Ressam ve Hırsız belgeselini duydunuz mu? Ben geçenlerde, bir arkadaşımla yaptığım dijital bir sohbette öğrendim. Hemen izledim o akşam. İsveç’te bir dönem kalmış olan bu arkadaşımla yollarımız, aslında zaman içinde farklı şehirlerde kesişti. Ama asıl hafızamda hep bir kare var; o soğuk bahar gününde dört farklı dilin ana dil olarak konuşulduğu Stockholm’de bir evde, harika Afgan yemekleri yerken sanat ve hayat üzerine konuştuğumuz o anlar. Zihnimde kalan bol kahkahalı bir sohbet, mutfağın köşesindeki küçük masa ve yavaş kapanan ışıklar. Evin çocukları yatmaya giderken bir bir gelip “iyi geceler” diliyorlar. Ancak biz konuşmaya devam ediyoruz; çünkü sanat konuşuyoruz ve sanat, çoğu zaman hayattan daha güzel, canımızı yakmıyor. Hayat konuşuyoruz, çünkü hayat da çoğu zaman sanattan daha güzel, canlı, gerçek.
Aşağı yukarı bizim buluşmamızdan iki sene önce, 2020 yılında Benjamin Ree tarafından yine kuzeyde, bu sefer Norveç’te, bu anlatacağım belgesel çekilmiş. Sanatçı Barbora Kysilkova ile onun tablosunu çalan Karl-Bertil Nordland’ın sıra dışı dostluğunu konu alan bir belgesel. Neden sıra dışı? Çünkü tanışmalarının hikayesi sıra dışı. Karl-Bertil, Barbora’nın iki tablosunu sergilendikleri gün galeriden çalan iki kişiden biri. Çaldığı tablo asla bulunamıyor ancak Barbora bu hikâyeyi merak ediyor ve kim, neden kendi tablosunu çalıyor? Bu sorunun peşine düşüyor. İlk bakışta basit bir suç hikayesi gibi görünse de, Ressam ve Hırsız aslında sanatı, yaratıcılığı ve insan ilişkilerini keşfetmenin derin bir yolu olarak öne çıkıyor. Aslında bu belgeseli izledikçe ben bambaşka şeyler düşündüm, hatta bu yazıyı da onun için yazıyorum. Sanatçı ile hırsız arasındaki bu ilişkiyi alegorik bir şekilde yeniden yorumlamak, bana toplumsal ve bireysel dinamikler hakkında ya da açıkça söyleyeyim, kendi hakkımda çok şey söylüyor.
Ne zaman bir şey yazacak olsam ya da kafamda yeni bir proje belirse, gündem, kaçınılmaz olarak yaratıcı düşüncelerime karışıyor. Bir hırsız gibi, haberler, olaylar ve bitmek bilmeyen güncel meseleler, zihnimi kaplıyor ve yaratıcılığımı çalıyor gibi hissediyorum, bundan da utanıyorum. Hayata dair ne kadar derin düşüncelere dalsam, bazen toplumun sesi, benim o içsel alanımı ele geçiriyor. İşte bu yüzden Ressam ve Hırsız filmi, bana bazen beni, bazen bizi anlatıyor.
Küçüktüm. Bir gün kitapçıda yetişkinler için olan bir çizgi romanı elime almıştım, içimdeki merakla sayfaları çevirmeye başladığımı hatırlıyorum. Sayfaların arasında ilerledikçe şaşkınlığım büyüdü. Bir sahne vardı: Bir grup insan mutlu, dans ediyor, gülüyordu, Filistin'de. Filistin'de gülebiliyor insanlar, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Çünkü o zamanlar kafamda sadece acı ve çatışmayla dolu bir yer olarak var olan Filistin, benim için sadece bu mitsel ve trajik referanslarla kurgulanmıştı. Bir yerde acı varsa, sanki sadece acı vardır, diye bir stereotip yaratmıştım kendi zihnimde.
Ama insan dediğin, tek bir duygudan ibaret değil. Her şey var hayatın içinde: Acı, sevinç, mutluluk, huzur, kaygı, korku, şaşkınlık. Tüm bu duygular demografik sınırlarımızdan bağımsız olarak var olabiliyor diyoruz. Diyoruz, biliyoruz, deneyimliyoruz. Yine de, demografik faktörler bazen belirleyici oluyor ya işte, hayatın akışını yönlendirebiliyor.
Burada, yazarken ya da çizerken, bambaşka konular üzerine kafa yorarken, gündemden bilerek kaçınıyormuş gibi hissettiğim zamanlar oluyor. Ama ben bir haber muhabiri değilim ki! Yine de bir vicdan muhasebesi içimi kemiriyor. Bebekler öldürülürken neden kitaplardan bahsediyorum? Nasıl olur da bir trajedinin gölgesinde başka bir dünyanın içinde kaybolabilirim? Bu düşünceler beni sarmalarken, yazıya döktüğüm her kelimenin bir tür vicdani hesaplaşmaya dönüştüğünü fark ediyorum.
