10 Aralık 2023

Bir dramatik çatışma olarak kadına yönelik şiddet

Daha çok kadın hikâyesi merkeze alan diziler görüyoruz ama içlerine bakıyoruz, istediğimiz bu mu?

Uzun zamandır yerli dizilerde ortaya çıkan kadın güçlenmesi fikri üzerine düşünüyorum. #Metoo hareketinin ardından Türkiye'de ses getiren #SusmaBitsin ve bu iki örneğin hikâye kurulumlarına, karakterlerine olan etkisini anlamaya çalışıyorum.

Kafamı çevirdiğim her yerde dizi var. Türkiye dizi ihracatında dünyada ikinci sırada. Gazeteler, sosyal medya dizi haberleri ile dolu. Dizi oyuncuları, yabancı ülkelerde büyük organizasyonlarla karşılanıyor. Pasta büyüyor gibi görünüyor ve aynı zamanda büyüyen bu pasta da ara ara da olsa kadına şiddetin konu edildiğini, kadın dayanışmasının vurgulandığını görüyorum. Ya da görmek istiyorum. Dizilerin toplumsal bir sorumluluğu var mı konusuna da girebiliriz, belki başka bir yazıda. Ben şimdilik olmasını arzu ettiğim için, faydasının olabileceğini düşündüğüm için, bu konuda yazacağım.

Yıllar önce anneannemle kaldığım bir akşamüstü kırtasiyeden eve geldiğimde, dış kapıya kadar gelen Yalan Rüzgârı seslerini hatırlıyorum. Hem anneannem hem de karşı komşumuz son ses Yalan Rüzgârı seyrediyor ve onların Viktor'a sinirlendikleri sahneleri bile işitebiliyordum. Karşı komşumuz da anneannem yaşlarında bir hanımdı, tek başına yaşıyordu. Ve bir özelliği daha vardı, o da Yalan Rüzgârı seviyordu, anneannem gibi. Ve işte ben, orada, iki kapı arasında tost olduğum asansörün önünde, bizim evden gelen biber dolması ve karşı daireden gelen patlıcan kızartması kokusu arasında, dizinin bitmesini bekliyordum, çünkü tüm çabalarıma rağmen kapı zilini duyuramıyordum. Dizi bittiğinde kapı açıldı, anneannemle seyretmediğim dizi hakkında sohbet ettim, Viktor'a ben de kızdım çünkü o anın bir parçası olmak istiyordum. O dönem melodram dizilerini büyüklerin dünyasının bir parçası olmak için izliyordum. Melodram türünün toplumsal cinsiyete yüklediği anlamlara, kahramanın yolculuğunun her daim kazanan erkeklerine, kurtarılan kadınlara lafım yoktu. Hepimizin kalbi zaman zaman aynı yerde çarpıyor ve hiçbirimiz Viktor'u sevmiyorduk, bu yeterliydi.

Aradan yıllar geçti, bu yazıyı yazmak için bilgisayarın başına geçtiğimde diziden bir parça izleyeyim dedim, öyle ya o adamın adı gerçekten Viktor mıydı? İzlediğim 57 saniyelik görüntüye eşlik eden müziği, Y ve R harflerinin birbirleriyle dansını ve ardından beliren Yalan Rüzgârı yazısını gördüm. Jeneriğin hemen ardından gelen 57 saniyede konuşan iki kişinin aralarındaki diyaloğa gülümsedim. İnanamıyorum diyordu biri, beni öldürmek istedi. Evet ama her şey geride kaldı diyordu diğeri, az evvel hepsi bitti. Yıllarca beni öldürmek isteyenin Jack olduğunu sandım oysa o beni kurtarmak istemişti, dedi kadın. 57 saniye. 57 saniyede birinin diğerini öldürmeye teşebbüs ettiğini ve kendisinden şüphe edilenin de aslında kurtarıcı olduğunu öğrendim. Belli ki olaylar hızlı gelişiyordu. Dün akşam sohbet ettiğim senarist arkadaşımın neden bu dönemi Brezilya dizileri dönemine benzettiğini daha iyi anladım.

