13 Ekim 2024

Dünyaya sadece bir kez bakarız, çocukluğumuzda; gerisi hatıra

Güney Koreli yazar Nobel ödülü aldı, Han Kang. 2020, 2022, 2024 yıllarında Nobel edebiyat ödülü alan şair ve yazarların ortak bazı özellikleri var. Ama ben ilk aklınıza geleni yazmayacağım. Hatta ikinciyi de…

Annemle abim sahildeler. Biz babamla tost ve içecek almak için yola doğru yürüyoruz. Kolumda renkli fasulye boncuklardan bilezik var. Hava çok sıcak. Büfenin önü kalabalık. Ayaklarıma kum yapışmış. Babam tost siparişlerini veriyor. Ben kolumdaki fasulye boncuklarla ödemeyi teklif ediyorum. 5-6 yaşlarındayım. O anın hayatım boyunca benimle kalacağından habersizim.

“Dünyaya sadece bir kez bakarız, çocukluğumuzda. Gerisi hatıra.” Louise Glück’ün bu dizesini okuduğumda, çocukluğun o saf, filtrelenmemiş bakışını düşünmüştüm. Hayatımızda yalnızca bir kez, tüm dünyanın büyüsüne kapıldığımız, her şeyin ilk kez gözüktüğü o anları yaşarız. O zamanlar her şey yeni, her şey canlıdır; bir ağacın dallarındaki yapraklar, gökyüzünün sabahın erken saatlerinde aldığı renkler, yerde bulduğumuz bir taş, bir kurdeleye takılıp aklımızda kalan bir an, rüzgarla dalgalanan bir perde... Her şeyin anlamı büyüktür ve o anlam, yıllar sonra sadece hatıralarda kalır. Çocukken dünya devasa ve keşfedilmeyi bekleyen bir yer gibidir. Fakat büyüdükçe, o anların bir kısmını kaybederiz. Hatırlamaya çalışırız, ama anıların gerçekliğinden ne kadar eminiz? Gerçekten gördüğümüz mü, yoksa artık sadece hatırladıklarımız mı kaldı? Bir daha o bakışla bakamayız hiçbir şeye; sonrası sadece hatırladıklarımızdır, bir nevi kurguladığımız geçmiş. Hatıralar, gerçeği olduğu gibi taşımaktan ziyade, bize onu kendi bakış açımızdan yeniden yaratma fırsatı verir. Hafıza, seçici bir arşivci gibi davranır; bazı anıları saklar, diğerlerini unutturur. Kaldı ki, hatıralar sabit de değildir; zamanla şekil değiştirir, bazen daha canlı, bazen daha bulanık hale gelir. Bizi asıl şaşırtan belki de budur: Bir kez yaşadıklarımız, yıllar sonra zihnimizde bambaşka şekillerde ortaya çıkar. Bir kokunun, bir şarkının ya da eski bir fotoğrafın tetiklediği anılar, çocukluğumuzdaki o saf bakışın geri getirilmesi çabasıdır belki de.

Bu, insan olmanın garip bir yanı. Zaman ilerler, hayatımız birikmeye devam eder ama çocukluk, o ilk bakış, hep bir köşede durur. Belki de büyüdüğümüz için değil, dünyaya ilk ve saf haliyle baktığımız o zamanları aradığımız için hatıralar bu kadar kıymetlidir. Çocukluğumuzda, en gerçek, en sade haliyle tanıştığımız dünya, geride sadece kırık anı parçalarıyla bırakılır. Ve biz, belki de hep o saf bakışı yeniden bulmaya çalışarak ilerleriz. Bu yüzdendir ki içten içe en çok çocukluğunu yaşayamamış insanları dert edinirim hayatta.

2020 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Louise Glück, bu sözlerinde çocukluğun bir dönemeç olduğuna işaret ediyor ya, sonrasında, biz de o döneme ait anıları zihnimizde biriktirip, yeniden anlamlandırıyoruz. Kendimize o yılların hikâyelerini anlatıp duruyoruz. Peki ya yazarın açısından düşünürsek, nereye varırız?  Yazarlık, bu çocukluk hikâyelerinden kalan parçaları yakalamak, kaybolmadan önce onları kelimelerle sabitleme çabası olabilir mi?

