22 Eylül 2024

Mükemmel hayatın ironisi: İnşa edilen yanılsamalar

Mükemmel hayatların gerçek olmadığını biliyoruz, ama neden hâlâ bu illüzyonu inşa etmeye devam ediyoruz?

Geçen gün Perfect Couple dizisini izledim. Dizi ne iyi ne kötü, izleniyor mu izleniyor ama iz bırakıyor mu diye sorarsanız bırakmıyor. Ben diziyle beraber Nicole Kidman’ın son yıllarda oynadığı rolün hep aynı olduğunu düşünmeye başladım. Mükemmel hayatı olan bir kadın ama sorun bakalım o hayat gerçekten de mükemmel mi? Sahi sıkılmadık mı bu konudan diye takıldı aklıma. Mükemmel hayatların aslında gördüğümüz kadar mükemmel olmadığı köşe başındaki manavdan alışveriş yaparken dükkandaki kişiyle aynı dili konuşmak için destek aldığımız bir başlık değil mi sadece? Truman Show’dan beri, sağdan, soldan sık sık aynı konu çıkıyor karşımıza popüler metinlerde. Tam bu arada, bu satırları yazmaya koyulmuşken televizyonda bir dizinin tekrarı oynuyor, adı Leyla’ymış dizinin. Dizide Leyla karşısındaki kadına şöyle diyor; ben de bütün kadınlar gibi kusurlarımı gizlemesini çok iyi bilirim. Allah Allah? Perfect Couple dizisine cuk oturan bir diyalog gibi. Kimi yerli dizilerle ilgili bana en tehlikeli gelen bu alt metinler. Bu diyalog o kadar önemsiz ki ana metin içinde, sadece cümle dolduruyor, ama dizinin temsil anlamında nerede durduğunu gösteriyor. O kadar ki, benim kızıma dönüp, bu cümlenin neden yanlış olduğunu anlatmam gerekiyor, çünkü bunu normal kabul etmesini istemiyorum.

Perfect Couple

Gelelim mükemmelliğe ve kusurlara. Bu konuyla ilgili soruların en akla gelenlerinin ve en az akla gelenlerinin defalarca sorulduğu, tartışıldığı bir dönemde bu diziyi neden çekiyorlar? Mükemmel hayatların aslında mükemmel olmadığını uzun zamandır biliyoruz, bu yeni bir bilgi değil ki.

Burada, sorunun değil ama bağlamın değiştiğini görmek önemli belki de. Mükemmel hayat illüzyonuna olan ilgimiz artık sadece mükemmeliyeti sorgulamakla ilgili değil, bu filmler bize mükemmelin neden asla erişilemeyecek bir hedef olduğunu değil, neden hâlâ onu inşa etmeye devam ettiğimizi anlatıyor. Modern toplumun beklentileri, sosyal medya gösterişi ve bireysel başarı kültürü bu illüzyonu sürekli tazeliyor. Mükemmel olmayan hayatlar içimizde bir yerlerde biliniyor ama bu gerçeği kabul etmek, onu sürekli gözümüzün önünde tutmak bir yandan da rahatsız edici. Mükemmeliyet artık ulaşılabilir bir hedef gibi değil, sürdürülebilir bir yanılsama olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle sosyal medya çağında, bu illüzyonu inşa etmek bir tür performansa dönüşmüş durumda. Her paylaşım, her görüntü, mükemmel bir hayatın bir parçası gibi sunuluyor. Ancak artık mesele, bu mükemmelliği elde etmek değil, onu sürekli sahnede tutmak.

Mükemmelin inşası, sadece bireyin iç dünyasındaki eksikliği örtmek değil, aynı zamanda dış dünyada onaylanmak, kabul edilmek anlamına geliyor. Ancak bu süreç, derin bir anlam yaratmaktan çok, yüzeyde bir gösteri yaratıyor. Bu gösterinin sürekli devam etmesi gerektiği için de mükemmeli sorgulamak yerine, ona tutunmaya devam ediyoruz. Yani, aslında mükemmel hayatı anlatan filmler, o mükemmelliği değil, o mükemmelliğin peşinde koşmanın kaçınılmazlığını ve ironisini sorguluyor. Artık önemli olan, mükemmel hayatın sahte olduğunu fark etmek değil, bunu biliyoruz, bu illüzyonu neden hala inşa ettiğimiz ve neden ona sıkı sıkıya tutunmaya devam ettiğimiz üzerine kafa yormak.