Şimdiki dizilere bakıyorum. 2000'lerde Yeşilçam'ın bıraktığı yerden başlayarak, kolektif bir şuur yakalanan izleme pratiklerini, dizilerdeki çeşitliliği düşünüyorum. Her konuda olduğu gibi geri geri yürüyoruz galiba diye düşünüyorum. Dizilerin hızla yüksek sahneleri, uzun bakışmaları, ağır ve ağdalı bir melodramı daha da fazla benimsediğini görüyorum. Yıldız oyuncuya yaslanan dizi hikâyeleri, bu oyuncuları hayatları boyunca o rollerden çıkamamaya da itiyor. Hatta yıldız oyuncu odağında dönen sistemin dışına itilmek istemeyen nice oyuncu, istemeden daha genç ve güzel görünmek için bıçak altına yatıyor. Bu hep içimde kanayan bir yara. Sanırım özellikle kadın rollerindeki yaş eşitsizliğine daha çok eğilmemiz ve bu konuda daha çok yazmamız lazım.

Yine dizilere dönüyorum. Biri diğerini camdan atıyor, diğeri aldatıyor, ortaya yıllar sonra yeni çocuklar çıkıyor, o bağırıyor, beriki daha çok bağırıyor, entrikalar, kıskançlıklar ve topuklu ayakkabıların sesleri arasında 150 dakika doluyor. Doluyor mu bilmiyorum. Bu sebeple uzun ve manasız bakışmalar, kapıyı açmaya giderken asla acele etmemeler, bir odadan diğer odaya geçtiğimiz, bir evin içinde sıkışıp kaldığımız hikâyeleri, adamların çıkarmadıkları kravatları takip etmeye çalışırken zorlanıyorum. Yalıdaki adama ulaşabilmek adına çekilen bütün dizi hikâyeleri beni üzüyor. Bunun sokaktaki karşılığını görüyor olmak beni daha da üzüyor. Bu arada bu dizilerin içinde kadın güçlenmesi konusunu arıyor ve iğne deliğinden fil geçirmeye çalışıyorum hissine kalıyorum. Bunu neden yapıyorum ki, bende de akıl yok herhalde.

Yerli diziler maalesef artık iç pazarı pek umursamıyor. Biz beğenelim beğenmeyelim, satıldıkları ülkelerdeki kitleyi memnun ettikleri sürece ne sektörün çalışma koşulları değişecek ne izlediğimiz hikâyeler. Ayrıca durumdan memnun olanlar olmalı, öyle ya onu anlatma bunu anlatma ne anlatacağım ben diye kara kara düşünmek yerine, yalıdaki çapkın çocuk ile güzel kız uzun uzun bakışır ve kavga ederse iş çözülebilir. Kendimizi kandırmayalım. Bir bölüm diziyi üçe bölüp, ucuza satıp, sürümden kazanmayı umduğumuz bir içerik ağından söz ediyoruz. Kendi ülkelerinde çekseler daha pahalıya mâl olacak içeriği, ucuza alan müşterilerimiz ise bizim sorunlarımızla ilgilenmiyor. Onlara ekranları dolduracak içerikler lazım, mümkünse en aşklı meşkli ve az tarihi arka planlı olanlarından. Bir de en yakışıklı ve en güzel çiftlerden. Kendimize yarattığımız bu Çin pazarında ne kadar çok yere satarsak o kadar kazanıyoruz, bu sebeple de her hafta 150 dakika senaryo yazması gereken senariste, gecesini gündüzüne katarak çalışan set ekibine söz hakkı düşmüyor. Biraz durun, sürümden kazanacağız. Belki de bu sebeple televizyonlara sit – com, dönem dizisi, siyasi arka plan göremiyor, görsek bile "bir uğradım kalkıyorum, çok oturmayacağım" tadında ilerliyoruz. 

Peki tüm bunlar olurken, iç pazardaki izleyici refleksleri önemsenmez, dış pazarın melodram beklentisi artar, tutmayan dizileri, reytingi düşük dizileri sırf 13 bölüm olarak çoktan 80 ülkeye satıldılar diye izlemeye devam ederken, iyiyi ve güzeli umamaz mıyız? 