Louise Glück

2024’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Han KangHuman Acts’te Güney Kore’deki Gwangju Katliamı'nı merkezine alarak, şiddet dolu bir dünyada büyüyen çocukların nasıl travmatik deneyimlerle yüzleştiğini anlatır. Kitapta, çocukların şiddet karşısındaki masumiyetleri hem bireysel hem de toplumsal bir travmanın yansıması olarak kırılır. Örneğin, bir karakterin şiddetle karşılaştığı o ilk anda yaşadığı dehşet, sadece onun bireysel anısı değil, bir ulusun ortak hafızasına kazınmış bir deneyimdir. Han Kang, bu hatıraları bir toplumun karanlık tarihinin parçası olarak yeniden inşa eder, çocukluk anılarını toplumsal bir travmanın aynası haline getirir. Annie Ernaux'nun Seneler (Les Années) kitabında kendi çocukluğuna dönerek bireysel anılarını toplumsal hafızayla harmanlar. Kitapta bir market alışverişi ya da aile yemekleri gibi küçük anlar, 20. yüzyılın toplumsal dönüşümlerini ve Fransa’daki sınıfsal farkları derinlemesine inceler. Bu küçük hatıralar, sadece Ernaux’nun çocukluk anıları olarak kalmaz, bir kuşağın sosyo-kültürel deneyimlerini ve tarihini açığa çıkarır. Her iki yazar da, çocukluklarında topladıkları bu anıları sadece kişisel bir miras olarak değil, bir kuşağın ortak hafızası olarak yeniden inşa ederler. Peki, biz çocukluğumuzda gördüğümüz o dünyayı nasıl bugüne taşıyoruz? O anıları nasıl yeniden anlamlandırıyor ve nasıl kuruyoruz?

Han Kang

Bir anıyı hatırlıyorum: Abim battaniyeyi koltuğun üst kısmından yere kadar gergin yayıyor, battaniye yere kavuştuğu yerde koltuğun altına kıvrılıyor. Bu bizim yolumuz olacak. Küçük arabaları battaniyenin üst tarafından yolladığımızda aşağıya hızla kayıp iniyorlar. Kim daha hızlı atacak? Yarışıyoruz. O anın ne kadar büyüleyici olduğundan habersizim, sadece oyunun heyecanına kapılmışım.

Annie Ernaux

Edebiyat da giderek bu küçük hikâyelere doğru kayıyor. Büyük anlatıların yerini, bireylerin hayatlarındaki küçük ama derin anların hikâyesi alıyor. Belki de edebiyat, tıpkı çocukluğumuzdaki gibi, küçük detaylar üzerinden büyük anlamlar bulmaya çalışıyor. Çocukluk da küçük hikâyelerle dolu. Bir çocuğun dünyası, devasa olaylardan ziyade küçük, sıradan anlarla şekillenir. Belki bir bahçede keşfettiği bir böcek -aslında solucan-, annesinin ona hazırladığı öğle yemeği -ıspanak- ya da yaz akşamında duyduğu bir şarkının yankısı -Deli Divane-. Bu küçük anlar, çocukken gözümüze büyük görünür; çünkü dünya henüz yeni, her şeyin anlamı tazedir.

İnsanın hayatı aslında küçük hikâyelerden oluşur; bu hikâyeler yazılmadıkça, zamanla unutulmaya mahkumdur. E onların şekillendiği yer de çocukluksa. İşte böyle kitaplar, tadından yenmiyor. Modern edebiyat bu hikâyeleri sever. Bu anlatı türü, bireyin hayatındaki sıradan gibi görünen anların aslında kimlik oluşumunda ve toplumsal yapının anlaşılmasında ne kadar önemli olduğunu gösterir. Mikro-hikâyeler, modern ve postmodern anlatının önemli bir özelliğidir. Fransız sosyolog Michel de Certeau, gündelik yaşamın pratiklerine dair çalışmasında, insanların sıradan eylemleri üzerinden toplumsal yapılar hakkında ne kadar derin bilgiler edinilebileceğini savunur. Certeau’ya göre, bireyler kendi küçük dünyalarında büyük anlamlar ve direnç alanları yaratırlar. İşte bu nedenle küçük hikâyeler, sadece bireyin değil, toplumsal dinamiklerin de bir aynasıdır. Bu hikâyeler, bireyin dünyadaki yerini ve topluma karşı nasıl konumlandığını anlamada kilit rol oynar.