Aslında, bu mükemmel hayat illüzyonuna neden sürekli geri döndüğümüz meselesi, belki de insanın ideal ve gerçek arasındaki sonsuz mücadelesinde yatıyor. Mükemmelin var olmadığını biliyoruz, bunu Great Gatsby’de de gördük; Daisy’nin “mükemmel” gibi görünen hayatı, Gatsby'nin ona duyduğu saplantı, hepsi bir yanılsamanın parçasıydı. Bunu Revolutionary Road’da da gördük; April ve Frank Wheeler’ın dışarıdan bakıldığında kusursuz görünen banliyö yaşamı, aslında derin bir boşluk ve hayal kırıklığı ile doluydu. Bunu Amerikan Güzeli’nde de gördük; Lester Burnham’ın dışarıdan bakıldığında mükemmel bir ailesi ve hayatı var gibi görünse de aslında yaşadığı büyük bir eksiklik hissi onu içsel bir kriz ve arayışa sürükledi. Bunu Big Little Lies’da da gördük; dışarıdan mükemmel hayatları olan kadınlar, içlerinde büyük sırlar ve yıkıcı gerçeklerle boğuşuyordu. Ve bunu Siyah Kuğu’da gördük; Nina, mükemmel balerin olma yolunda kusursuz bir performans sergilemeye çalışırken, gerçekliğin giderek kırıldığı, içsel çatışmalarla dolu bir dünyada kayboldu. Bu karakterler mükemmeliyeti inşa etmeye çalışırken, gerçekte sahip oldukları hiçbir zaman onlara yetmedi.

Siyah Kuğu

Mükemmel hayatı aramaya devam etmemizin asıl nedeni, durduğumuzda karşımıza çıkacak olan derin eksiklik hissi mi? Mükemmellik, gerçekte hiçbir zaman ulaşamayacağımız bir hedef olsa da onu aramak bir tür savunma mekanizmasına mı dönüşüyor? Dışarıdan bakıldığında her şeyin yerli yerinde olduğu bir hayat, yüzeydeki bu görüntünün arkasındaki boşluğu gizlemeye hizmet ediyor.

Türkiye’de de çok okunan Byung-Chul Han'ın Yorgunluk Toplumu kitabında, modern insanın, sürekli başarı ve mükemmellik arayışı anlatılır. Bu arayış, bireyi yalnızca tükenişe sürüklemekle kalmaz, aynı zamanda derinlikten yoksun bir yaşamı sürdürmesine yol açar. Mükemmel hayatın peşinden koşmak, aslında bir tatmin duygusu yaratmak yerine, sürekli daha fazlasını istememize neden olan bir yanılsama inşa eder. Yani yüzeyde her şeyin yolunda olduğunu düşündüğümüz bu mükemmellik anlayışı, aslında bizi daha da sığ bir yaşama çeker.

Belki de bu yüzden mükemmel hayatı sorgulayan hikayeler hâlâ popüler. Çünkü mükemmellik arayışı, sadece bir hedef değil, modern insanın kendini yetersizlikten kaçınarak tanımlama biçimi. Mükemmel olmayan bir hayatı kabul etmek, bu yapının sarsılmasına neden olacak. Bu noktada, sürekli sorulan sorular, artık mükemmeli bulmak için değil, o yüzeyin altındaki boşluğa bakmayı ertelemek için var.

Sosyal medyanın parçalı yapısı, bu mükemmeliyet arayışını sürekli besleyen ve bizi yanılsamalarla dolduran bir alan yaratıyor. Instagram'da gördüğümüz hayatlar, gerçekte insanların tüm deneyimlerini yansıtmıyor; sadece en iyi, en gösterişli anların dikkatlice seçilmiş kareleri olarak karşımıza çıkıyor. Bu parçalı görüntüler, yaşamın bütünlüklü akışını bozan bir süreklilik yanılsaması yaratıyor. Her anı mükemmel, her saniyesi kusursuzmuş gibi bir illüzyon oluşuyor. Oysa hayat, aslında iniş çıkışlar, düzensizlikler ve karmaşıklıklarla dolu bir süreçtir. Sadece geçtiğimiz haftaya bakın, düne bakın, hatta bu yaşam deneyimiyle şunu söyleyebilirim ki, yarına bakın.