Öncelikle sorun elbette yurt dışına satılabilen içerik üretilmesinde değil. Ancak maalesef burada bizden istenene indirgediğimiz bir türe evrilen sektörde sorun. Güçlü hikâye anlatma geleneği olduğuna inandığım bir coğrafyadayız, kulaktan kulağa gelen hikâyeler hem hikâye dinleme hem de anlatma becerimizi destekliyor. Ama geldiğimiz noktada dönüp dönüp aynı insanların saatlerce birbirine baktığını görüyor, uzun bakışmaların ardından birinin diğerini camdan atmasını bekliyoruz.

Yazıya başlarken kadınların sorunlarına, feminist hareketin öne çıkardığı konuların en temellerine eğilen bir yapıdan da bahsetmiştim. Stuart Hall'ın dediği gibi popüler, dinamik bir süreç, onu anlamak her zaman çok kolay değil. Hall, popüler kültürün bir mücadele aracı olarak hareket ettiğini söylüyordu. Belirli anlamların baskın hale geldiği ve diğerlerinin gizlendiği bir mücadele aracı. Ayrıca bu anlamların sürekli yer değiştirdiğini de ekliyordu. Her ne kadar dizilerin bugün geldiği nokta bize onların popüler kültür ürünleri mi yoksa kitle kültürü ürünleri mi olduğunu sorgulatsa da, içeriklerin kadınların karşılaştığı sorunlara nasıl yaklaştığı konusundaki fikirlerimle devam etmek istiyorum.

Görünürlüğün tek geçer akçe olduğunu düşündüğümüz dönemlerdeyiz. Bunu her yerde söylüyor, yazıyoruz. 9 Şubat tarihinde yazdığım bir yazıda "görünürlük ekonomisi"[1] kavramını biraz anlattığımı hatırlıyorum. Buna göre aslında bir şeyin görünür olması onunla ilgili bir sorunu çözmeye yetmiyor ama mutlaka ki önemli. Burada, görünürlük, kökten ziyade kendi içinde bir amaç haline geliyor. Feminizm şimdilerde popüler. Geniş bir kitle için erişilebilir olabilecek bir gücü var. Erişilebilirlik gerçekten önemli. Ancak asıl güçlendirme, görünenin ötesine geçtiği yerdir. Dolayısıyla dizilerde kadın dayanışmasını göstermek önemli, kadına karşı şiddeti konu almak ve bu konunun üzerine gitmek, farkındalık yaratmayı amaçlamak çok önemli ama asla yeterli değil. Peki samimi mi?

Küresel kapitalizm, ağ bağlantılı çoklu medya neyin popüler olmasını isterse o popüler oluyor ve neyin popüler kalmasını isterse o da oluyor. Feminizm popüler dedim. O popüler olduğu için satıyor. Daha çok kadın hikâyesi merkeze alan diziler görüyoruz ama içlerine bakıyoruz, istediğimiz bu mu? Dolayısıyla görünürlük hikâyenin sonuna dönüşüyor. Oysa başı olmalı. Sosyal adaletin sağlanabilmesi için gereken adım atılıyor mu? Bu görünürlük gerçek bir eşitsizliğin değişmesi için fitili ateşliyor mu yoksa yakıldığı yerde sönüyor ve bize dönüp soruyor mu? Sırada ne var?

