracaklar.
Ve iyileşmek, her zaman toparlanmak ya da yeniden başlamak değildir. Bazen iyileşmek, eksik olanın eksik kalmasına izin vermek. Bazen yasın kapanış bulmaması. Hannah Arendt, ‘Acı çekenlerin sesine kulak vermek, adaletin en temel gereğidir’ der. O sesler bazen çığlık, bazen fısıltı, bazen de sessizliktir. Ama hepsi oradadır. Onarmak ve iyileşmek kavramlarını düşünürken, yalnızca anlatılanları değil, anlatılmayanları da hesaba katmalıyız. Duygulara yaptığımız gibi hiyerarşik bir düzene, bir prestij skalasına mahkum etmemeliyiz onları. Çünkü eksik hikâyeler, anlatılmamış yaslar, isimsiz mücadeleler de bu hafızanın bir parçası. Ve biz bakana, duyana, anlatana kadar orada duracaklar. Anlatılanlar kadar anlatılmayanlar da değerli ve bu anlatılmış hikayelerin değerini azaltmıyor.
Aslı Kotaman kimdir?
Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor. Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı. Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur. Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içerisinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. |
“En”ler yoksa kim olduğunu biliyor musun? En acılı, en mağdur, en karizmatik, en zayıf? İçinde yaşadığımız dünyada en’ler kaybolduğunda, geriye ne kalıyor? Kimliğimizin sıfatlardan bağımsız bir özü var mı, yoksa sadece sıfatlarımızla mı varız?
Tıpkı karın bir şehri dönüştürmesi gibi, sinema da dünyaya bakışımızı değiştirir. Ve bunun için kar yağmasını beklemeye gerek yoktur
Doğum günümde, eksildikçe çoğalan anları, geçmişin izleriyle şimdinin karşılaşmalarını düşünüyorum. Görünmek ve silinmek arasındaki o ince çizgide, var olmanın yollarını arıyorum
© Tüm hakları saklıdır.