Parçalı yapı ne mi demek? James Joyce’un Ulysses’i, hayatın nasıl anlık kesitlerden oluştuğunu gösterirken, bu kesitlerin birbirini tamamlayan bir bütün oluşturduğunu vurguluyordu. Roman, parçalı bir anlatı sunar ama sonunda bu parçalar, karakterin bilinç akışı içinde büyük bir anlam taşır. Buna karşın, sosyal medya parçaları birleştirip bir bütün oluşturmaz, aksine, bu parçalar sadece yüzeyde mükemmel görünen izlenimler yaratır.

Bir başka örnek, Terrence Malick’in The Tree of Life filmi. Hayatın döngüselliğini ve bütünlüğünü ele alırken, her anın parçalı gibi görünse de büyük resimde bir anlam bulduğunu gösteriyordu film. Oysa sosyal medyada sunulan hayatlar, bu büyük resimden bağımsızdır. Parçalar arasındaki bağlar kopuktur ve bu, hayatın gerçek doğasından tamamen uzak, yüzeysel bir mükemmeliyet inşa eder. Bu parçalı imgeler, yaşamın kendisinin döngüsel ve bütünsel yapısına tezat oluşturur. Gerçekten derin bir anlam taşıyan şeyler, parçaların bütünle olan ilişkisiyle ortaya çıkar. Oysa sosyal medya, bu ilişkileri görmezden gelip sadece anlık, parça parça bir yaşam sunarak bizi yanıltır.

The Tree of Life 

Lauren Berlant’ın Acımasız İyimserlik diye bir kitabı vardı, 2011 basımlı. Bu kitapta acımasız iyimserlik kavramını anlatıyordu Berlant. Acımasız iyimserlik kavramı, modern toplumda bizi sürekli olarak hayal kırıklığına uğratan vaatlere ve ideallere bağlı kalma halimizi ele alıyordu. Örneğin, bir kişi bir kariyer yolunu, ev sahibi olmayı veya romantik bir ilişkiyi “iyi bir hayat”ın göstergeleri olarak görebilir ancak bu hedeflere ulaşmak çoğu zaman tükenmişlik ve hayal kırıklığına neden olur. Modern kapitalist toplumlarda, bu vaatler, durağan iş imkânları, ekonomik istikrarsızlık ve yükselen yaşam maliyetleri gibi sorunlar nedeniyle çoğu kişi için erişilmez hale gelir. Ancak yine de bu ideallere duygusal olarak bağlı kalır ve bu yolda ilerlemeye devam eder. Çünkü ne yapsın? Bir kariyer hedefi ya da “iyi bir yaşam” arzusu, dışarıdan başarı gibi görünse de bu süreçte bireylerin hem fiziksel hem de duygusal olarak tükenmesine neden olabilir. Berlant şunu vurgular, bu ideallerle kurulan bağ, aslında bireylerin gelişimini engelleyen birer tuzaktır. Bu, aynı zamanda insanları içinde bulundukları yapısal sınırlamaları kabul etmek yerine sürekli “daha iyi”yi aramaya iten bir sürecin sonucudur.

2021 yılında bir kitap çıktı. Hatta bu senenin başında New Yorker’da çıkan bir makalenin konusu da buydu. Bu makale sonrasında Türkiye’de üzerine çok yazının yazıldığı bir konuyu ele alıyordu. Geleneksel ev kadınları, trad wives. Simidele Dosekun’un Fashioning Postfeminism kitabı. Bu kitapta yazar geleneksel kadınlık maskesini ve bunun bir performansa dönüşmesini ele alıyor, aslında mükemmel hayat arayışının başka bir yüzünü. Araştırmasını Nijerya Lagos’taki kadınlar üzerine yapıyor yazar ama kitabı okuyunca bunun pek çok kültürde karşılığı olduğunu anlıyorsunuz. Dışarıdan güçlü ve özgüvenli görünmek için medyanın dayattığı bir güzellik anlayışına uymaya çalışan, hepsi birbirine benzeyen kadınlar; takma kirpikler, topuklu ayakkabılar ve sahte tırnaklarla kendilerini yeniden yaratıyorlar. Ama gerçek şu ki, bu gösterişli kadınlık, bir noktada onları tükenmişlik hissine sürüklüyor. Tıpkı mükemmel hayatın peşinden koşan herkes gibi, bu kadınlar da bir yandan ideallerine ulaşmaya çalışırken, bir yandan da bu mükemmellik baskısının altında eziliyorlar.