Geçenlerde Ömer dizisini izlerken bir aydınlanma yaşadım. Genç kızı alışveriş merkezinde takibe alan çeteyi görünce dedim ki, bu Kedicik belgeselinin ta kendisi. Aydınlanmama gelince… Orada amaç bu konuyu gündeme taşımak ve bir farkındalık yaratmak değildi, diziye bir dramatik çatışma lazımdı. Aynı bir senarist arkadaşımın daha önce yine bir konuşmamız sırasında bana söylediği gibi "bir dramatik çatışma olarak kadına yönelik şiddet". O kadar da değil dediğim noktaya ben de gelmiştim işte. Kanayan bir yarayı göstermek, ona pansuman olmaktan daha akut sorunları olduğu düşündüm diziyi yazan, yapan kişilerin. Sonraki haftaya yetiştirilecek 150 dakikalık içerik. Acilen ihtiyaç olan dramatik çatışma. Bu konuyu da biraz araya kaynayan başka bir yazımda yazmıştım aslında. Kızılcık Şerbeti Dizisi'ndeki seküler, muhafazakâr çatışmasının temel arzusunun dramatik çatışmaya hizmet ettiğini anlatmıştım.[2] Aslolan her zaman imkansız aşkı besleyebilmekti, zengin, fakir, uzun, kısa karşıtlıklarının tükendiği yerde seküler, muhafazakar hızır gibi yetişmişti. Ya ben yerimde sayıyorum, ya sektör.

Diziler üzerine yeniden çalışmaya başladığımdan beri müthiş senaristlerle tanışıp onlarla konuşma fırsatı elde ettim. Bu durumlardan yakınmayanına rastlamadım. Görüşmelerimizin birinde kadına atılan tokadı eleştirdiği, bu sahnenin başka yollarla da anlatılabileceğini söylediği ve ardından televizyonda diziyi izlediğinde tokat sahnesinin çıkarıldığını gören senarist arkadaşımın söylediğini unutamıyorum. Kapitalizmi kendi çıkarlarımız doğrultusunda kullanmayı da öğreniyoruz, demişti bana. Ben mesela o taraftan bakıyorum ve farkındalık gibi görüyorum, kadına şiddet konusunda bir farkındalık bence önemli, yapımcı da bu satıyor diye düşünüyor, ikimizin de istediğini aldığını düşünmekten başka çarem kalmıyor. Ben ise hala senaristin bu sahneyi televizyondan izlemesine bile şaşırıyorum.


 Önemli Not: Dizilerle ilgili çalışmaya başladığımdan beri çokça senarist ile görüştüm. Bana cömertçe kısıtlı vakitlerini veren tüm arkadaşlarıma teşekkür ederim. Benzer bir biçimde izleyiciler üzerine yaptığım araştırmalar için fikirlerini benimle paylaşan, odak grup çalışmalarına katılarak hikâyeleri, karakterleri masaya yatıran tüm dostlara kalpten teşekkürler. Hiçbir çalışma tek kişinin ürünü olmuyor.


[1] Aslı Kotaman, "Fatma'yı Görünmemeye Terk Edemeyiz", https://www.gazetepencere.com/fatmayi-gorunmemeye-terk-edemeyiz/, 9 Şubat 2022.

[2] Aslı Kotaman, "Bana İmkansız Bir Aşk Lazım Sade Olsun", https://www.gazeteduvar.com.tr/bana-bir-imkansiz-ask-lazim-sade-olsun-haber-1608807, 18 Mart 2023


Aslı Kotaman, Doçent. Dr. Bochum Üniversitesi, CAIS Enstitüsü

Yazarın Diğer Yazıları

Yarım kalmış düşler, tamamlanmamış hikâyeler, bitmemiş cümleler

Sen de biliyorsun; bazen sadece yarım kalmıyoruz, yarım bıraktırılıyoruz. Eksik bırakılan hayallerin, tamamlanmamış cümlelerin arasında yolumuzu bulmaya çalışıyoruz

Ne diyor filmde, herkes gençlik ve mutluluk peşinde: Cevher filmi ve diğer şeyler

Genç kalma arzusu sadece bedene değil, kimliğe de yüklenmiş bir savaş alanı

Hırsız kim?

Hırsız hepimizin içinde yankılanan dünyanın ağırlığı; bizi saran gündemin şiddeti, geçmişin travmaları, her daim üzerimize yüklenen toplumsal beklentiler. Hırsız, ülkenin içinde bulunduğu zorlu koşulların bizde bıraktığı izler... Hırsız kim? Ben cevabı biliyorum ama söyleyemiyorum

"
"