Ve işte tam bu yüzden Ressam ve Hırsız filmi yalnızca bir sanatçının hikayesini anlatmıyor, aynı zamanda beni de anlatıyor. Çünkü ortada mutluluğumuzu, yaratıcılığımızı, iç neşemizi çalan bir hırsız var. Peki kim bu hırsız? Bu hırsız, bizi her an kuşatan dış dünya, gündemin ağırlığı, toplumsal travmalar... Gündem mi, içimizde taşıdığımız suçluluk mu, yoksa bizden sürekli daha fazlasını bekleyen toplum mu? Ben cevabı biliyorum ama söyleyemiyorum. Çünkü bu hırsız, bir insan olarak neşemize, hayatı sevme gücümüze de ket vuruyor. Ve ne yazık ki bu hırsız hepimizin hayatına sızıyor. Her ne zaman kendimize bir an ayırıp yazmaya, yaratmaya ya da sadece nefes almaya çalışsak, içimizde bir yerlerde suçluluk kıpırdanıyor. Ve böylece, her yaratıcı an bir vicdan muhasebesine dönüşüyor.
Bu hırsızın, yani içimizdeki suçluluğun ya da dış dünyanın baskısının sanatla ilişkisini düşündüğümde, aklıma Francis Bacon ve onun sevgilisi George Dyer geliyor. Bacon’un hayatındaki bu ilişki, hem sanatı hem de kişisel yaşamı üzerinde derin bir etki bırakmıştı. George Dyer, aslında bir hırsızdı; Bacon onunla ilk kez Dyer’ın Londra’daki evine girmeye çalışırken karşılaşmıştı. Ama bu ilk karşılaşma, hırsızlık eyleminin ötesine geçip, derin ve trajik bir ilişkiye dönüştü. Bacon, Dyer’ı sadece bir sevgili olarak değil, aynı zamanda ilham kaynağı olarak da gördü. Dyer, Bacon’ın tablolarında tekrar tekrar karşımıza çıkan bir figür haline geldi, genellikle karmaşık, acı dolu ve karanlık temalarla resmedildi. Bacon’un en ünlü eserlerinden bazıları, Dyer’ın 1971’de trajik bir şekilde aşırı doz alarak Paris’teki bir otel odasında ölmesinden sonra yapıldı. Dyer’ın ölümü Bacon üzerinde büyük bir travma yaratmış ve bu kayıp, Bacon’un eserlerine daha derin bir varoluşsal acı olarak yansımıştı.
Tıpkı Ressam ve Hırsız belgeselindeki ilişki gibi, Bacon ve Dyer’ın ilişkisi de bir tür yaratıcı dinamizm içeriyor. Dyer, Bacon’un hayatına ve yaratıcılığına karışarak ona hem acı hem de ilham verdi. Dyer, Bacon’un sanatı için bir tür "hırsız"dı, ama bu hırsız, Bacon’un eserlerini daha da derinleştiren bir figüre dönüştü. Dyer’ın varlığı, Bacon’un sanatsal yaratım sürecini şekillendirirken, ona hem ilham verdi hem de acı çektirdi. Bu ilişkide de bir yaratıcı ve yıkıcı güç iç içe geçmişti; tıpkı hayatın ve sanatın her zaman birbirine karışması gibi.
Barbora’nın Karl-Bertil ile olan ilişkisi, başlangıçta net bir çizgiyle ayrılıyor gibi görünse de, zamanla bu çizgiler bulanıklaşmaya başlıyor. İlk bakışta, birinin aldığı, diğerinin kaybettiği bir hikâye gibi. Ancak yüz yüze geldikleri andan itibaren, bunun bir alışveriş olduğunu, tek yönlü olmadığını hissetmek mümkün. Bir hırsızın bir sanatçının hayatına girmesi, çalınan eserin ardında bıraktığı boşlukla sınırlı kalmıyor. Zaman içinde, sanatçının hırsızla kurduğu bağ, hem kaybedilenin hem de kazanılanın ötesine geçiyor. Umarım bize de böyle olur, ne diyelim.
Sanat ve yaşamın bu iç içe geçmiş hali, her iki karakterin de dönüştüğü bir süreç olarak ilerliyor. Sanatçının hırsızla yüzleşmesi, onun yaratıcılığını yeniden şekillendiriyor; hırsız ise sanatçının dünyasında kendi hayatının yansımasını buluyor. Bu etkileşim, kaybedilen ya da alınan şeylerin ötesine geçerek, yeni bir yaratım sürecine evriliyor. Ayrıca hırsız dediğimiz kişinin de tek hikayesinin o olmadığını ancak böyle anlıyoruz. Sanatçının da, hırsızın da hayatlarının tek hikayesi yok. Onları tek bir hikâyeye mahkûm etmememiz gerektiğini de böylece öğreniyoruz.