Lauren Berlant’ın "acımasız iyimserlik" dediği şey de buydu, bizim gibi toplumlar bu etkileri on yıllar sonra yaşıyor. Kadınlar, bu güzellik ve mükemmellik anlayışının onları özgürleştireceğine, daha mutlu ve başarılı yapacağına inanıyor. Ancak, bu arayış onlara mutluluk getirmekten çok, daha fazla tatminsizlik ve yetersizlik hissi yaşatıyor. Hem güçlü hem güzel olmanın dayatıldığı bu kültür, mükemmeli arayan herkes için aslında geride bırakılması zor bir yük haline geliyor.

Geçenlerde bir arkadaşım, sosyal medyada gördüğümüz mükemmel yaşamların gerçek olmadığını anlatan bir konuşmaya şahit olduktan sonra kendi evinin fotoğraflarını sanki paylaşılacakmış gibi çekmeye karar vermiş. Önce birkaç köşeyi derlemiş toparlamış, sonra perdeyi düzeltmiş, hatta ışığın daha güzel görünmesi için sehpanın üzerine bir lamba yerleştirmiş, e tabii sonra güzel kapaklı kitapları koymuş sehpaya. Sonra gülerek bana şöyle dedi: “Neredeyse gerçekliğimi paylaşmak için bile sahte bir düzen kurmak zorunda kalacaktım.” İşte mükemmel hayatın ironisi burada gizli. Hepimiz o “gerçek” anı yakalamaya çalışırken bile sahte bir mükemmelliğin peşine düşüyoruz.

Dışarıya sunmak istediğimiz görüntü, bir noktada bizim kontrolümüzden çıkıyor ve biz de onun peşinden sürükleniyoruz. Mükemmeliyeti elde etmenin değil, onu sürekli inşa etmenin, onu "gerçek" kılmanın peşindeyiz. Tıpkı Chuck Palahniuk’un Dövüş Kulübü’ndeki meşhur cümlesi gibi: “Sahip oldukların, sonunda sana sahip olur.”

Dövüş Kulübü

Mükemmel evler, mükemmel işler, mükemmel bedenler... Tüm bunlar bir noktada inşa ettiğimiz, ardından da inşa etmeye mecbur kaldığımız yapılar haline geliyor. Bir kez başladığımızda durmak zorlaşıyor. Belki de en büyük ironi burada; mükemmeliyetin peşinde koşmak değil, onu ayakta tutmaya çalışmak bizi en çok yoran şey haline gelmiş durumda. Çünkü durduğumuz anda, gerçekte neyin eksik olduğunu görmekten korkuyoruz. İroni burada da bitmiyor, çünkü mükemmel hayat sadece bireysel bir çaba değil, toplumsal bir beklentiye dönüşüyor. Mükemmelliği inşa etmek artık sadece kendi içsel tatminsizliklerimizden kaçmak için değil, toplumsal kabulü kazanmak için de yaptığımız bir zorunluluk haline geliyor. Durduğumuz anda sadece kendi eksikliklerimizle değil, toplumun dayattığı bu mükemmellik arayışıyla da yüzleşmek zorundayız. Bu yüzden mükemmellik arayışını bırakmak hem kendimize hem de toplumsal beklentilere meydan okumayı gerektiriyor.

Aslı Kotaman kimdir?
 

Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.

Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.

Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.

Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içersinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Rağmen

Herkesin kendi hikâyesinde bir "rağmen" anı vardır; kimimiz kayıplarımıza rağmen devam ettik, kimimiz kırgınlıklara rağmen affettik

Ağla çocuk ağla, annen alsın açma

Sessizliği severim, ama sessiz bırakılmayı asla. Sessizlik, düşüncelere yer açar; ama sessiz bırakılmak, insanın varoluşuna gölge düşüren bir durumdur. Şu an bu satırları yazarken, sahilde simit ve açma satan adamın sesi dalgaların arasında yankılanıyor: "Ağla çocuk ağla, annen alsın açma"

Sonbahar, filmler ve sırlar: Eylül'e hazır mıyız?

Hayatın doğal akışı içinde geçmişin yükleriyle nasıl başa çıkacağımızı öğrenmemiz gerekiyor. Geçmiş benim ve çok değerli, ancak sürekli olarak geriye bakarak yaşarsam, önümdeki yolları ve olasılıkları kaçırabilirim. İlerlemek zorunda değilim, ama kendi yolumda zikzaklar çizerek, bazen daireler çizerek ilerlesem de geriye bakarak devam edemem

"
"