Maurice Halbwachs’ın kolektif hafıza teorisi ve Catherine Kohler Riessman’ın Anlatı Teorisi, bireyin hafızasının ve kimliğinin nasıl şekillendiğini toplumsal ve kişisel bağlamlarda ele alır. Halbwachs’a göre, bireysel hafıza, sadece kişisel deneyimlerden oluşmaz; aksine aile, okul ve toplum gibi sosyal bağlamlar içinde şekillenir. Çocukluk anıları da bu kolektif hafızanın bir parçasıdır ve kimliğin inşasında önemli bir rol oynar. Bireyin çocuklukta yaşadığı olaylar, toplumsal çevresi tarafından şekillendirilir ve bu anılar, bireyin kimliğinin temel taşlarını oluşturur. Catherine Kohler Riessman ise bireylerin hayat hikâyelerini anlatma biçimlerinin, hafızanın ve kimliğin oluşumunda kritik olduğunu savunur. Özellikle otobiyografik anlatılar, çocukluk anılarının nasıl yeniden yapılandırıldığını ve bu süreçte kimliğin nasıl biçimlendiğini ortaya koyar. Anılar, bireyin kendisi ve geçmişiyle ilgili anlatılarında sürekli yeniden şekillenir ve bu, kimliğin dinamik bir süreç olduğunu gösterir. Her iki teori de hafızanın toplumsal ve anlatısal yönlerini vurgulayarak, bireyin kimliğinin inşa sürecinde çocukluk anılarının nasıl önemli olduğunu açıklar.

Kişisel olan politiktir diyen feminist teorinin de sıkça vurguladığı gibi, bireyin yaşamındaki küçük anlar, toplumsal yapılarla iç içe geçmiştir. Otobiyografik yazının önemi burada devreye girer. Sidonie Smith ve Julia Watson gibi otobiyografi kuramcılarına göre, otobiyografi sadece bireyin kendini anlatma çabası değil, aynı zamanda bir kimlik ve toplumsal aidiyet kurma sürecidir. Otobiyografi, bireyin hafızasındaki parçaları bir araya getirip onları anlamlı bir bütün haline getirme girişimidir. Bir bireyin kendi hikâyesini yazarken aslında toplumsal, kültürel ve politik bir hikâye de yazdığını düşünürsek, bu yazı türünün neden bu kadar önemli olduğunu daha iyi anlarız.

Otobiyografi, bir anlamda, insanın hem kendisiyle hem de toplumla olan ilişkisini sorgulama yoludur. Eduard Louis’in ailesine dair yazdığı kitaplarda gördüğümüz gibi, yazılmamış hikâyeler unutulmaya mahkumdur. Louis’in "Ben yazmazsam kimse yazmayacak," diyerek ailesinin hikâyesini yazma isteği, kişisel hafızayı koruma arzusunun ötesinde, toplumsal hafızanın bir parçasını diri tutma çabasıdır.

The Tree of Life 

Çocukluk teması üzerine derinleşen birçok klasik eser var, ama ben yazarken ilk aklıma gelen birkaç taneyi sıralayacağım. J.M. Barrie'nin Peter Pan’ı, büyümeyi reddeden ve çocukluğun masumiyetini sonsuza dek korumak isteyen bir kahramanı merkezine alarak bu dönemin o saf doğasını bize hatırlatır. Çocukluğun, dünyaya ilk ve en saf haliyle bakıldığı o zamanların ne kadar değerli olduğunu düşündüren bir hikâye. Antoine de Saint-Exupéry’nin Küçük Prens’i, çocukluğun masum ve sorgulayıcı bakışını yüceltir, büyüdükçe kaybettiğimiz şeyleri sorgulamamıza neden olur. Yetişkinlerin dünyasındaki anlam kaybını öylesine zarif bir dille işler ki, her okuyuşta insanı derinden etkiler. Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde"si ise, hafıza ve çocukluk anılarına duyulan özlemle dolu. Geçmişe dönme arzusu ve bu arzunun imkansızlığı üzerine düşünmeye sevk eder insanı.