Bu karmaşık ve çok katmanlı ilişkiyi düşündüğümde, Bakhtin'in diyalojik kuramı devreye girebilir. Bakhtin’e göre, hiçbir diyalog tek taraflı değildir; her iki taraf da karşılıklı olarak birbirini dönüştürür. Mikhail Bakhtin her türlü ilişkinin karşılıklı bir etkileşim ve sürekli bir değişim süreci olduğunu savunur. Diyalog, tek taraflı bir mesaj iletimi değil, iki tarafın birbirini karşılıklı olarak dönüştürdüğü dinamik bir süreçtir. Bir kişi, bir diyalogda karşısındakine sadece kendi düşüncelerini aktarmakla kalmaz, aynı zamanda onun bakış açısını da alır, değerlendirir ve bu süreçte kendisini de yeniden şekillendirir. Yani, iki insan arasında geçen herhangi bir iletişimde, her iki taraf da hem kendi perspektifini genişletir hem de karşısındakinin dünyasını etkiler. Bu, diyalogların ve ilişkilerin hiçbir zaman durağan ya da tek yönlü olmadığını, aksine her zaman gelişen, dönüşen bir süreç olduğunu gösterir.
Hans-Georg Gadamer ise anlamın sabit bir olgu olmadığını, kişinin dünyayı anlamlandırma sürecinde sürekli bir devinim içinde olduğunu savunur. Gadamer’in hermenötik daire anlayışına göre, bir kişi bir olguyu ya da metni anlamaya çalışırken, kendi geçmiş deneyimlerini ve önyargılarını da devreye sokar. Bu kişisel geçmiş, yeni anlamları oluşturmanın anahtarıdır; ancak bu süreç tek başına değil, başkalarının perspektifleriyle etkileşimde gerçekleşir. Anlam ancak bir diyalog ya da karşılaşma süreci içinde derinleşir. Gadamer'e göre, karşılaşılan her yeni bilgi ya da bakış açısı, kişinin kendi düşünce dünyasını genişletir ve yeni anlam katmanları yaratır. Bu da anlamın, statik bir şekilde “alınıp verilen” bir şey olmadığını, aksine sürekli olarak yeniden şekillendiğini gösterir.
Ve işte tam da bu yüzden, Ressam ve Hırsız filmi yalnızca bir sanatçının hikayesini anlatmıyor; aynı zamanda bizi, yani yaratıcı iç sesimizi bastıran dünyayı da anlatıyor. Hırsız, bireysel bir karakter değil, toplumsal travmaların, kolektif suçluluk duygusunun ve toplumun bizden sürekli daha fazlasını talep eden beklentilerinin bir yansıması. Burada suçta sadece bireysel bir eylem değil, toplumsal ve politik düzenin çarpıklıklarıyla iç içe geçmiş bir olgu. Yanlış kurulan altyapılar, adaletsiz sistemler ve toplumun birey üzerinde kurduğu baskılar, bu “hırsızlık” metaforuyla açıklanabilir. Bu düzen, bireyin özgürlüğünü ve yaratıcılığını kısıtlayan, ona sürekli daha fazlasını dayatan, onu köşeye sıkıştıran bir yapı. Suç, aslında daha derinde, politik ve toplumsal düzenin bozukluklarıyla örülü. Bireyin üzerine yüklenen her baskı bir hırsızlık.
Bu düzen, özgürlüğümü kısıtlıyor, yaratıcılığımı köreltiyor, hep daha fazlasını istiyor ve beni köşeye sıkıştırıyor. Kendimi güvensiz hissettiriyor, sürekli tetikte olmama neden oluyor. İçimdeki sesleri susturuyor, renkleri öldürüyor, sürekli kendini merkeze koyuyor, bana kendim için bir alan bırakmıyor. Rahat vermiyor, uyku vermiyor; ne kadar kaçmaya çalışsam da bir o yana, bir bu yana çekiştiriyor beni. Vicdani yükü üzerimden hiç inmiyor, hep ağır bir gölge gibi peşimde, nefes almama izin vermiyor. Her adımda omuzlarımda hissettiğim bu ağırlık, her şeyin altında ezilmeme sebep oluyor. Tek ümidim, bunun da filmdeki gibi girift bir ilişki olması. Benden bu kadar çok şeyi çalarken aslında bambaşka bir boyutta bana bir şeyler katıyor olmasını istiyorum. Bakthin haklıysa, öyle olmalı değil mi?
En nihayetinde sanat, ne yalnızca kayıplarımızın izini taşır, ne de zaferlerimizin yankısını. O, hepimizin hayatla kurduğu en karmaşık, en derin diyaloğun ta kendisi.
Aslı Kotaman kimdir?
Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.
Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.
Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.
Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içersinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor.
|