Dylan Thomas’ın Genç Köpeğin Sanatçı Portresi, çocukluğun sıcak ve aynı zamanda hüzünlü anılarını işlerken, bu anıların bir yaratıcı gücün kaynağına dönüşebileceğini gösterir. Bu metinde, anıların sadece bir geçmiş olarak kalmadığını, insanın hayatında kalıcı izler bıraktığını hissederim. Truman Capote’nin Bir Noel Hatırası da çocukluğun sihirli anılarına derin bir özlem duyduğumuz zamanları anlatıyor; her satırıyla sanki kendi hatıralarımıza bir yolculuğa çıkıyormuşuz gibi hissettiriyor. Ve en sevdiğim, Kazuo Ishiguro’nun Günden Kalanlar’ı... Bu kitap sadece geçmişe dönmenin değil, geçmişte kaçırdığımız masumiyetin ve anlamın peşinde olmanın nasıl bir duygu olduğunu mükemmel bir şekilde anlatıyor. Film uyarlaması hele, çok çok etkileyici.

Giuseppe Tornatore'nin Cennet Sineması (Cinema Paradiso) filmi ise, çocukluğun sinemayla ve anılarla şekillenen büyülü bir dönem olduğunu öylesine derin bir nostaljiyle anlatıyor ki, izlerken her karede kendi çocukluğumun bir parçasını görüyorum. O sinema salonundaki küçük çocuk gibi, geçmişin o masum günlerini yakalamak istiyorsunuz. İlk gittiğim film, Şaşkınbakkal’da bir Kemal Sunal filmiydi. Çok küçüğüm, ama birkaç sahne hala var zihnimde. Annem, abim ve ben. Şaşkınbakkal ışıklarda şimdi bir katlı mağazanın olduğu o köşedeki sinemada. Terrence Malick’in Hayat Ağacı (The Tree of Life) filmi de çocukluğa döndüğümüz anılar aracılığıyla, hayatın en derin sorularına ve anlamlarına dair çok şiirsel bir anlatım sunuyor. Her izleyişimde, o masumiyetin zamanla nasıl yok olduğunu daha iyi anlıyorum.

Cennet Sineması filminden bir kare

Ve Richard Linklater’ın Çocukluk (Boyhood) filmi... İzlerken 12 yıllık bu büyüme hikâyesinin insanı nasıl bu kadar derinden etkilediğini anlamak zor değil. Bu filmde büyümeyi izlerken, kendi çocukluğumuzun o geri dönülmez saflığına dönüp bakma arzusu kaçınılmaz hale geliyor. Her sahne, çocukluğun büyüleyici krallığından bir iz gibi.

İster edebiyat olsun ister sinema, çocukluğa dair anlatılan bu küçük hikâyeler, aslında hayatımızın en değerli, en saf anlarını barındırıyor. Louise Glück’ün de söylediği gibi işte, gerisi hatıra. İnsan çocukluğun o masum, kırılgan ama bir o kadar da güçlü anlarını yakalayıp kaybolmaması için çabalarken, aynı zamanda kendi kimliğini, geçmişini ve toplumunu da yeniden inşa ediyor. Belki de yazmak, tüm o kaybolmaya yüz tutmuş anıları toplayıp onlara yeni bir hayat verme çabası. Han Kang, Annie Ernaux ve Louise Glück’te gördüğümüz bu derin hatıra izlerini takip ederek, aslında hepimiz kendi hikâyelerimize dönüyoruz.

Çünkü insan, çocukluğunda kurduğu o “krallığın” izlerini kaybetmemek için yazar, okur ve hatırlamaya çalışır.

Aslı Kotaman kimdir?
 

Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.

Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.

Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.

Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içersinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Şakir Paşa Ailesi: Fotoğraflar aracılığıyla yaratılan bellek ve kimlik

Aile fotoğrafları, ideal aile miti ile aile hayatının yaşanmış gerçekliği arasındaki çelişkinin tam ortasına yerleşir

Zamansız bir yankı: ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ ve edebiyatın gücü

Edebiyat bize, hikâyelerin ötesinde, çağlar boyunca yeniden anlamlandırılan ortak bir dil sunar

Yas günlüğü: Babama mektup

Yazılmamış mektuplar, yarım kalan duyguların sessiz tanığıdır. Söyleyemediklerimizi yazmak, hem geçmişe hem kendimize bir armağan olabilir. Peki sizin yazılmamış mektuplarınız var mı?

"
"